YENİ İNSAN MODELİ SERİSİ (BÖLÜM-12) 

BAŞYAZI MÜZAKERESİ:

1-KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEDE HÂLE İLE HALLENENLER-1  (ÇAĞLAYAN BAŞYAZI 01 Kasım 2018)

2-KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEDE HÂLE İLE HALLENENLER-2  (ÇAĞLAYAN BAŞYAZI 01 Aralık 2018)

3-KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEDE HÂLE İLE HALLENENLER-3  (ÇAĞLAYAN BAŞYAZI 01 Ocak 2019)

4-KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEDE HÂLE İLE HALLENENLER-4  (ÇAĞLAYAN BAŞYAZI 01 Şubat 2019)

5-KENDİLERİYLE YÜZLEŞMEDE HÂLE İLE HALLENENLER-5  (ÇAĞLAYAN BAŞYAZI 01 Mart 2019)

***

GİRİŞ

Onlar, Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler

“Bunlardır Hak yolunda yürüyen Adanmışların karakterleri ve Gönülleri Hâle’de Rızaya kilitlenmiş Âbide Şahsiyetlerin sabit halleri…”

Onlar, Ne söylerse söylesin, aslında bu “Fenafillâh” abidesi…Rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiştir.

Onlar, “Ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır(lar)”

Keşke biz de bu mazhariyetlerin farkında olarak hayatımızı hep bu çizgide sürdürebilseydik!..

“Tamamını idrakten âciz olsak da, verdiklerini, vereceklerinin emaresi kabul edip bütün fâniyât u zâilâta bedel, ebedleri peyleme yoluna girerek, “Zatına bakan yönüyle cife, arkasından koşturanlar da kilâb” şu dünya-i fâniyeye gönlümüzü kaptırmadan, makam-mansıp, şan-şöhret, servet-saman, bedenî ve cismanî arzulara bir parça sırtımızı dönüp her zaman o güneşler güneşine karşı sekmeden yürüyebilseydik!..

“Keşke bu duygu, düşünce ve tahayyüllerin onda biri günümüzün müddeî Müslümanlarında da bulunabilseydi!..”

“Keşke Yuvalar bu uhrevi tabloları tahayyül ruh haletiyle kalben ve ruhen cana gelip de o yanıp yakarışlara ses katabilseydi!..”

“Keşke Dinî medâris ve külliyeler bu âh u efgâna bigâne kalmayıp onlar da bu örfâneye iştirak edebilselerdi!..”

“Keşke Kürsüler, mihraplar, minberler günlük aktüalitelerin tesirinden sıyrılarak “Bir nağme de bizden!” deyip o koroya katılabilselerdi!..”

“Keşke bunları görüp anlayan ve anladığını da dillendirebilen birkaç tane entelektüelimiz olsaydı!..”

Heyhat!

Aldandık bu yalancı dünyanın câzibedâr güzelliklerine!..

Tevehhüm-ü ebediyetlerle tûl-i emellere takıldık, kazanma kuşağında neleri ve neleri kaybettik!..

Ne hoş söyler Çağın Sözcüsü: “Eyvah aldandık; bu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik; o zan sebebiyle -biz her şeyi- bütün bütün zayi ettik.. evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti.. şu temelsiz ömür dahi çay gibi akar gider.”

“Bir türlü kendimize gelerek yürekler acısı halimize bakıp Allah’a yönelmedik…”

Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, ciddi bir “Ba’s ü ba’de’l-mevt” ile, bütün bütün şirazeden çıkmış bu çağın şeytan güdümündeki insanlarına da Hâle’ye müteveccih Gönül Erleri Yolunda Dirilişler lütfeylesin!”

HÂSILI ORTALIK TOZ-DUMAN, KAFALAR KARMAKARIŞIK.. RUHLAR VE GÖNÜLLER DE EKSTRA ÜMİDE EMANET.

Onlar, “ bu mülahazalarla nefes alıp verdikçe, çevresinde de nur çağı şive ve deseninde diriliş meltemleri esiyor; hafif de olsa esnemeye durmuş bir kısım gönüller bu âh u zâr karşısında yeniden cana geliyor, resmedilen tabloları hayalen temaşa etme İRFANıyla bir bir KIVAMA yürüyor ve o semavî nağmelerle bir İNİLTİ ve SIZLANIŞ KOROSU oluşturuyorlardı.

***

1- Onların “Feyiz kaynağı, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)”

2- Onlar, “Gözüyle-gönlüyle her zaman O’nu (sav) temâşâ zevki ile mahmur yaşayanlar”,

3- Onlar, “o hal ile hallenme heyecanı içinde sürekli önlerindekini izleyip duran(lar)

4- Onlar, O’na (sav) ulaştıran güzergâhı hiçbir zaman yolcusuz bırakmayan(lar)

5- Onların “Gözler her zaman “hâle”de, gönüller(i) daha ötesinin temaşasına teşne, yüzler-binler, gözlüyor olma mirsâdıyla durmadan “öteler ve öteler ötesi!” deyip o’na doğru kanatlan(ırlar)”

6- Onlar, “düşe-kalka yürüyenlere yürüme âdâbı tâlim edegelmişlerdir.

7- Onlar da, “Hakk’a iman, sinelerde kıpır kıpır bir heyecan kaynağı..”

8- Onlar da, “Marifet ve muhabbet, duygu ve düşüncelerde par par parıldayan bir meşale.. O her şeyin gerçek sahibine iştiyak, sonsuza uzanan yolları aydınlatan bir projektör..”

9- Onlar da, “iştiyak-ı likaullah”, duygu ve düşüncelerde sönmeyen bir enerji kaynağı..”

10- Onların “Gönüller(i), her zaman hâle’dekilerin ufkunu müşahede heyecanıyla çarpmakta..”

11- Onlar “Yürümüşlerdir teklemeden verâlar verâsına..”

12- Onlar da, “Ne yorgunluk ne bıkkınlık; basiretleriyle görüldüklerini değerlendirerek, vicdan mekanizmasıyla ufuk ötesi âlemlerde seyahat azm u ikdâmı içinde bulunu(r)”

13- Onlar “bu hâle dem tutmuşçasına kalbleri haşyetle çarparak ve bütün maddî-manevî anatomileriyle râşeler sergileyerek koşmuşlardır hâle’dekiler şehrâhına doğru.”

14- Onların “Derinlerden derindir iman ve irfanları..”

15- Onların “Tamdır maddî-manevî donanımları..

16- Onlar, “Sıyrılmışlardır bütün benlikleriyle dünya ve mâfîhâdan..”

17- Onlar, “Ayaklarının altına almışlardır nefis ve hevânın kirli dürtülerini..”

18- Onlar, “Zirvelerde kanat açmışlardır ama tir tirdir gönülleri..

19- Onlar, “İnler dururlar günahlarla kirlenmiş mücrimler gibi..”

20- Onlar, “Sorgularlar en derin endişelerle sabah-akşam kendilerini..”

21- Onlar, “Vird ü zeban edinmişlerdir; Bu günahlarla tartarsa beni Hazreti Rahman,/ Kırılıverir arsa-ı mahşerde arş-ı mizân. mülahazalarını.”

22- Onlar, “Sızlanır dururlar gece-gündüz bu içe dönük hislerle..

23- Onlar, “Hep zirvelerdedirler ama her zaman tevazu ve hacalet duygusuyla oturur-kalkarlar..

24- Onlar, “Tiksinti duyarlar takdirden, alkıştan..”

25- Onlar, “Nefret ederler şan, şeref ve ihtişamdan..”

26- Onlar, “İnsanlardan bir insan görüntüsü sergilerler her halleriyle..

27- Onlar, “Kendilerine atfedilen güzellik, başarı ve fevkaladelikleri sahibinden bilir ve tahdîs-i nimet mülahazasıyla rükû durumundan hemen secde tavrına yönelirler.

