MÜZAKERE KAYNAK METİN:

524.Nağme:DÜŞÜNCENİN ÖNÜNDEKİ GULYABÂNÎLER 08/09/2016

BÖLÜM-1: ÖNCE TESPİT… SONRA REÇETE

DERİN DÜŞÜNMENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER/GULYABANİLER:

1- ÖNYARGI – YANLIŞ ŞARTLANMIŞLIK

2- BENLİK-ENE (EGOİZM-EGOSANTRİZM)

3- TAKLİT

4-DEDİĞİM DEDİK (BEN NE DİYORSAM, DOĞRU ODUR!” MÜLAHAZASI)

5- KİBR – UCB

6- EMEKLEYEN/UYKU HALİNDEKİ “DÜŞÜNME”

7- ŞEYTANÎ MÜLAHAZA FASL-I MÜŞTEREKİ SUNİ DÜŞMAN CEPHESİ OLUŞTURMA

 

1- ÖNYARGI – YANLIŞ ŞARTLANMIŞLIK[1]

“… doğru düşünmenin, o “tedebbür”ün, o “tezekkür”ün, o “tefekkür”ün önünü kesen “gulyabaniler” olarak öncelikle “önyargı” yı görmek lazım; “yanlış şartlanmışlık”ı görmek lazım”

Azıcık anlayan birisi bile, orada temerrüdü ile, eskiden takılakaldığı şeyler ile, önyargı1 ları ile, şartlanmışlığı1 ile, o meseleyi doğru olarak gördüğü halde çarpıttı. Onlardan alacağı pâye/alkış veya o “Dârü’n-Nedve”de verilen karara uyma sebebiyle çarpıttı. Dârü’n-Nedve karar verince, birilerinin ona uymaması mümkün değil. Her dönemde Dârü’n-Nedveler olmuştur ve orada bir kısım “senâdîd” (önde görünenler) ve “ekâbir” (büyük başlar) olmuştur. Orada Firavunâne kararlar oluşturulmuştur. Sonra o kararlar, kapıkullarına, halâyıka “Böyle yapın!” filan şeklinde intikal ettirilmiştir. Kapıkulları da, sürüler de, “Onları kes-biç, yeniden şekillendir; iftirada, ta’yîrde, tahrifte bulun!” filan… Falanı karalama, itibarsızlaştırma adına… “Onu itibarsızlaştırınca, arkadakilerini dağıtabilirsiniz!” falan… Görüyorsunuz ki değişmemiş!.

“ÖNYARGI HASTALIĞI”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

“Nasıl böyle şifâyâb olan reçeteler, bir yönüyle, bazılarının hastalıklarını azdırmış!.. Tabiatları öyle; bazılarını şirazeden çıkarmış, hafizanallah. Ayetler indikçe, bazıları delirmişler.

Bu arada, her ayetin inişiyle delirenlerin yanı sıra, daha ilk ayetlerin inişiyle hakkı bulup ona tutunanlar da olmuş. Temiz fıtrat, önyargısız fıtrat, âbide şahsiyet[2], Hazreti Ebu Bekir gibi. Allah bizi ona bağışlasın!.. Cenâb-ı Hak, ayağının altına başımı koymayı -siz de var mısınız, başlarımızı koymayı- müyesser kılsın inşaallah. Evet, onu bekliyorum ben; onun, Hazreti Ömer’in, Hazreti Osman’ın, Hazreti Ali’nin -Elfe merrâtin Allah onlardan razı olsun veya elfe elfi merrâtin; bin bin defa, milyon defa Allah onlardan razı olsun.- ayaklarının altına başımı koyacağım ân, iştiyakla beklediğim ândır.

2- BENLİK-ENE (EGOİZM-EGOSANTRİZM)

egoizma”yı görmek lazım, -onu şişirerek daha ileri götürebilirsiniz- “egosantrizma”yı görebilirsiniz. Başkalarının düşüncelerine karşı hor ve hakir bakma… İnsan, kendi  düşüncelerini öne çıkarır, “Benimkiler çok önemli!

