“EĞER O RÂZI OLSA, BÜTÜN DÜNYA KÜSSE EHEMMİYETİ YOK.”
RİSALE-İ NUR MÜZAKERESİ:
GİRİŞ
Bamteli: AŞIK-I SADIK VE YOLUNUN ÂDÂBI_ 27/01/2019
“İmam Gazzâlî hazretleri bahsederken, “Rızâ”yı, Allah’tan râzı olmayı, sevginin çok önemli basamaklarından biri olarak anlatıyor.
Belki de “mancınığı” olarak diyebilirsiniz; belki de bugünkü ifadesi ile “roket atar”ı diyebilirsiniz. Öyle görüyor rızayı.
“Cenâb-ı Hak’tan râzı olunca, gönlünüz O’ndan hoşnutluk ile, sürekli o ritme dem tutunca, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine yönelirsiniz.”
***
21.LEM’A BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
“Amelinizde rızâ-yı ilâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok.
O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder.
Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esâs maksad yapmak gerektir.”
—
TARİHÇE-İ HAYAT
Üstadın rızâ-yı ilâhîye mâtuf hizmet, hareket ve faaliyetlerini başka maksat ve gayelere yorumlamak isteyenler, ancak basiretsizliklerini ilân ediyorlar.
İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakikî saadet, ancak Kur’ân’ın gösterdiği yolda ve rızâ-yı ilâhînin parıldadığı ufuktadır.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’la insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, sırat-ı müstakîm ashabının nurlu kafilesine iltihak etmenin insan için elzem olduğunu duyurmakta ve isbat etmektedir.
“Risale-i Nur’daki cerh edilmez yüksek hakikatler, iman hizmetinin yalnız ve yalnız rızâ-yı ilâhî için yapılması ve Bediüzzaman Hazretleri’nin âzamî ihlâsıdır.”
…
Müdafaadan Sâniyen:
Yüz bin defa hâşâ! İştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye, rızâ-yı ilâhiyeden başka hiçbir şeye âlet olamaz.
Yüz bin defa hâşâ! İman ilmini rızâ-yı ilâhiden başka hiçbir şeye âlet etmemişim ve edemiyorum ve kimsenin de hakkı yoktur ki edebilsin. Ve Risale-i Nur namı altındaki yüz yirmi beş risale, yirmi sene zarfında telif edilmiş
…
Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rızâ-yı ilâhî ve imanı kurtarmak ve şâkirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır.
…
Risale-i Nur’un mahiyetini dikkat ve tefekkürle okuyarak anlayıp tahkikî bir imana sahip olan halis Nur talebeleri; ölümden, hapisten, zindandan ve hiçbir beşerî eza ve cefadan korkmazlar.
Mukaddes Kur’ân ve iman hizmetiyle, vatan ve millet ve âlem-i İslâm ve beşeriyetin ebedî kurtuluşuna çalışırken, dinsizlerin duçar ettiği bir zulüm ve musibetle karşılaşırlarsa, asla fütur ve ümitsizliğe düşmezler, hapislere iftihar ve memnuniyetle girerler.
Onların tek bir istinat noktaları vardır. O da, sırf rızâ-yı ilâhî için, ihlâsla, Kur’ân ve imana hizmetleridir. –Mâsum ve mazlumların muhafızı Cenab-ı Hak’tır.
…
“Bizler, ancak rızâ-yı ilâhî için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyet’e ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza ait sürur ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakikî mukabele ve ücrettir.”
…
Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rızâ-yı ilâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır.
Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
—
LEM’ALAR 3.LEM’A 3 NÜKTE
Evet Bâkî-i Hakikî’nin muhabbet, mârifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer O’nun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki O’nun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.
Visâl, yani Bâkî-i Zülcelâl’in rızası dâiresinde livechillâh bir saniye visâl, değil yalnız böyle bir sene, belki dâimî bir pencere-i visâldir. Gaflet ve dalâlet firâkı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir.
İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillâh, livechillâh, lieclillâh” rızası dâiresinde hareket ediniz.O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer
—
ŞUALAR 4. ŞUA BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Hem o şuur-u îmaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resâil-ün Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı îmanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim.
Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki îman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resâil-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder.
Ve bilhassa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve -inşâallah- marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdar bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resâilin hakaik-i îmaniyeyi isbat eden herbir risalenin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim.
Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı îmanî ile anladım. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللَّهُ و نِعْمَ الوَكِيل dedim.
Hem meselâ Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır. (Bakara Sûresi: 5) da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatâbın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet’i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rü’yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur’an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun.
Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. “ İşte Felaha kavuşanlar, kurtuluşa erenler “der. Neye felah bulacaklarını tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der:
«Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem’den felah bulursun. Ey sâlih!.. Sen Cennet’e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık!.. Sen rü’yete mazhar olursun.» ve hakeza… İşte Kur’an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnız nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
—
LEM’ALAR 2.LEM’A BİRİNCİ MES’ELE:
Asıl musîbet, muzır musîbet, dîne gelen musîbettir. Musîbet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı İlâhîye ilticâ edip feryâd etmek gerektir. Fakat dînî olmayan musîbetler, hakîkat noktasında musîbet değildirler.
Bir kısmı ihtâr-ı Rahmânîdir. Nasıl ki, bir çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atar. Onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtârdır, memnûnâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki; İlâhî birer ihtârdır, birer îkâzdır.
Ve bir kısmı keffâretü’z-zünûbdur. Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi’ huzûr vermektir. Musîbetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musîbet değil, belki bir iltifât-ı Rabbânîdir, bir tathîrdir.