28- Onlar, “Değildir bu bana lâyık ben bir bende,/ Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!. (M. Lutfi Efendi) hissiyle kendilerini bir kere daha yerden yere vurur; tevazu ve mahviyet dillendirmeye dururlar.

29- Onlar, “Huy edinmişlerdir Kur’ân’ın şu önemli düsturunu: “Sana lütfedilen güzellikler Allah’tan, başına gelen bela, musibet ve kötülükler de senin kendindendir.” (Nisâ Sûresi, 4/79)

30- Onlar, “Unutmazlar yıllar ve yıllar geçse de irtikâp ettikleri bir hatayı, bir zelleyi..”

31- Onlar, “Unuturlar binlere kâfi gelecek yaptıkları iyilikleri ve güzellikleri..

32- Onlar, “Gelse akıllarına göz kamaştıran bir muvaffakiyet ve zafer, “vifak ve ittifaka Allah’ın Tevfiki...” der sıyrılıverirler işin içinden.”

33- Onlar, “Her zaman Hakk’a müteveccih bir kalb ve ruh insanı

34- Onlar, “rüya ve hülyalarında dahi mesâvî ile tanışmamış, her göz açıp kapayışında hâle temaşasıyla kendinden geçmiş(ler)”

35- Onlar, “sürekli o feyiz kaynağı istikametinde vuslat arzu ve iştiyakıyla kanat çırpıp durmuş(lar)”

36- Onlar, “ Duygu ve düşünce(leri) bu, arzu ve emeli O nuranî çizgi olmasına rağmen hep; Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi? / Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!. (seyyid nigârî) mülahazasıyla Kendini Sıfırlayarak, sürekli “O” deyip durmuş(lar) ve ve gözlerini bütün bütün ağyar âlemine kapamış(lar)”

37- Onlar, “basar ve basiretiyle mütemadi bir hâle temaşası içinde

38- Onlar, “Gönül (leri) onlarla aynı ziya içinde bulunma heyecanıyla çarpıp duruyor ve kulluk hakkını bu zirveler üstü zirvede eda etme iştiyakıyla oturup kalkıyor(lar)”

39- Onların, “iç çekiş ve yakarışlar Hâle’dekilerin sızlanışları çizgisinde sürüp gider; sürüp gider de o, bu iç yakan âh u efgânıyla, kalb kasvetine yenik düşmüş cismaniyet insanlarına ve çizgi kaymalarıyla hedef sapması içinde bulunanlara, gönül diliyle ne besteler ne besteler sunar (lar)

40- Onlar, “Bu sûzişî nağmeleriyle, duyup hissettiklerini bencileyin yolzedelerin ruhlarına duyurmaya çalışır(lar)”

41- Onlar, “ çok yüksek hislerle Allah’a iç döküşlerini ve nefsiyle yüzleşmelerini öyle tesirli iniltilerle sunar(lar) ki, anlayanlara bir saba nağmesi tesiri icra eder ve böyleleri bütün bütün ölmemişlerse, kalkar Hak kurbetine koşarlar. (O içten nağmelerle uyanıp kendimize gelmeyi Allah bize de müyesser kılsın!..)

42- Onlar, “Hakk’a iç döküşle; O’na gönülden yönelişin her yöntemini kullanmak ister. Kendiyle yüzleşme ve arkadan gelenlere inâbe yolunu işaretleme çizgisinde bir kere daha kor başını rahmet ü re’fet eşiğine ve farklı bir çerçevede sızlanmalara salar(lar) kendi(leri)ni

43- Onlar, “Ne söylerse söylesin, aslında bu “Fenafillâh” abidesi...Rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiş(lerdir)”

44- Onlar, “bir farklı sızlanış tablosu daha sergileyerek, o derinlerden derin istiğfar, tevbe ve inâbe kurnalarına koşar(lar)”

45- Onlar, “İrfan ufkuyla mebsûten mütenasip (doğru orantılı) çevreye öyle âh u vâhlar salıverir(ler) ki, o çığlıkları duyunca, bu âh u vâhı kirlerle âlûde bir mücrimin sızlanışları sanırsınız. Ne var ki, biz tam anlamasak da bu iç çekişler birer mukarrabîn ufku iniltisi ve nâdânlara ezan sesiyle birer uyarma ve ikaz nefesi mahiyetinde temcîd edalı nağmelerdir.

46- Onlar, “Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden kopup gelen ve biz gafillere şamar mahiyetindeki şu iç döküşlerde bulunur(lar)”

47- Onlar, “ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır(lar)”

48- Onlar, “O’nun tarafından görülüyor olma zirvesinin ötesinde Huzur-ı Kibriyâda bulunuyormuşçasına ney gibi inler ve bir dîdebân tavrı sergiler(ler)”

49- Onlar, “tepeden tırnağa günahlarla âlûde bir mücrim hissiyatıyla en içten yakarışlara yönelir(ler).”

50- Onlar, “iki korku ile iki emniyetin beraber olamayacağı iz’ânıyla yakarıştan yakarışa geçer(ler)”

51- Onlar, “titreyen elleriyle hep rahmet u re’fet kapısının tokmağına dokunur ve dur-durak bilmeden sürekli sızlanır durur.. sızlanır durur ve hislerini gözyaşlarıyla taçlandırırken de inanma urbası altında hakiki imandan uzaklaşmış, mehâfet ve mehabet hissinden mahrum ölü ruhlara tebah mesajları sunar(lar).”

52- Onlar, “ bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla “Keremkânım!” dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O(nlar) böyle davranmakla ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.”[1] ümitbahş ferman-ı sübhânîsiyle rükûdan kavmeye doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs’atini gösterme hali sergiler(ler)”

53- Onlar, “âh u efgânla reca-havf eksenli yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir(ler)

54- Onlar, “Hatta bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk’ın rahmet enginliğini duyurur(lar)”

55- Onlar, (yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere) “duyup ettiği şeyleri paylaşmaya çağırır(lar)”

56- Onlar, (yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere) “havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba’su ba’de’l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir(ler)

57- Onlar, (yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere) “İsrafil solukları türünden nefeslerle onları yitirdikleri mihraba yönlendirir(ler)

58- Onlar, “Havf hissi, reca iz’ânıyla, Hak’la münasebeti adına kendini konumlandırdığı yerin hakkını eda edememiş olma tavrıyla o yüksek “akrabü’l-mukarrabîn” kâmet-i bâlâ yörünge değiştirerek, adeta, “Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır.” düşüncesiyle ilahî lütuflar sağanağını bir kere daha nazara alarak şükürle gürlemeye durur(lar)

59- Onlar, “şükran kapısı eşiğine yüz sürerek, Hakk’ın “lâyü’ad ve layühsâ” nimetlerine mukabil dil-dudak latîfe-i rabbâniyenin emrinde, hamd ü senâ nağmeleriyle gür(lerler)”

60- Onlar, “baş(lar)ı her zaman utûfet kapısının eşiğinde, kalb gözü basiretleri kapı aralığında, teveccühe teveccüh beklentisiyle kalb ritimleri “Hû, Hû” diye atarak dillendirir(ler)”

61- Onlar, “Hakk’a öyle sadakat ve istikamet besteleri sunar ki, hayranlıkla kulak kesilir yer ve gökteki mukarrebler.

62- Onlar, “vefa nağmeleriyle içini döker Yaradan’a ve beraat fermanı beklemeye durur(lar)

63- Onlar, “Yetinmez bu itaat ve inkıyat iniltileriyle, rahmet ve şefaat kapısının tokmağına dokunmakla; “iman-ı kamil, amel-i sâlih” der sızlanır.. âh u vâhlarını ihlas ve rıza ufkuyla taçlandırmaya koşar(lar)”

64- Onlar, “Doymaz nâmütenâhî istikametindeki şahlanışında her vesileyi değerlendirmeye.. yönelir yerinde muhabbet mihrabına.. aşk dilenciliğine durur Maşuk-ı Hakîkî’den.. yetinmez elde ettikleriyle, “daha!” der; kanat çırpar, yükselir verâlar verâsı ufuklara..”