Enâniyet[3] in hüküm-fermâ olduğu, insanların kendilerini çok emin, doğru yolda zannettikleri, vehim ve kuruntulara takılıp gittikleri bir dönemde yaşıyoruz. Virüs gibi o, bize de bulaşıyor; hepinize/hepimize de bulaşıyor, bir yönüyle. Hiç yarını düşünmüyoruz. Bugünün kulları gibi yaşıyoruz. Bugünün kulları…

İctimâî ruhun önünü kesen gulyabanîler[4], İmam Gazzalî hazretlerinin ifadesiyle, bütün mühlikât ve mûbikâttır; insanı helakete sürükleyen ne kadar meâsî ve mesavî varsa, onlar o ictimâî ruhu öldüren, felç eden şeylerdir. Onları, Hazret, İhyâ-ı Ulûmiddîn’de sıralar, derste konu oraya geldiği zaman göreceksiniz. Diyelim ki, enâniyet2ten başlar; egoizm4, egosantrizm4, narsisizm… Hafizanallah, insan bunların pençesine düşmüşse şayet, zannediyorum o değerli şeylere karşı bütün bütün kapanmış olur.

“…bir gaye-i hayal olmazsa, insanın, enâniyet2 girdabına kapılmaması da mümkün değildir. İşte Hazreti Üstad’ın bu mevzudaki beyanı: “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.”Yani öyle yüksek bir duyguya, bir düşünceye, bir meseleyi realize etmeye kilitlenmemiş iseniz şayet… Yani Bağdat’a gitmeye… Bağdat derlerdi, eskiden sultanlık orada olduğundan dolayı… Bağdat’a gitmeye karar vermemiş iseniz şayet, enâniyet2 girdabına, egoizm[5] girdabına, egosantrizm4 girdabına, narsizm girdabına düşmeniz, kaçınılmaz olur.

“BENLİK ENANİYET HASTALIĞI”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

“Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi ya da Çağa Uygun En Emin ve En Kestirme Yol

Fakat “dünya”nın bir numaralı değer durumuna geçtiği.. insanların, enaniyetleri tarafından kündeye getirildiği, el-enseye getirildiği.. egoizmanın hâkim olduğu “enâniyet asrı”nda bu “terk”lere muvaffak olmak çok zor. Allah dostları, “benlik ve enâniyet asrı” demişler.

Böyle bir asırda, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin ortaya koyduğu o dört esas çerçevesinde -ki, ben icmalini arz ettim; tafsili, bir kitap muhtevasında- yaşamak çok zor olduğundan, Bediüzzaman hazretleri bugünün insanın zaaflarını bilerek.. dünyayı ukbâya tercih etme zaafını.. şahsına çok önem verme zaafını.. enâniyet zaafını (…) nazar-ı itibara alarak diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Tetimmesi, hâşiyesi de “tefekkür” ve “şefkat[6]”. “Benim yolumda da dört şeye sarılmak lazımdır.” Orada “terk”, burada “sarılmak. “Lâzım-âmed” diyor, “lazımdır” o

“ Gelin, Allah aşkına, ne olursa olsun, deryayı damlaya feda etmeyelim[7]!.. Damlayı damla bilelim, deryayı da derya bilelim. Elimize geçen bütün damlaları, o derya hesabına kullanmaya bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Evet, başka şeye değil, kendine bak!.. “Sen, esas, mahiyet-i nefsü’l-emriyenle, ruhunla, vicdanınla insansın, cisminle değil!”.. İşte asıl mesele, onu anlamak; onu bir mercek, bir mirsad, bir dürbün, bir teleskop olarak kullanmak; eşya ve hadiselere öyle bakmak, varlığı öyle hallaç etmek, öyle analizlerde bulunmak, öyle sentezlerde bulunmak; buluna buluna bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak…

Bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak… O (celle celâluhu), bulunmayacak yerde değil. O (celle celâluhu), sana senden yakın ama sen O’na fersah fersah uzaksın!..

Aş uzaklığını, aş o tepeleri!.. Enaniyetine ait, gururuna ait, kibrine ait, filo sevdana ait, saray sevdana ait, yalı sevdana ait, alkışlanma sevdasına ait, ikbal sevdasına ait, Allah belası şeytanın sana attığı kancalardan sıyrılmaya bak!..

Kendin ol, O’nu (celle celâluhu) bul; nefsin oyunlarından kurtul!.. Vesselam.

Hakk’a kulluk mülahazasıyla, insanın konumu da işte bundan ibarettir. O, vicdanında hiçliğini duyup hissettiği ölçüde marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ufkuna açılmış olur ve Hakk’ın mücellâ bir ayna[8]sı haline gelir.

