YENİ İNSAN MODELİ (BÖLÜM 2)
BU YOLUN ADABI; “GEMİNİ BİR DAHA ELDEN GEÇİREREK YENİLE”
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR:
1)- YENİ İNSAN BAŞYAZI
2)- PRİZMA SERİSİ VE RUHUMUZUN HEYKELİNİ DİKERKEN
3)- HİZMET REHBERİ
4)- KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ
5)- BAMTELİ
***
BAŞYAZIDAN
… mazhar olduğu her şeyi, yakın-uzak milletinin istikbali yolunda tek zerresini dahi zâyi’ etmeden tohumları toprağın bağrına saçtığı gibi, Hakk’ın inâyet yamaçlarına saçacak, sonra kuluçkanın yumurta ve civcivler üzerine abandığı gibi bir ızdırâp ve bekleyiş faslına girerek inleyip kıvranacak, ürperip yakarışa geçecek ve her gün ölüp-ölüp dirilecek.
Hakk yolunda olmayı, Hakk yolunda ölmeyi hayatının gâyesi bilecek ve böyle bir gâyeyi fevtetmiş olmayı da şahsı adına telâfisi imkânsız en büyük bir kayıp sayacak…
Evet, yolculuk uzunlardan uzun, konulup kalkılan menziller oldukça fazla, geçilecek yollarda ise bir hayli aşılmaz tepeler ve azgın dereler var. Bu kadar problemli bir yolun aşılıp gerçek menzile ulaşılması için yol âdâb ve erkânını bilen rehberlere ihtiyaç olduğu izahtan vârestedir.
…
Yunus Emre’nin deyişiyle, “Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.” Bu yolda kat’ edilmesi gereken nice mesafe, geçilmesi gereken nice derya ve aşılması gereken nice tepe mevcuttur. Zorlardan zor bu meşakkatli yolculukta maddî-mânevî hiçbir engele takılıp kalmamak, dünyanın aldatıcı cazibedar güzelliklerinin ağına düşmemek ve yol yorgunluğu yaşamamak için her zaman ciddi teyakkuz ve temkine ihtiyaç vardır.
…
“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah, senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”
…
Efendimiz’in hayat-ı seniyyesiyle bir yol olarak ortaya koyduğu ve “Sünnet” dediği, –Sünnet Arapça’da tutulup gidilen yol anlamına gelmektedir– ve bizim de onu en nurlu bir yol olarak benimsediğimiz o yolun prensip ve âdâbına riayet etmek, edeptir.
Bütün bunlara riayet eden edeple serfiraz sayılır. Riayet etmeyen de O’nun nurundan, feyzinden ve bereketinden mahrum kalır; kalır ve karanlıklara sukut eder.
…
“Hûd Sûresi’ndeki ‘Emrolunduğun gibi istikamette ol!’ âyeti benim iflâhımı kesti ve beni ihtiyarlattı.”173 Allah (celle celâluhu), bu âyetle Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru bir yol gösteriyor
ve âdeta, “Bu doğru yolun âdâbı, erkânı, şerâiti, vecibeleri nelerse, bunları harfiyen yerine getirmek suretiyle, Allah karşısında O’nun seni görmek istediği şekli muhafaza et!” diyordu…
Tabiî bütün bunlar âyet-i kerimeyi kendine nâzil olmuş gibi anlamaya, onu engin şekilde duymaya ve idrak etmeye bağlıdır.
O temiz dimağ ve ısmarlama fetânet, Rabbimiz’in kendisinden istediği hususu o engin şuuruyla olağanüstü idrak etmişti. Kur’ân aynı şeyleri bizim için de ifade etmektedir. Bundan dolayı âyetin ifade ettiği mânâyı –mevzûun leh’in umumî olması itibariyle– sanki bize diyormuş gibi anlamalı ve bu anlamda onu vâhid-i kıyasî kabul etmeliyiz. Etsek bile acaba bu mesele saçlarımızda bir ak tüy meydana getirir mi? Bir geceliğine olsun uykularımızı kaçırır mı? Bir kerecik olsun yemekten iştahımızı keser mi? Selef-i sâlihîn arasında olduğu gibi bir defaya mahsus olsun, ahiret endişesi ile ayaklarımızı titretir mi..?
…
Hak yolunda bulunmak, herkese Hakk’ı anlatıp Hakk’ı duyurmak ve yoldakilere yol âdâbıyla alâkalı rehberlikte bulunmak bir ibadet olduğu gibi her şeyi Allah’tan beklemek, beklenmesi gereken hususlarda zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek de bir ibadettir.
İnsan bazen, daha ilk hamle, ilk hareket ve ilk şahlanışta hemen tevfîke mazhar olur ve aradığını bulur. Bazen de bir ömür boyu küheylan gibi koşar durur da görünürde hiçbir şey elde edemez. Ne var ki o da sonuçta sabrıyla, ikdâmıyla ve niyetiyle kurtulur…
…
Hak yolcusunun, seyahatini, Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm), ilim ve mârifet meşalesi altında sürdürmesi, yol boyu hep Kitap ve Sünnet’e mukayyed kalarak, her zaman kılı kırk yararcasına sefer âdâbına riayette bulunması yanında, yolculuk meşakkatlerini göğüsleye göğüsleye ve himmetini de Gayeler Gayesi’ne yönlendirip, hep metafizik gerilim içinde bulunma hâli diye yorumlanmıştır.