Rivâyette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyorsa, sıtmalı bir hastanın titremesinden de günâhları öyle dökülüyor.” Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm, münâcâtında istirâhat-i nefsi için duâ etmemiş, belki musîbet, zikr-i lisânîye ve tefekkür-i kalbîye mâni’ olduğu zamân ubûdiyet için şifâ taleb eylemiş.
Biz, o münâcât ile birinci maksadımız günâhlardan gelen ma’nevî, rûhî yaralarımızın şifâsını niyet etmeliyiz. Mâddî hastalıklar için ubûdiyete mâni’ olduğu zamân ilticâ edebiliriz. Fakat, mu’terizâne ve müştekiyâne bir sûrette değil, belki mütezellilâne ve istimdâdkârâne bir sûrette ilticâ edilmeli.
Madem O’nun rubûbiyetine râzıyız, o rubûbiyeti noktasında verdiği şeye rızâ lâzımdır. Kazâ ve kaderine i’tirâzı işmâm eder bir tarzda “Ah!”, “Of!” deyip şekvâ etmek; bir nevi’ kaderi tenkîddir, rahmeti ithâmdır. Kaderi tenkîd eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ithâm eden, rahmetten mahrûm kalır. Kırılmış el ile intikâm almak için o eli isti’mâl etmek, nasıl kırılmasını tezyîd ediyor, öyle de, musîbete giriftâr olan adam, i’tirâzkârâne şekvâ ve merâk ile onu karşılasa, musîbetini ikileştirir.
—
12.SÖZ 3.ESAS
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel «Hakk»ı kabûl eder.
Gayede menfaate bedel, «Fazilet ve Rızâ-yı İlahî”yi kabûl eder. Hayatta düstur-u cidal yerine «Düstur-u teâvün»ü esâs tutar.
—
KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİNDE “RIZA”
Rıza; insan kalbinin, başa gelen hâdiselerle sarsılmaması, kaderin tecellîlerini iç hoşnutluğu ile karşılaması;
Diğer bir yaklaşımla, başkalarının üzülüp müteessir oldukları, şaşırıp dehşete düştükleri olaylar karşısında gönül mekanizmasının tam bir sükûn ve itminan içinde olmasıdır.
Rıza, hakikati itibarıyla ilâhî bir armağan, sebepleri itibarıyla da insan iradesiyle alâkalı bir mazhariyettir.
Rıza, Allah’ın kaza, takdir ve muamelelerinin, nefislerimize bakan yanlarıyla, acılık, sertlik ve anlaşılmazlıklarına katlanıp her şeyi gönül rahatlığıyla karşılamak demektir.
Rıza yolu, başlangıç itibarıyla iradî olsa da, sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibarıyla irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağandır.
Ehlullahtan bir kesim, rızayı, tevekkül ve teslimin nihayetinde bir makam olarak görmüş, bazıları da, sâlikin diğer hâlleri gibi kesbî olmayıp zaman zaman zuhur eden, zaman zaman da kaybolan bir vârid olarak kabul etmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine rıza, O’nu sevmek, O’na karşı saygılı olmak, O’na yönelmek ve beklediklerini de yalnız O’ndan beklemek..
rubûbiyetine rıza, hakkımızdaki takdir ve tedbirlerini gönül rahatlığıyla karşılamak, başlangıcı acı görünen hâdiselerde, o hâdise ile gelen şokun atlatılacağı ana kadar sükûtu ihtiyar edip acele karar vermemek..
ve kulları hakkındaki tasarruflarında O’na inanıp O’na güvenmek, dolayısıyla da O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmak şeklinde..
Nebi’nin elçiliğine rıza, bilâ kayd ü şart O’na teslim olup, O’nun hedy ü hidayetini kendi hevâ ve hevesinin önünde tutmak, akıl, mantık ve muhâkemesini O’nun emrine vermek ve kendi zekâsını, O’nun ilâhî vahyi kucaklayan engin fetanetinin aynası hâline getirerek, gölgeye değil asla yönelmek mahiyetinde..
Bazı zamanlarda ve bazı şerait altında böyle bir rıza arayışı insanı, halk içinde de olsa, yalnızlığa ve gurbete itebilir. Ne var ki, Allah maiyyetine ermişlerin ve peygamber çizgisini paylaşanların yalnız kalmayacakları ve gurbet yaşamayacakları da bir gerçektir.
Zaten hayatlarını “üns billâh” atmosferinde sürdürenlerin vahşet ve yalnızlığı da söz konusu değildir.
Böylelerinin yalnızlık ve vahşeti bir yana, muvakkat gurbetleriyle, Hakk’a daha bir yaklaştıklarını, yaklaşıp “üns” esintileriyle coştuklarını ve sonsuzdan gelen meltemleri duyarak gerilip “Allahım, gurbetimi artır, beni, Senden uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terk etme ve gönlüme maiyyetini duyur!” dediklerini çok işitmişizdir.
İnsan ancak, imanının derinliği, amelinin ciddiyeti ve ihsan şuurunun enginliğiyle tevekkül, teslim, tefvîz fasıllarından geçerek rıza ufkuna ulaşabilir.
Rıza, böylesine tahsili güç ve insan iradesiyle elde edilmesi zor olduğundandır ki Cenâb-ı Hak onu doğrudan doğruya emretmemiş; sadece tavsiyede bulunmuş ve o mertebeye erenleri de tebcillerle, takdirlerle pâyelendirmiştir.