65- Onlar, “ulaşmak istediği zirveye erme adına kalmaz eşiğine baş koymadığı ve teveccüh etmediği sıfât ve şuûn.. gönülden hep bir dilenci tavrıyla süsler niyazlarını o “Güzel İsimler” boyasıyla..

66- Onlar, “bilmez nazlanmayı, inler sürekli Hazreti Yakup ve Yûnus İbn Mettâ gibi… iniltileriyle, tasa ve dağınıklıkla hep Hazreti Müşkil-küşâ’nın kapısı önünde.. sızlanır ve Kudreti Sonsuz’a ne inceden ince niyaz besteleri sunar(lar)”

67- Onlar, “Rıza televvünlü reca hissiyle her vâridi bir armağan gibi öper, başına kor; olup biten bütün bu ihsasları özel bir teveccüh anlayışıyla ve “Rabbimin benimle muamelesi!” mülahazasıyla karşılar; Rab’den birer armağan saydığı bütün bu deyiş ve sezişleri iç içe sevinç hissiyle istikbal eder(ler)”

68- Onlar, “hiçbir zaman dinmeyen heyecanları ve azm ü ikdamları..

69- Onlar, “baş döndüren semâvîlikleri ve melekleri imrendiren, şeytanları fersah fersah uzaklaştıran kalb ve ruh desenindeki tavırları

70- Onlar, “Hâle ile içli dışlıydı; o atmosfer içinde Hazreti Kamer-i Münîr’den gelen ışık tayflarıyla duyulmazları duyuyor ve alınabilecek her şeyi alıyor(lar)dı.. duyup aldığı kadar da çevresine veriyor, ruha ve sırra uzanan güzergâhta yüzlercenin yolunu aydınlatıyor(lardı).”

71- Onlar, “duyup hissettiklerini çevresine duyurma heyecanıyla yaşıyor ve sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkıyor(lardı).”

72- Onlar, “edip eylediklerini yetmezlikle değerlendiriyor(lardı)..”

73-Onlar, “tekrîm u tazimle yâd ediliyor ama fahre, gurura bütün bütün kapalı kalmada da sürekli bir mahviyet ve tevazu tavrı sergiliyor(lardı)..”

74-  Onlar, “Hakk’a içini döküp, inleme ve sızlanışlarıyla sabâ ritmi içinde, çevresine hep âh u efgân telkin ediyor(lardı)..”

75- Onlar, “Hayaline bile bulaşmamıştır!” diyeceğimiz, mazhariyetlerinin gereği sayıp gözünde büyüttüğü en önemsiz sisi-dumanı dahi devâsâ masiyetler şeklinde değerlendirerek kemâl emaresi mülahazalarıyla hep sızlanıp duruyor(lardı)..”

76- Onlar, “Dil-dudak latîfe-i Rabbâniyenin emrinde her ân hıçkırıp duruyor(lardı)..”

77- Onlar, “ bu mülahazalarla nefes alıp verdikçe, çevresinde de nur çağı şive ve deseninde diriliş meltemleri esiyor; hafif de olsa esnemeye durmuş bir kısım gönüller bu âh u zâr karşısında yeniden cana geliyor, resmedilen tabloları hayalen temaşa etme irfanıyla bir bir kıvama yürüyor ve o semavî nağmelerle bir inilti ve sızlanış korosu oluşturuyorlardı.

***

Şimdi, kırık-dökük bir kısım ifadelerle de olsa, gözleri, gönülleri hâle’de hak kapısının sâdık bendelerinin kendileriyle yüzleşmeleri adına “DERYADAN KATRE” deyip bazı örnekler üzerinde durmak istiyorum:

1- İmam Zeynel-Âbidîn [1]

2- Üveys el-Karanî [2]

 

DİPNOTLAR

[1] İMAM ZEYNELÂBİDÎN, nübüvvet şecere-i mübarekesinin nurefşân meyvelerinden âbide bir şahsiyetti.. Baba hazreti hüseyin, nine hazreti fatıma, dede haydar-ı kerrâr, şah-ı merdan ve dedeler dedesi ise hazreti ruh-u seyyidi’l-enâm’dı (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, bu aydınlık dünyada hayata gözlerini açmış, hep âb-ı kevser yudumlaya yudumlaya boy atıp gelişmiş bir bahtiyar ve her zaman hakk’a müteveccih bir kalb ve ruh insanıydı. Öyle ki rüya ve hülyalarında dahi mesâvî ile tanışmamış, her göz açıp kapayışında hâle temaşasıyla kendinden geçmiş, sürekli o feyiz kaynağı istikametinde vuslat arzu ve iştiyakıyla kanat çırpıp durmuştu.

Duygu ve düşünce(leri) bu, arzu ve emeli O nuranî çizgi olmasına rağmen hep;

Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?

Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!. (seyyid nigârî) Mülahazasıyla kendini sıfırlayarak, sürekli “o” deyip durmuş ve gözlerini bütün bütün ağyar âlemine kapamıştı. Zira o, basar ve basiretiyle mütemadi bir hâle temaşası içindeydi.. Gönlü onlarla aynı ziya içinde bulunma heyecanıyla çarpıp duruyor ve kulluk hakkını bu zirveler üstü zirvede eda etme iştiyakıyla oturup kalkıyordu.

Bu hususta kelime darlıklarına takılmadan mazmun yörüngesinde konuyu götürmeye çalışacak, bazen bir kısım fasılları atlayıp onun o canhıraş çığlıklarının seslendirildiği ifadeler arasında dolaşacak, bazen de istidradî mülahazalarla durum değerlendirmelerine temas edip ondaki o iç sızlanışları nefsim gibi nefislere duyurma tasdi’inde bulunacağım. Şimdi ifadelerdeki mazmuna bağlılığın göz ardı edilmemesi kaydıyla diyorum; Hazret’in hiçbir zaman dilinden düşürmediği nağmelerdi şu içten sızlanışlar:

Allahım! Yapageldiğim hata ve günahlar ruhuma bir zillet urbası giydirdi. Senden ayrı düşmekle -neye ayrı düşme diyorsa?!.- kendimi ciddi bir meskenet libası içinde buldum. İşlediğim devâsâ hatalar -yüz bin defa hâşâ!- kararttı kalbimi; sana sığınırım ey biricik Matlûb u Maksûd u Mahbûb’um! Ciddi bir tevbe ameliyesiyle dergâhına teveccühümü kabul buyurarak, beni bir ‘ba’s u ba’de’l-mevt’ ile yepyeni bir dirilişe erdir. -sen de diri değilsen, bilmem ki ben gibi mezar-ı müteharrik bedbahtlara ne demek, nasıl sızlanmak düşer?!.- kasem ederim ki, ben hiçbir zaman yaralarımı sarıp sarmalayacak ve derdime derman olacak senden gayrı birini bilmedim, bilmiyorum ve her şeye rağmen huzurunda el pençe divan tavrıyla affedilme intizarı içindeyim. Kovarsan bendeni hangi kapıya yönelir ve kime sığınabilirim? Kovulursam o kapıdan vay benim halime ve utanılacak ahvâlime!..”

A be gözümün nuru, biz seni ve emsalini o siyer aynalarında yüzünüz yerde içten iniltilerinizle tanıdık. Bu âh u vâh’a sebep, hak’la engin münasebetin konumu açısından rüyalarında bazen hayaline çarpan gelip geçici sis-dumansa, evet eğer iniltilerini tetikleyen bunlarsa, ne mutlu sana.. Ve vay haline o sis-duman içinde ömür geçiren bencileyin çağın tali’sizlerine ve kendini dindar sanan teologlarına!

