Müzâkere dersleri neden önemli
Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi… Bu hususta Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ): “Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi.” der.
O, bununla da kalmaz, ashabına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvik ederlerdi. Bu mevzu ile alâkalı bir hadis-i şeriflerinde meselenin ehemmiyetine parmak basarak şöyle buyururlar:
وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِي بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللّٰهِ، يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ، وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إِلاَّ نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ غَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ وَذَكَرَهُمُ اللّٰهُ فيِمَنْ عِنْدَهُ
“Herhangi bir cemaat, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın kitabını tilâvet eder ve aralarında onu müzakere mevzuu hâline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekîne iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah Teâlâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder.” Müslim, zikir 38; Tirmizî, kırâât, 10; Ebû Dâvûd, vitr 14.
Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu şekilde değişik hadisleriyle ashabını Kur’ân ve Kur’ân’ın tefsiri mahiyetindeki sünnetini belleme ve müşterek mütalâa etme mevzuunda devamlı teşvik buyurmuşlardır.
Sonsuz Nur-3
***
Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem şuhur-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması elbette bir derece neş’eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünki o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.
Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlukatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimaından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirane, o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zîneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
اۤسْمَانْ رَشْك بَرَدْ بَهْرِ زَمِينْ كِه دَارَدْ
يَكْ دُو كَسْ يَك دُو نَفَسْ بَهْرِ خُدَا بَرْ نِشِينَنْد
Yani: Semavat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillah sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar; kendi Sâni’-i Zülcelalinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü eser-i san’atını birbirine göstererek Sâni’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.
Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim müfarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz daha ziyade sevab kazanmak emaresi olarak, daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenab-ı Hak hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden, surî iftirakımız vuku’ bulsa, bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telakki etmeliyiz.
Barla Lâhikası – Mektup No: 213
***
Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir” diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.
Emirdağ Lâhikası (2) – Mektup No: 77
***
SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.”
Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”
Hem demiş ki: “Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”
Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.”
5.Mektup
***
Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevab alınamadığından -tabiî- hayret ve tereddüd azabı içinde kalınır.
Fakat nur-u iman gözlüğü ile bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garib acib kudretin mu’cizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezelî tarafından gönderilmiş mütalaacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mu’cizenin derece-i kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelî’nin azametine derece-i delaletlerine kesb-i vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra yine Sultan-ı Ezelî’nin memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden iman nimetine “Elhamdülillah” diyecektir.
Şualar 29. Lem’adan İkinci Bab
***
Bir araya gelişimizi hep ciddi rûznâmelere bağlamamız bizim şiarımız olmalıdır. Evet, mütemâdî birer disiplin insanı olarak yaşamalıyız; gelip gitmelerimiz, oturup kalkmalarımız, sohbet mevzularımız, meselelere yaklaşımımız, üslûbumuz ve ses tonumuz itibarıyla bir endâzeden çıkmış gibi imrendirici davranmalıyız. Müzakerelerimizi mutlaka sohbet-i Cânân’a bağlamalı, konuşacağımız meseleleri önceden belirlemeli, okuyacağımız metinleri seçmeli, beraber çözeceğimiz problemleri tayin etmeli ve bir araya geldiğimizde mutlaka hayırlı bir iş için gelmeliyiz.. ve oradan ayrılırken de bir müşkili çözmüş olarak ya da yeni bir projeyi tamamlayarak ayrılmalıyız. Cenab-ı Hakk’ın o güne kadar yaptırdıklarını şükür hisleriyle dopdolu olarak yâd etmeli; onları ancak tahdis-i nimet çerçevesinde anmalı; anarken de asla meseleyi kendi başarılarımıza bağlamamalı ve böylece Allah’ın o ana kadar yaptırdığı şeylerle daha sonraki lütuflarına davetiye çıkararak daha başka neler yapabileceğimizi planlamalıyız. Dünya ve ahiret hesabına bir kıymet ifade etmeyen, faydasız söz ve davranışlara bütün bütün kapanarak, oturup kalkıp sürekli kurbetten ya da bizi vuslata ulaştırabilecek vesilelerden dem vurmalı; rıza-yı ilahiye açılan en emin ve kısa yol kabul ettiğimiz i’la-yı kelimetullah şehrahında yürürken hep öteler mülahazasıyla dolu olmaya çalışmalıyız.
Evet evet, gerçekten inanıyorsak, gayr-i ciddiliğe hep kapalı kalmalıyız; laubaliliğe asla adım atmamalıyız. Her meclisimizi bizi O’na yaklaştırabilecek bir Kabe azizliğinde ve bir Ravza kudsiyetinde bilmeliyiz. Bu meclisimiz dünyanın herhangi bir ülkesinde, yeryüzünün en karanlık bir köşesinde olsa da, ruh ve mana itibarıyla onu Ravza-i Tâhire ile yan yana getirmeli; götürüp Kabenin harimiyle birleştirmeliyiz.. ve öyle bir hal almalıyız ki, Efendimiz’i hep içimizde duymalı, O’nu Ravza kokulu iklimimize çağırmalı ve her an O’nun boyasıyla boyanmalıyız.
Diriliş Çağrısı, s. 59–60
***
İnsanın en az gördüğü şey kendisidir. Onun için sık sık aynaya bakmak lazım. Sahabenin o derin anlayışı içinde birbirimizin elinden tutup; تَعَالَوْا نُؤْمِنْ سَاعَةً Gelin bir süre iman edelim!” dememiz, imanî meseleleri sürekli müzakere ederek imanda, marifetullahta, muhabbetullahta ve mehâfetullahta derinleşmemiz lazım. Zira mücerret imanla günümüzün inhiraflarından kurtulmak imkansızdır.