…
Bu kabîl olumsuzluklar bazen, insanların günah, gaflet ve temkinsizliklerinden kaynaklanır; bazen muvakkat kabz girdapları gelip pusulaya, dümene dokunur; bazen cismanî neş’e ve inşirah anaforlarıyla rota kaymalarına maruz kalınır; bazen de böyle bir seyahat âdâbına uymayan hataları görememeden veya sevaplarla fahirlenme ve küstahlaşmadan meydana gelir. Eğer insanlar, bu hususları ruhu öldüren/öldürecek olan birer virüs gibi görür ve onlardan uzak durabilirlerse; ezkaza bulaştıklarında da hemen tevbe, inâbe, evbe kurnaları altına koşarak ciddî bir arınma gayreti gösterirlerse, “Allah onların seyyielerini haseneye tebdil eder.”1 ve şer kabiliyetlerini hayır istidatlarına çevirerek onlara yeniden dirilme fırsatı verir.
…
Ne var ki, bu yolun âdâb ve erkânını öğrenmişlerin ümitsizliğe düşmesi bahis mevzuu değildir. Buradaki incelik işte budur ve “Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak”ı da böyle anlamak icap etmektedir.
…
İmana ait bütün bu şubeler ve onlara bağlı ameller birbirini tamamlayıcı unsurlardır. Eğer siz Allah rızası için, âdâba dair bir meseleyi eda ediyorsanız, bu aynı zamanda size Allah’ı, Peygamber’i, haşr ü neşri hatırlatır.
Bir an O’nu hatırlama, bir an-ı seyyale O’nunla beraber olma ise binlerce sene O’nsuzluğa denktir. O hâlde küçük gibi görünse de, bu gibi mevzular, çağrıştırdığı mânâlar itibarıyla çok büyüktür.
Bu açıdan başkaları ne yaparsa yapsın, bizim eskilerin âdâb-ı İslâmiye ve âdâb-ı Kur’âniye dedikleri meseleleri kendi aramızda ihya etmemiz, kendi terbiye anlayışımızı, kendi nezaket ve zarafetimizi ortaya koymamız gerekir.
…
Bir gaye kadar onu gerçekleştirmek için takip edilen ve edilmesi gereken yol da önemlidir. Hattâ denebilir ki, gayeye giden yol, bir açıdan gayeden daha önemlidir. Çünkü, doğru bir gayeye yanlış bir yolla gidildiğinde o gayeye ulaşılamayacağı gibi, o gayeyle ilgili zihinlerde kuşkular uyanmasına, hattâ gayenin lekelenmesine, yanlış anlaşılmasına ve insanları onlardan uzaklaştırmaya sebep olunur.
….
Diriliş, her meselede kalıptan sıyrılıp ruha yönelmekle başlar. Hazreti Pîr-i Mugan da, “Madem hakikat budur; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel” diyor. Demek insan cismaniyete takıldığı; yeme, içme, uyuma ve hayvanî duygularla oturup kalkmaya bağlı şekilde dünyada adeta ölümsüzmüş gibi yaşadığı sürece kalb ve ruh ufkuna yükselemez.
Evet, hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel. O zaman insanca hayatın ne demek olduğunu duyacaksın. O zaman Allah ile arandaki muâhedeyi de duyacaksın. “Elest bezmi”ni, yani, Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların, “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diye cevap verdiği anı duyacaksın. “Kalû belâ” (Evet, Rabbimizsin dediler) beyanındaki sırrı vicdanında tın tın duyacaksın.
Kalb ufkunun üstünde ruh ufku var. Nefha-yı ilâhî. Bir yönüyle doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfâtına teveccüh ediyor. Neden? Allah (celle celâluhu) Hazreti Adem’e (ala seyyidina ve aleyhisselam) Kendi ruhunu nefhettiğini bildiriyor. O zaman bütün insanlardaki ruh da nefh-i ilâhîdir.
Bunlar güzergâhın gerekli esasları.. yolun erkân ve âdâbı.. hatta âdâb ötesi ferâizidir. İnsan bunları vicdanında derinlemesine duymadan dünyada gerçek dirilişi söz konusu değildir. Hazreti Pîr böylelerine, “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..” diyor. Demek ki hâlihazırdaki müteharrik cesetler, esasen o dirilişi temsil edecek mahiyette değiller.
…
Acz, fakr, şevk ve şükür! Kendini aciz görme; adeta eli hiçbir şeye yetmeyen ve hiçbir şeye sahip bulunmayan biri olarak kabul etme. Genel kabulümüz ve genel durumumuz odur. Bu düşüncemiz bir yönüyle kendi konumumuzu çok iyi bilme sayılır; diğer yandan da şevk ve şükür vesilesi olur: Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak lütufları geliyor.
Her şey O’ndan geldiğine göre hiç ye’se düşmemek ve sürekli şevk içinde olmak lazım! Madem O’ndan geliyor ne diye ye’se düşeceğim?!. Şayet yolu açan O ise, güzergâhı gösteren O ise, güzergâh emniyetini sağlayan O ise ve yol boyunca gulyabânileri bertaraf edecek O ise, niye ye’se düşeyim ki?!.
Meseleye şu şekilde bakılsa mahzuru yok: “Allah Allah, kaderî bir plan var, senaryo gibi. Bizi hiç farkına varmadan birer figür, birer ırgat, birer amele gibi sahneye sürüyor; ‘Bu şeyi tamir etmede, onarmada sizi çalıştırıyorum!’ diyor.” Böyle bakarsanız, “Ona binlerce hamd ü sena olsun. Bizi böyle güzel işlerde koşturuyor. Acaba işin hakkını tam verebiliyor muyuz? Acaba konumumuzu rantabl olarak değerlendirebiliyor muyuz? Fakat ona binlerce hamd ü sena olsun, her şeye rağmen bizi güzel işlerde istihdam ediyor!” dersiniz.