Bu deyip ettikleriyle yetinmeyip inilti bestelerinde daha bir meyan yapar ve içini çekerek farklı bir sızlanış faslına geçer:

Ey en büyük günahları bile bağışlayan ve çâk çâk olmuş sineleri şefkatle sarıp sarmalayan yüce rabbim! Senden, o yüz karartan günahlarımı yarlıgayıp affetmeni, o utandıran hatalarımı setretmeni, bağışlayıcılığının o sıcak atmosferinde re’fet ve rahmetinle sıyanet buyurdukların arasında bendeni de bağışlamanı diliyor ve dileniyorum.

Keşke bu sızlanışların yüzde biri mabetlerde ömür geçiren, zaviyelerde caka yapan, dinî mektep görünümlü gaflet yuvalarında ömür tüketen ve hayatlarını “yaptım, ettim” hırıltılarıyla geçiren taklit sürülerinin ruh dünyalarında da bulunabilseydi!..

Eğer günahlara tevbe ve inâbe, gönülde duyulup hissedilen bir pişmanlıksa, yeminler olsun, edip eylediklerime bin pişmanım! ‘estağfirullah’ deyip senden bağışlanma dileğinde bulunmak hataların ref’ine bir vesile ise, en içten nedametlerle inliyor ve bu biçare kapı kulunu bağışlamanı diliyorum!

Hazret, iniltileri ayyukta iç döküşlerini devam ettiriyor:

Geçiyorum bazı iç çekiş ve sızlanışları, bunları saygıma verebilirsiniz. Söz yine onda:

Allahım! Kullarına tevbe kapılarını ardına kadar açan, tevbe-inâbe unvanıyla bunu bize bir bişâret gibi sunan ve ‘ey mü’min kullarım! İçten ve gönülden tevbelerle rabbinize yönelin.’ (tahrîm sûresi, 66/8) ferman-ı celiliyle dergâh-ı nezd-i ehadiyetine çağıran sensin. Senin açtığın bu kapıya yönelenlerin beklentilerine nâil olacakları da senin kereminin muktezasıdır. Evet, günah ve hatanın, kullarına yakışmadığı muhakkak ama afv u mağfirette de senin bir keremkânî bulunduğunda şüphe yok.

İlave edelim:

Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!.. (m. Lütfi)

İmam, her zaman farklı bir derinlikte devam ettirdiği âh u enînlerini şu zebercet beyanlarla da seslendirir:

“Ey Rab, ömrünü isyan vadilerinde geçirdikten sonra, içten bir pişmanlık hissiyle Sana yönelip rahmet kapının tokmağına dokunan, dokunup Senin rahmet, şefkat ve utûfet teveccühlerini bekleyen ilk insan ben değilim; daha niceleri o kapının eşiğine baş koydu ama hiçbiri geriye boş dönmedi.” Böyle deyip sızlanır ve şu engin reca nağmeleriyle devam eder:-

“Ey yüceler yücesi Rabbim! Ben huzur-ı kibriyâna zâdsız-zahîresiz yöneldim; Sen bir keremkânisin; dua ve tazarrularıma icâbet buyur; beni ümit ve beklentilerimde inkisara uğratma!”

Bu iç çekiş ve yakarışlar Hâle’dekilerin sızlanışları çizgisinde sürüp gider; sürüp gider de o, bu iç yakan âh u efgânıyla, kalb kasvetine yenik düşmüş cismaniyet insanlarına ve çizgi kaymalarıyla hedef sapması içinde bulunanlara, gönül diliyle ne besteler ne besteler sunar.. ve bu sûzişî nağmeleriyle, duyup hissettiklerini bencileyin yolzedelerin ruhlarına duyurmaya çalışır. Güfteler Hâle’den, nağmeler ateş-i aşkla yanan o melek sineden, bir ezan sesiyle,

Gafletle uyumak ne revadır abd-i hakîre,

Şefkatle nida ederken Rahman gecelerde. (İbrahim Hakkı)

mazmununda, çok yüksek hislerle Allah’a iç döküşlerini ve nefsiyle yüzleşmelerini öyle tesirli iniltilerle sunar ki, anlayanlara bir saba nağmesi tesiri icra eder ve böyleleri bütün bütün ölmemişlerse, kalkar Hak kurbetine koşarlar. O içten nağmelerle uyanıp kendimize gelmeyi Allah bize de müyesser kılsın!..

Yetinmez Hazret bu şekilde Hakk’a iç döküşle; O’na gönülden yönelişin her yöntemini kullanmak ister. Kendiyle yüzleşme ve arkadan gelenlere inâbe yolunu işaretleme çizgisinde bir kere daha kor başını rahmet ü re’fet eşiğine ve farklı bir çerçevede sızlanmalara salar kendini: “Allah’ım! İşlediğim hata ve günahlar -neye günah diyorsa?!.- zillet urbaları giydirdi ruhuma.. cüda düştüm Senden ve kendimi meskenet libası içinde hissediyorum. Günahlar bî hadd ü pâyân kalbimi simsiyah hale getirdi. -Bu ne derin bir iç murakabesi!- Kapındayım, başım şefkat eşiğinde; ey o Biricik Mabud u Maksûd! Kabul buyur bu yönelme ve inâbemi!.. Bir kez daha Senin o yücelerden yüce dergâhına yöneldim. Başım önümde huzur-ı azametin karşısında el-pençe divan duruyor, affıma ferman bekliyorum. Gayri eğer uzaklaştırırsan bu bendeni kapından, kime yönelir, kime sığınırım?!. Ey günahların en büyüğünü dahi affeden ve dağınıklığa düşmüş yaralı gönülleri sarıp sarmalayan yüce Rab! Senden, o yüz kızartan hatalarımı bağışlamanı, affedip yok saymanı, bütün mesâvîmi setretmeni diliyorum. Ötelerde sevdiklerine iltifatını, o lütuf, kerem ve rahmetinin serinletici iklimini benden de esirgeme!”

Onlar, Ne söylerse söylesin, aslında bu “Fenafillâh” abidesi…Rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiştir.

Bu sözlerle bir farklı sızlanış tablosu daha sergileyerek, o derinlerden derin istiğfar, tevbe ve inâbe kurnalarına koşar. İrfan ufkuyla mebsûten mütenasip (doğru orantılı) çevreye öyle âh u vâhlar salıverir ki, o çığlıkları duyunca, bu âh u vâhı kirlerle âlûde bir mücrimin sızlanışları sanırsınız. Ne var ki, biz tam anlamasak da bu iç çekişler birer mukarrabîn ufku iniltisi ve nâdânlara ezan sesiyle birer uyarma ve ikaz nefesi mahiyetinde temcîd edalı nağmelerdir. Ne der ve Onun bu yakarışlarına bir iç çekiş ve bir sızlanış mahiyetinde sûzişî iniltiler diyebilirsiniz.

Bu itibarla da o, başı hep Hak kapısının eşiğinde “Bahtına düştüm!” der durur. İşte o sızlanışlardan bir hicaz iniltisi daha: “Ey yüce Rabbim! Beni hiçbir zaman Senden cüda kılıp kötülüklere düşürme; hatadan hataya düşüp isyan deryasına sürüklenmeme fırsat verme ve Senin gazabını gerektiren hususlara sürüklenmekten bendeni muhafaza buyur! Beni bitip tükenme bilmeyen tûl-i emeller arkasından koşturan, belâ ve musibetler karşısında sürekli sızlanıp duran, her hayırlı işi kendinden bilen, her zaman mâlâyâniyâta meyyal bulunan, gaflet ve nisyanlarla mâlemâl, günahlara karşı her dem açık; Sana yönelmeye, tevbe ve inâbede bulunmaya gelince ‘yarın’ deyip erteledikçe erteleyen şu baş belası nefs-i emmâremi Sana şikâyet ediyorum.”