KIRIK TESTİ (Kur’anın anlaşılması, eserler ve evrâd u ezkâr- 15 08 2004)
***
Bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere “din nasihattır” sözü çok şümullü bir kavramdır. Yani meseleye Allah’ın anlatılması şeklinde yaklaşırsak, O’nun Zât-ı Uluhiyyetine yaraşır, yakışır şekilde anlatılması demektir. Ayrıca, O’nun anlatılıp sevdirilmesi, bu da kendi buudları içinde ayrı bir nasihattır. Resulullah (s.a.s)’ın anlatılıp sevdirilmesi nasihatın ayrı bir yanıdır.
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, bütün insanların hidayetini, rüşdünü, cennete veya sırat-ı müstakime yönlendirilmesini hedef alarak hayırhahlık yapmak ise, büyük çapta bir nasihattır. Bundan başka, çok küçük bir bid’atı izale ederek bunun yerine bir sünneti ikame etme, dinin farzlarını vaciplerini, hayata hâkim kılma.. hepsi birer nasihattır. İşte bütün bu nasihatların elzemliği ölçüsünde, Allah katındaki kıymeti ve derinliği de artar…
Günümüzde, tevhid anlayışının sarsıldığı bir dönemde, Risale-i Nur mesleği olan ve hedefi sayılan “Allah’a iman” hakikatını tesbit etme, onu insanların ruhuna perçinleme ve herkese kabul ettirme gibi bir nasihatı da bu kategoride bilhassa vurgulamak icabeder. Hatta böyle bir nasihat nasihatların zirveleşmiş şekli ve doruk noktasıdır.
Bunlardan alınacak sevaba gelince; bir sünneti ihya etmenin Allah katındaki önemi ne ise, bir sünnetin ihyasında o kadar sevap alınır. Bir farzı ihya edip hayata geçirmenin Allah katındaki kıymeti ne kadarsa, o farz ihya edildiğinde de o kadar sevap elde edilir. Ancak, Allah’ı tanıttırma, kalpleri ve ruhları O’nun marifet ve muhabbetiyle tezyin edip itminana erdirme, gönüllerin zevk-i ruhaniye açılmasını sağlama.. bunlar öyle farzlar üstü farzdır ki, bunlara vesile olunduğu takdirde kazanılacak sevabın çapı ve rıza-yı ilâhîye uygunluğu da o ölçüde olacaktır. Risale-i Nur talebelerinin hizmeti üstadları gibi farzlar üstü farzlarla gelen varidâttır ve onlar da işte o ölçüde, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına, inayetlerine, takdirlerine ve tebcillerine mazhar olurlar. Arkadan gelenler de durumlarını bu ölçülere göre ayarlamalıdırlar.
Prizma, 2/138-140
***
Bence kadavralaşmamak için işi sıkı tutmak, beslenme kaynaklarını şuurluca okumak, beyin fırtınası yapmak, müzakere etmek şart.
Gurbet Ufukları (Kırık Testi 3), s. 132
***
عَنْ أَبِي مُوسَى عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَثَلُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ مِنْ الْهُدَى وَالْعِلْمِ كَمَثَلِ الْغَيْثِ الْكَثِيرِ أَصَابَ أَرْضًا فَكَانَ مِنْهَا نَقِيَّةٌ قَبِلَتْ الْمَاءَ فَأَنْبَتَتْ الْكَلَأَ وَالْعُشْبَ الْكَثِيرَ وَكَانَتْ مِنْهَا أَجَادِبُ أَمْسَكَتْ الْمَاءَ فَنَفَعَ اللَّهُ بِهَا النَّاسَ فَشَرِبُوا وَسَقَوْا وَزَرَعُوا وَأَصَابَتْ مِنْهَا طَائِفَةً أُخْرَى إِنَّمَا هِيَ قِيعَانٌ لَا تُمْسِكُ مَاءً وَلَا تُنْبِتُ كَلَأً فَذَلِكَ مَثَلُ مَنْ فَقُهَ فِي دِينِ اللَّهِ وَنَفَعَهُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ فَعَلِمَ وَعَلَّمَ وَمَثَلُ مَنْ لَمْ يَرْفَعْ بِذَلِكَ رَأْسًا وَلَمْ يَقْبَلْ هُدَى اللَّهِ الَّذِي أُرْسِلْتُ بِهِ.
Ebû Musa el-Eş’ari radiyallahu anh’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyurdular ki: “Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Bu yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır. Üzerine yağan yağmur suyunu emer de bol çayır ve ot bitirir. Bu yerin bir kısmı da yağmur suyunu emmeyip üstünde tutan çorak bir topraktır. Allah (c.c.) burada biriken sudan insanları faydalandırır. O sudan hem kendileri içer hem hayvanlarını sular hem de ziraatte kullanırlar. Bu yağmur diğer bir çeşit toprağa daha isabet eder ki o yer, düz, hiçbir bitki bitirmeyen, üzerinde suyu da tutmayan kaygan ve kaypak bir yerdir. İşte bu Allah’ın dininde derin bir idrak ve anlayış sahibi olan, Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimseyle, buna başını bile kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir. (Buhari, İlim, 20)
(Bu taksime nazaran topraklar da insanlar da üç kısma ayrılmış oluyorlar
1- Nafi müntefi 2- Nafi gayri müntefi 3- Ne nafi, ne de müntefi)
Nafi: faydalı, yararlı müntefi: menfaatlenen, yararlanan