Otağını itmi’nan ufkuna kurmuş bu sâfi ve zâki ruh bilmem ki neye nefs-i emmâre diyor?!. Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden kopup gelen ve biz gafillere şamar mahiyetindeki şu iç döküşlerde bulunuyor: “Ey Rab! Çeşit çeşit vesveselere esir, kaskatı kesilip paslanmış şu mürde kalbimi, havf u haşyet nedir unutmuş halimi Sana şikâyet ediyorum.” Gözyaşı ve kalb ürpertilerini asırlar ve asırlar ötesinde unutmuş; Müslümanlığı şeklîlik ve surîliğe emanet bu çağın كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا mâsadakı dünyaperest ruhlar bilmem ki bundan bir şey anlayacaklar mı? Ben hiç zannetmiyorum!..

Hazret bunlarla da yetinmez; yönelir mehâfet ve mehâbet ufkuna ve insanî kemâlâtın temel unsurlarına.. yönelir رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ hakikati zıllinde gerçek fazilet unsuruna; Akif’in şu mısralarını seslendiriyor gibi inler ve bir kere daha Hak karşısında iki büklüm olur:

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden silinsin farz edelim havfı Yezdân’ın

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.

Hayat artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…” (M. Akif)

Böyle düşünür ve ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır. Bu duygularını mehâfet ve mehâbet nağmeleriyle dillendirir; O’nun tarafından görülüyor olma zirvesinin ötesinde huzur-ı kibriyâda bulunuyormuşçasına ney gibi inler ve bir dîdebân tavrı sergiler. İşte bu konuda da farklı desen ve farklı renkte ümit edalı bir kaç demet havf u haşyet zemzemesi:

“Ey merhamet ve şefkat sultanı yüce Rabbim! Sana yönelen bu bendeni ve bu kapıkulu gedânı Sensizlik ateşine mi atacaksın? Edip eylediklerini ancak Senin engin rahmet ummanlarının arındıracağı bu âcizi afv u safhından mahrum mu bırakacaksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Sen hiçbir zaman dergâh-ı ulûhiyetine yönelenleri eli boş ve inkisar içinde geriye çevirmemişsindir.” -Burada solukları kesilmişçesine ve mehâfet mızrabı yemiş bir kalb iniltisiyle- “Ne olurdu bir bilebilseydim; adımı ‘saîdler’ defterine kaydedip beni yakınlığınla şereflendirdiğini! Bilseydim de gözüm gönlüm sürurla, sevinçle tüllenseydi!.. Ey Rab! Şöyle-böyle seni bilip Sana inananların yüzüne rahmet kapılarını kapama! Ümit ve inancım, yüce varlığını duyurmakla ihyâ ettiğin gönülleri Sensizlik zilletine bırakma -hiçbir zaman bırakmamıştın- bırakıp da firkat ve cehennem ateşine yakma! Rabbim! Ben kulunu, gazap ve azap eleminden koru!.. Hayırlı ve hayırsızın birbirinden ayrılacağı, hesap endişesiyle elin-ayağın birbirine dolaşacağı, iyiliklerle serfirâz ruhların kurbet neşvesiyle kendinden geçeceği, hayatını kirletmiş bahtsızların uzaklık hicranıyla tir tir titreyeceği.. ve hiç kimsenin zerre miktarı haksızlığa maruz kalmayacağı o çetinlerden çetin günde beni Cehennem azabından koru!..” diyerek derin bir endişe içinde bulunduğunu dillendirir..

tepeden tırnağa günahlarla âlûde bir mücrim hissiyatıyla en içten yakarışlara yönelir.. iki korku ile iki emniyetin beraber olamayacağı iz’ânıyla yakarıştan yakarışa geçer.. titreyen elleriyle hep rahmet u re’fet kapısının tokmağına dokunur ve dur-durak bilmeden sürekli sızlanır durur.. sızlanır durur ve hislerini gözyaşlarıyla taçlandırırken de inanma urbası altında hakiki imandan uzaklaşmış, mehâfet ve mehabet hissinden mahrum ölü ruhlara tebah mesajları sunar.

Hazret’in, bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla “Keremkânım!” dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O böyle davranmakla ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.”[1] ümitbahş ferman-ı sübhânîsiyle rükûdan kavmeye doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs’atini gösterme hali sergiler. Adeta bir şairimizin dediği gibi,

Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam yâ Celîl

Rahmetin bahrına nisbet ‘Ennehû şey’ün kalîl.’

mazmununa göre davranır; günah ve hataların yüzüne tükürerek, “Destgîrim ol!” iniltileriyle “Rahmet, Rahmet!” deyip başını reca eşiğine koyar; oksijen yudumluyor gibi bir ruh haleti içine girer ve inler. İşte o soluklardan birkaç damla:

Ey kulları Kendisine yöneldiğinde hemen teveccüh-ü rahmette bulunan.. hiçbir zaman onların ümitlerini karşılıksız bırakmayan.. onları, Kendine yaklaştıran ekstra yol ve disiplinlerle cüdâ düşme hicranından kurtaran.. günah ve mesâvîyle kirlenmiş olanların ayıplarını setreden… yüceler yücesi Rabbim! Ümitle kapına yönelip eşiğine baş koyanları hiçbir zaman boş çevirmediğin gibi, bendeni de melül, mahzun yüz üstü bırakma!

Bu âh u efgânla reca-havf eksenli yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir. Hatta bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali’sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk’ın rahmet enginliğini duyurur.. onları, duyup ettiği şeyleri paylaşmaya çağırır.. onlara havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba’su ba’de’l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir; gösterir ve İsrafil solukları türünden nefeslerle onları yitirdikleri mihraba yönlendirir.

Sürüp giden bu engin fasıldan es geçtiğim çok noktalar oldu. Ondan ve okurlardan özür dileyerek, bu zebercet mülahazalara da bir nokta koyup, onun o ledünnî zenginlikli ruh anatomisine has başka türden sızlanışlarıyla, dili kalbinin güdümünde, düşüncesi metafizik âlemler ötesinde, sırrı öteler ötesi nâkâbil-i idrak zirvelerde, gözyaşları ceyhun, melek âvâzlı nağmelerinden de birkaç demet -çoğumuz bir şey anlamasak da- hayatbahş bazı hususları arz etmek istiyorum. İşte, mazmun yörüngeli ruh destanı o mülahazalardan birkaç soluk:

Allahım! Azıksızım ama Sana olan tevekkül ve teslimim tamdır. Buna rağmen cürümlerimin sınırsızlığını düşününce, tir tir titriyor ve azabına maruz kalacağım korkusuna kapılıyorum. Vakıa rahmetinin vüs’ati gözümde tüllenince de gönlüm emn ü emân hissiyle şahlanıyor. İşte, o ruh haleti içinde bulunduğumda günahlarım su-i âkıbetle inletse de affına olan ümidim ruhuma bağışlanabilme sinyalleri salıveriyor.” -Bu ne mukarrebce bir denge!.. Bu ne derin bir havf u reca izdivacı!- “Huzur-ı kibriyâna eli boş varsam da lütf u kerem enginliği mülahazası şahlandırıyor bendeni ve gözlerim re’fetinin varidat vaadiyle pâr pâr parıldamaya duruyor. Öyle ki, isyanlarla mâlemâl olduğum aynı anda, gönlüm ekstra gufran sürprizleri ve üns esintileriyle iç içe ritim değişiklikleri sergilemeye başlıyor… Huzurundayım ey Rab! Salıyorum kendimi rahmetinin çağlayanlarına.. ve uzaklaşabildiğim kadar kendimden uzaklaşıyor, bütün benliğimle Sana yöneliyorum!..

Havf hissi, reca iz’ânıyla, Hak’la münasebeti adına kendini konumlandırdığı yerin hakkını eda edememiş olma tavrıyla o yüksek “akrabü’l-mukarrabîn” kâmet-i bâlâ yörünge değiştirerek, adeta, “Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır.” düşüncesiyle ilahî lütuflar sağanağını bir kere daha nazara alarak şükürle gürlemeye duruyor.. ve şükran kapısı eşiğine yüz sürerek, Hakk’ın “lâyü’ad ve layühsâ” nimetlerine mukabil dil-dudak latîfe-i rabbâniyenin emrinde, hamd ü senâ nağmeleriyle gürlüyor:

Allahım! Peşi peşine sağanak sağanak idrak ufkumun üzerine boşalan o engin eltâfına ne diyeceğimi bilemiyorum.. fazl u kerem kaynaklı Senin utûfe-i sübhâniyen karşısında dilim tutuluyor ve diyeceklerimi diyemez hâle geliyorum. Senin çağlayanlar gibi akıp gelen, liyâkatimi çok çok aşkın özel lütuflarını وَإِنْ تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لَا تُحْصُوهَا “Saymaya kalksanız sayamazsınız ilahi nimetleri!” (İbrahim sûresi, 14/34; Nahl sûresi, 16/18) adesesiyle temaşaya aldığımda bir şey diyememe acziyle kırılıyor kolum-kanadım ve iki büklüm oluyorum… Evet, Senin o hususi atıyyelerin karşısında hamd ü senâmın yetersizliğiyle iç içe hicaplar yaşıyorum. İmanla gerçek dirilişe erişim.. İslâm’la dergah-ı sübhâniyene yönelişim.. boynumda kulluk tasması, başım kerem ve ikram eşiğinde.. elim re’fet ve utûfet kapısının tokmağında, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Bunların hepsi Senden.” diyor, şükürle gerilime geçiyorum. Ne var ki Sana karşı bu şükür hissi de yine Senden. Zira ne zaman Sana şükretsem bu da Senin ayrı bir lütfun olması itibarıyla -şükürler sâlih dairesiyle- Sana hiçbir zaman hamd ü senamı tamam olarak yerine getiremeyeceğim.

Keşke biz de bu mazhariyetlerin farkında olarak hayatımızı hep bu çizgide sürdürebilseydik!.. Tamamını idrakten âciz olsak da, verdiklerini, vereceklerinin emaresi kabul edip bütün fâniyât u zâilâta bedel, ebedleri peyleme yoluna girerek, “zatına bakan yönüyle cife, arkasından koşturanlar da kilâb” şu dünya-i fâniyeye gönlümüzü kaptırmadan, makam-mansıp, şan-şöhret, servet-saman, bedenî ve cismanî arzulara bir parça sırtımızı dönüp her zaman o güneşler güneşine karşı sekmeden yürüyebilseydik!.. Heyhat! Aldandık bu yalancı dünyanın câzibedâr güzelliklerine!.. Tevehhüm-ü ebediyetlerle tûl-i emellere takıldık, kazanma kuşağında neleri ve neleri kaybettik!.. Ne hoş söyler Çağın Sözcüsü: “Eyvah aldandık; bu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik; o zan sebebiyle -biz her şeyi- bütün bütün zayi ettik.. evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti.. şu temelsiz ömür dahi çay gibi akar gider.”

Ama ne acıdır ki, büyük ölçüde bu bâzîçede aldandık ve ebedleri kaybetme pahasına şu fettân ve vefasız dünyanın sûrî güzelliklerine takılarak ebedi âlemleri bütün bütün nisyanlara gömdük ve geleceğimizi kararttık. Öyle ki ne ilahî atıyye ve behiyyelerin şükrünü tam eda edebildik, ne de onlarla peylenebilecek o gerçek yarınların ayn-ı hayat olduğunu kavrayabildik. Ziya Paşa soluklarıyla ifade edecek olursak:

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık!

Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık!..

Aslında kazanmamız da mümkün değildi; zira hiç ölmeyecek gibi kendimizi hevâîliğe salarak dünya mezraasını kupkuru çöle çevirdik ve ebediyetlere uzanan dünya güzergâhındaki köprüleri de bir bir yıkarak öteler inanç ve düşüncesine bir sünger çektik. Bir türlü kendimize gelerek yürekler acısı halimize bakıp Allah’a yönelmedik…

Hazreti İmam, başı her zaman utûfet kapısının eşiğinde, kalb gözü basiretleri kapı aralığında, teveccühe teveccüh beklentisiyle kalb ritimleri “Hû, Hû” diye atarak dillendirir başka bir yönelme yöntemini. Hakk’a öyle sadakat ve istikamet besteleri sunar ki, hayranlıkla kulak kesilir yer ve gökteki mukarrebler:

Ey Rabbim! Çeşit çeşit şek ve şüphe tahayyülleri -bunlar onun ufkuna ait iniltiler- sürekli köpürüp duruyor içimde. Bulandırıyor Senin o dupduru lütuflarının semâvî saffetini. Ne olur kaldır yakınlığına engel bu şekk ü şüphe sisini dumanını, gelip geçici de olsa kulluk tavrına uygun düşmeyen yakışıksız mülahazaları!.. Gönlümü yalvarıp yakarma hissiyle coştur! Kalbimi hep Sana yakın bulunma idrak ve şuuruyla gerçek dirilişe erdir!..

Yüzde bir ihtimalle zelle yaşama endişesiyle tir tir titrer; beyninin bütün fakülteleriyle, birinin ifade ettiği mazmun çerçevesinde,

Başım rahmet kapının eşiğinde,

Sana teveccüh zevki içindeyim;

Olsam da günahlarla âlûd bende,

Yüzümün karasıyla emrindeyim.

vefa nağmeleriyle içini döker Yaradan’a ve beraat fermanı beklemeye durur, beklediği gibi o güne kadar.

Yetinmez bu itaat ve inkıyat iniltileriyle, rahmet ve şefaat kapısının tokmağına dokunmakla; “iman-ı kamil, amel-i sâlih” der sızlanır.. âh u vâhlarını ihlas ve rıza ufkuyla taçlandırmaya koşar:

Ey Rabb-i Rahim’im! Bizi, hoşnutluğunu hedefleyip soluk soluğa koşan gönül erbabından eyle! Her an gözü o kapıda, eli kapının tokmağında bulunan aciz bendelerini, onlarca en büyük iltifat sayılan rıza ve aşk u iştiyak düşünceleri ve içten düşleriyle, Senin sımsıcak teveccühüne vesile huzur-ı kibriyânda, kemerbeste-i ubudiyetle serfirâz kıl! Nezd-i ulûhiyetinde değişik payelerle şereflendirdiğin.. tasavvurları aşkın keyfiyetlere ulaştırdığın.. fazl u kereminle Kendini tam duyurduğun.. Sana karşı olan aşk u alâkalarını iştiyak üstü iştiyakla taçlandırıp vicdanlarını tecelligâh-ı ilahî seviyesiyle seviyelendirdiğin.. gönüllerini her lahza bir aşk u şevk cezbesiyle Kendine yönlendirdiğin Mustafeyne’l-Ahyâr (seçkin bendegân)dan eyle! Ey ‘rıza!’ deyip Zâtına teveccühe doymayan kapı kullarını vuslat yollarında yüz üstü bırakmayan Keremkânî! Bu bendeni de kabule karîn kıldığın bahtiyarlar zümresine ilhak buyur!..

Ey o yüce hâleye müteveccih dırahşan çehre! Sen her zaman aynı şeyleri diledin ve aynı şeylerle sürekli içten içe inledin. Sesin/sesiniz gelip tâ bu çağlara da ulaştı. O nağmeleri duymaya teşne gönüller, sızlanışlarınızı paylaşma sadedinde aynı şeyleri dillendirdi ve vicdanlarının diliyle, elleri aynı kapının tokmağında,

Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!.. (M. Lütfi Efendi)

deyip iç döktüler. Aslında O, hiçbir zaman “kerem!” diyerek kapısına yönelenleri yüz üstü bırakmamış ve asla onlara hicran yaşatmamıştır.

Hazreti İmam konuyla alakalı niyazını daha da derinleştirerek inler ve “Ey Rabb-i Rahîm’im! Enîsim ol! Ruhumdaki Sensizlik vahşetini gider.. sürçmelerimi ve düşe-kalka yürümelerimi bağışla! Hatalarımı Settâr ism-i şerifinle setreyle! Bendeni sıyanet seraları içine alarak teminat-ı hâssanla emin kıl!” der; teveccüh, inayet, riâyet, kilâet beklentileri içine girerek, tutunur o kopmayan “urvetü’l-vüskâ”ya ve yürür tevekkül, teslim ve tefviz kanatlarıyla “lâ mekânî”liğe doğru.

Doymaz nâmütenâhî istikametindeki şahlanışında her vesileyi değerlendirmeye.. yönelir yerinde muhabbet mihrabına.. aşk dilenciliğine durur Maşuk-ı Hakîkî’den.. yetinmez elde ettikleriyle, “daha!” der; kanat çırpar, yükselir verâlar verâsı ufuklara.. ulaşmak istediği zirveye erme adına kalmaz eşiğine baş koymadığı ve teveccüh etmediği sıfât ve şuûn.. gönülden hep bir dilenci tavrıyla süsler niyazlarını o “Güzel İsimler” boyasıyla.. bilmez nazlanmayı, inler sürekli Hazreti Yakup ve Yûnus İbn Mettâ gibi, إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ (Yusuf sûresi, 12/86)iniltileriyle, tasa ve dağınıklıkla hep Hazreti Müşkil-küşâ’nın kapısı önünde.. sızlanır ve Kudreti Sonsuz’a ne inceden ince niyaz besteleri sunar.

Yer yer ümit ve reca hissine kapılır ve şevk u şükürle şahlanarak Yunus edasıyla:

Hoştur bana Senden gelen,

Ya hıl’at ü yahut kefen;

Ya taze gül yahut diken,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş.

der. Rıza televvünlü reca hissiyle her vâridi bir armağan gibi öper, başına kor; olup biten bütün bu ihsasları özel bir teveccüh anlayışıyla ve “Rabbimin benimle muamelesi!” mülahazasıyla karşılar; Rab’den birer armağan saydığı bütün bu deyiş ve sezişleri iç içe sevinç hissiyle istikbal eder.

Hep böyle olmuştu ve böyleydi Hâle ile hallenenlerin değişmeyen duyuş ve sezişleri.. hiçbir zaman dinmeyen heyecanları ve azm ü ikdamları.. baş döndüren semâvîlikleri ve melekleri imrendiren, şeytanları fersah fersah uzaklaştıran kalb ve ruh desenindeki tavırları. Ne hoş dillendirir âşıklar sultanı Hazreti Mevlânâ, Hâle’ye müteveccih bu dırahşan çehrelerin o farklı yanını: “Bazen melekler bizim incelik ve nezaketimize imrenirler; bazen de şeytanlar kabalık ve densizliğimizden nefret duyarlar.”

Günümüzde gök ehlini imrendirecek insanların bulunduğuyla alakalı bir şeyler söylemek oldukça zor ama şeytanı zil takıp fıkır fıkır oynatan insan sayısının hiçbir dönemde olmadığı kadar mebzul bulunduğu da bir gerçek.

“Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, ciddi bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” ile, bütün bütün şirazeden çıkmış bu çağın şeytan güdümündeki insanlarına da Hâle’ye müteveccih gönül erleri yolunda dirilişler lütfeylesin!” niyazıyla, bu konuya da bir noktalı virgül koyarak şimdilik “yeter!” diyorum.

[2]ÜVEYS EL-KARANÎ:  Hak’la irtibatı ve İslamî hassasiyetiyle “müşârun bi’l-benân” bir akrabü’l-mukarrabîn idi Üveys el-Karanî. Işık çağına ermiş, görülecekleri görmüş, kendini hâle halkaları içinde bulmuş, tâlii yâr, mazhariyetleriyle bahtiyarlardan bahtiyar, müteahhirînden olduğu halde mütekaddimîn ile hemhâl; Hak ve Hakk’ın elçisiyle irtibatı tam, amûdî (dikey) yükselişiyle hâledekilerle hemhudut, onların halleriyle hâllenmiş, nev’i şahsına mahsus dırahşan bir çehreydi o. Anne isteğine takılmış, ezanı duyduğu halde ön saftakilerin arasına girememiş ama kalbî ve ruhî hayat azmi ve hızı sayesinde herkes tarafından dikkat çeken biri haline gelmiş, halife-i rûy-i zeminden olağanüstü iltifat görmüş ve onlarla aynı duyguları paylaşan biri olma konumunu ihraz etmişti.

Hâle ile içli dışlıydı; o atmosfer içinde Hazreti Kamer-i Münîr’den gelen ışık tayflarıyla duyulmazları duyuyor ve alınabilecek her şeyi alıyordu.. duyup aldığı kadar da çevresine veriyor, ruha ve sırra uzanan güzergâhta yüzlercenin yolunu aydınlatıyordu. Duyup hissettiklerini çevresine duyurma heyecanıyla yaşıyor.. sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkıyor.. edip eylediklerini yetmezlikle değerlendiriyor.. tekrîm u tazimle yâd ediliyor ama fahre, gurura bütün bütün kapalı kalmada da sürekli bir mahviyet ve tevazu tavrı sergiliyordu.. Hakk’a içini döküp, inleme ve sızlanışlarıyla sabâ ritmi içinde, çevresine hep âh u efgân telkin ediyordu.. “Hayaline bile bulaşmamıştır!” diyeceğimiz, mazhariyetlerinin gereği sayıp gözünde büyüttüğü en önemsiz sisi-dumanı dahi devâsâ masiyetler şeklinde değerlendirerek kemâl emaresi mülahazalarıyla hep sızlanıp duruyordu.

İşte o içten gelen ciğersûz nağmelerden seleflerinin inilti fasıllarıyla birebir örtüşen, mazmun yörüngeli bir-iki resim; daha doğrusu deryaları peylemeye yetecek, melek soluklarına denk, “akrabü’l-mukarrabîn” âh u vâhı içtenliğini hatırlatan, cihânpaha birkaç damla:

“Ey yücelerden yüce Rabbim! ‘Tevekkül, teslim’ diyor, yardımını dileniyorum. Beni ne dünyada ne de ötelerde acz u fakr ve hiçliğimle başbaşa bırakma!.. Ey ezel-ebed Sultanı ve bugünlerin, yarınların, tüm zaman ve mekânların Rabb-i Rahîmi! Mücrim bir benden olarak şu yoksullar yoksulu halimle bârigâh-ı rahmetinin kapısı önündeyim. -Ey aziz ruh! Sen de yoksulsan, bilmem ki şu derbeder bendelere ne demek düşer? Ben bir şey diyemeyeceğim ama bir Hak dostu böylelerine ‘mezar-ı müteharrik bedbahtlar’ demeyi uygun bulmuş; haklı olsa gerek.- Zayıfım, derbederim, zelilim, esîrinim ve iflas etmiş bir çaresizim; Sen ise kapına yönelenlerin taleplerini vüs’at-i rahmetinle karşılayan sultanlar sultanısın!.. Gamım, kederim hadden efzun ama düşe-kalka yürüyen tasalı gönüllerin arzu ve isteklerini is’âf buyuran bir Cevâd u Kerim’in kapısı önündeyim. İsyanlarım sınırsız!.. -Neye isyan diyorsa?- Nezdindeki makbul ve mümtaz kulların arasında bulunma ümidiyle başım rahmetinin eşiğinde, bağışlanma recasıyla o kapının tokmağına dokunuyorum. -Ey seleflerini kalbî ve ruhî hayat derinliğiyle kendine imrendiren sır ve hafâ sultanım! Muasırlarının ve çevrenin seni numune-i imtisal görüp takdirler yağdırmalarına karşılık, bu sızlanışların idraklerimizi aşan ufkunun enginliğiyle bir vurulup dövünme mi; yoksa bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış bencileyin bendegânlara mihraplarına yönelme tembihi mi?- Kusurlarımın affedileceği hicap ve heyecanıyla bârigâh-ı gufranına yöneliyor; bağışlanacağım ümidiyle yerlere yüz sürüyor ve ‘Ey Rabb-i Rahim’im!..’ diyorum… Nefsine zulmetmiş bir derbeder olarak gözlerim vüs’at-i rahmetinin kapı aralığında, gönlüm hususi teveccüh sağanağında, kabul edileceğim heyecanlarıyla gözlerim kapının açılacağı intizarında, Senden beklenenleri bekliyorum. Gerçi cürümlerim bî-hadd ü pâyân ama ehliyetimi bir kenara atıyor, ehliyet-i Rahmâniyene sığınıyor ve başım önümde özel iltifatlarını intizar ediyorum.”

“Yüce Rabbim, lâyüad ve layuhsâ hatalarımla, yönelecek başka kapı bilmeme iz’ânıyla, hemen her zaman Senin o herkese açık bulunan rahmet kapının önünde ebedlere kadar durma kararındayım. Rabbim! Şu bî-hadd ü pâyân hatalarımla bir kere daha Sana yöneliyorum; Sana yöneliyorum zira yönelinecek bir başka kapı bilmiyorum. Ey yüce Rabbim! Sen ululardan ulusun ve bir keremkânisin; bense zavallılardan zavallı bir bende. Sen etmezsen bu pür-melâl kuluna merhamet, kim elinden tutar onun? Sultanlar sultanı melce’im! Sen her şeyin ve herkesin mâlik-i hakikîsisin, kapı kulun ise sıradan bir bende; Sen lütuf buyurup kerem destine almazsan, ona kim inayet edebilir? Melce’im ve mesnedim! Sen yegâne aziz, bu fakir ise zillete maruz bir derbeder; Sen elinden tutmazsan, kim kurtarabilir onu bu mezelletten? -A kemal abidesi ve gözümün nuru, sen de zelilsen, söyler misin bizim içinde bulunduğumuz durumun adı nedir?- Mevlâm! Sen yücelerden yüce öyle bir Erhamürrâhimîn’sin ki, en büyük günahları irtikâp eden kapkara ruhlara bile afv u mağfiret kapılarını ardına kadar açık tutmakta ve تُوبُوا إِلَى اللَّهِ bişâretiyle ümitleri şahlandırmadasın; ömrünü isyanlarla âlûde geçirmiş bu fakîr u hakîri de o kapıdan uzaklaştırma!..”

“Ey nihayetsiz rahmet ve şefkatiyle herkese teveccüh buyurup içlere inşirah salan Hannân u Mennân! Ben de Senin âciz ve düşe kalka bir kulunum; kabrin zulümât ve darlığından ve mukadder hesabın ağırlığından rahmetinin enginliğine sığınıyor ve ‘El-emân, el-emân!’ iniltileriyle Senden emn ü emân dileniyorum. -Bilmem ki, biz bu engin mülahazaların tesiriyle bir kerecik olsun bu şekilde Hakk’a iç döktük mü? Zannetmiyorum… Hazret ötelerdeki ürperten ahvali her yâd edişinde bir kere daha “El-emân, el-emân!” deyip inliyor.- Münker-Nekir’e cevab-ı savabda inayet ve teveccühünü bu düşkünden esirgeme!.. Ben, maruz kalacağım her dâhiyeye karşı ‘El-emân!’ deyip re’fet ü şefkatinin ümidiyle oturup kalkacağım. ‘El-emân, el-emân!’ makberin darlık ve zulmetinden.. Senin sıyanet seralarında korunmaya alınıp alınamayacağını bilmeyenlerin canları gırtlaklarında tir tir titreyip durdukları ürpertici ahval-i müthişe karşısında ‘El-emân, el-emân!..’ Zelzeleleri zelzelelerin takip ettiği, zeminin toz-duman haline geldiği, dağların hallaç pamuğu gibi savrulduğu, semaların rulolar şeklinde dürüldüğü, arz u semanın tebeddül üstüne tebeddüllerle zîr u zeber olduğu/olacağı hengâmda.. herkesin umumî bir ‘ba’s-u ba’de’l-mevt’ ile haşr u neşir süreciyle huzur-u kibriyâda toplandığı o gam üstüne gam evânında.. ins ü cin herkesin yapıp ettikleriyle yüz yüze geldiği kahreden tablolar karşısında.. hayatlarını küfür ve dalalet içinde geçirenlerin ‘Keşke toprak olsaydım!’ iniltileriyle sızlandıkları o nedâmet hırıltıları esnasında.. ve daha iç içe bir sürü dâhiyeler karşısında, bir kere daha içten ‘El-emân, el-emân!..’ Dünya hayatını isyan vadilerinde ve günah çirkefleriyle geçirenlerin hesaba çağırılmaları karşısında ‘Vay halime!’ anlamında yine ‘El-emân, el-emân!..’” Bunları deyip sızlanmalar heymânı yaşamıştı o masum-ı mukayyed âbide şahsiyet…”

O, bu iniltilerle yatıp kalkıyordu her zaman! Dil-dudak latîfe-i Rabbâniyenin emrinde hıçkırıp duruyordu her ân. O, bu mülahazalarla nefes alıp verdikçe, çevresinde de nur çağı şive ve deseninde diriliş meltemleri esiyor; hafif de olsa esnemeye durmuş bir kısım gönüller bu âh u zâr karşısında yeniden cana geliyor, resmedilen tabloları hayalen temaşa etme irfanıyla bir bir kıvama yürüyor ve o semavî nağmelerle bir inilti ve sızlanış korosu oluşturuyorlardı.

Keşke bu duygu, düşünce ve tahayyüllerin onda biri günümüzün müddeî Müslümanlarında da bulunabilseydi!.. Yuvalar bu uhrevi tabloları tahayyül ruh haletiyle kalben ve ruhen cana gelip de o yanıp yakarışlara ses katabilseydi!.. Dinî medâris ve külliyeler bu âh u efgâna bigâne kalmayıp onlar da bu örfâneye iştirak edebilselerdi!.. Kürsüler, mihraplar, minberler günlük aktüalitelerin tesirinden sıyrılarak “Bir nağme de bizden!” deyip o koroya katılabilselerdi!.. Ama ne acıdır ki, bugün, ev, çarşı-pazar, irşad yuvaları, hatta bazı halvethane, tekye ve zaviyeler de günlük dedikodu hırıltılarıyla inlemede.. yuvanın kendine has ruhu yoğun bakıma kaldırılmış.. ilim irfan müesseseleri oksijen tüpleriyle nefes alıp vermekte. Medâris-i âliyede kulaklar إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ ile inim inim.. bazı tekye, zaviye ve halvethaneler musallada namaz intizarı içinde.. sokaklar zift çağlayanlarına rahmet okutturacak mahiyette.. ruhunu yitirmiş yığınlarda arama hissi tamamen uçup gitmiş.. umumî hissiyata tercüman kabul edilen jurnalleşmiş evrak-ı perişan şeytana zangoçluk yapma peşinde. Hâsılı ortalık toz-duman, kafalar karmakarışık.. ruhlar ve gönüller de ekstra ümide emanet. Ne güzel dillendirir Akif’imiz bu iç bulandıran tabloyu:

Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş,

Ne din kalmış ne iman, din harâb, iman türâb olmuş,

Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl,

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!..

Keşke bunları görüp anlayan ve anladığını da dillendirebilen birkaç tane entelektüelimiz olsaydı!.. Heyhat! Onun fıkdânı da ayrı bir vesile-i hicran.

Şimdi isterseniz bu faslı da, 3. Mustafa merhumun şu dörtlüğüyle noktalayarak sızlanışlarımızla bir kere daha yutkunup kâriîn-i kirâma veda edelim:

Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele,

Devleti, çarh-ı denî verdi kamu müptezele,

Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,