Aksine, enaniyetle köpürüp, gurur ve kibirle gümleyedurunca da iç içe küsûflar yaşar ve şeytanın mel’abesi haline gelir. Böylesi kahredici bir duruma düşmemek için daha baştan geçilecek şeylerden geçilmeli ve seçilecek şeyler de Hak disiplinlerine göre isabetli seçilmelidir ki insan uzak yakın yarınlar itibarıyla âh u vâha düşmesin

 

3- TAKLİT

“Önyargı”, “şartlanmışlık (olumsuz şeylere)”, “taklit9”, “dediğim dedik” düşüncesi… Başkalarının düşüncelerine karşı hor ve hakir bakma, “Ben ne diyorsam, doğru odur!” mülahazası… Düşüncenin canına okuyan, üzerine kezzap döken mel’un mülahazalardır bunlar. O açıdan da bunların hepsinden sıyrılmak, bu gulyabanilerden kurtulmak lazım ki, insan, düşünceleriyle sâlim bir noktaya, bir neticeye varabilsin; yoksa varamaz, mümkün değil…

“Biz, milletçe, bu kahredici hastalıklar ağında kıvranırken, batının sûrî ve maddî terakkisi karşısında bir kısım kamaşan gözler, bulanan bakışlar ve dönen başlar, dimağlarını müsbet fenlerle, gönüllerini dinî hakikatlerle donatıp, maddî-mânevî zenginliklere ereceklerine bütün bütün ruhsuz ve köksüz davranarak, millî ve dinî en hayatî dinamiklerimizi görmezlikten gelerek, kör bir taklit[9] ve şablonculukla, kitleleri millî seciyeden tecrid, tarih şuurundan mahrum, ahlâk ve faziletten de yoksun bıraktılar.

Bence, milleti kurtarma mülâhazasıyla sapılan bu ikinci yol ve gerçekleştirilen bu ikinci hareket daha zararlı oldu ve toplumun ruhunda onulmaz yaralar açtı.

Taklit çeperine takılmış[10], şekil ve suret çitlerini aşamamış mukallitlerin duyup değerlendirmesi, değerlendirip bunu içtenleştirmesi çok zor, hatta imkânsızdır. Dimağların bütün nöronlarında, kalblerin safvet ve derinliklerinde öylesi engin bir iman hissi olmayınca bu manevî anatomide marifet ziyası da bulunmaz; marifet nur ve ziyasının bulunmadığı bir gönül ve ruhta da muhabbet olmaz ve hele aşk u iştiyak-ı likaullah meltemleri hiç mi hiç duyulmaz.”

 

“TAKLİT HASTALIĞI”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

“Aksiyon olmadığı takdirde, iman zamanla solar; bir yönüyle taklit9 yollarına gidilir, bir yönüyle şekle gidilir, bir yönüyle surete gidilir. Nitekim günümüzde “sizin” demeyelim de “benim” gibi çoklarında mesele tamamen şekil, suret ve taklit5 vadilerinde bocalayıp durmaktan ibaret bir hal almıştır.

Ancak “amel” ile, “hâlis amel” ile, “ihlasa iktiran eden amel[11]” ile, “rıza hedefli amel” ile, “aşk u iştiyak -en son gaye, aşk u iştiyâk-ı likâullah- hedefli amel10” ile insan canlı kalabilir.”

“Ara-sıra nisyan ve hatalara düşen, gafletle iç içe, taklit güzergâhının temkin bilmez yolcuları[12] ki, bunlarda da hasenât ve seyyiât omuz omuzadır; yer yer günahlara girerler ama sonra da döner tevbe ederler; Allah da dilerse onları affeder. Zannediyorum Tevbe Sûresi’nin 102. âyeti de bu tür kimseleri ifade etmektedir.

4-DEDİĞİM DEDİK (BEN NE DİYORSAM, DOĞRU ODUR!” MÜLAHAZASI)

“dediğim dedik13” düşüncesi… Ben ne diyorsam, doğru odur!” mülahazası… İnsan, kendi düşüncesine güvenir ve onu öne çıkarırsa şayet, “İlle de benim dediğim!” derse, kendi sızıntısı içinde bocalar durur ve etrafındaki çağlayanlara karşı kapılarını kapatır. Her şeyi “kendi darlığı”na mahkum ettiğinden dolayı, o derin hazinelerden istifade edemez, hafizanallah!..

 “Dediğim dedik[13]!” değil. “Benim dediğim olmazsa, ben öyle meclislere iştirak etmem!” düşüncesi, şeytanî mülahazadır. Ona değil, Peygamber mülahazasına tâbi olmak lazımdır.”

Hakk’ın hatırı, âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemelidir. İlle de “Benim dediğim dedik. Benim dediğime uyulmadığı takdirde, herkes yok edilmelidir, zindanlara atılmalıdır; taziplere, tehcirlere, tehditlere, tevkiflere maruz bırakılmalıdır!” Bu, Firavunların düşüncesi… Bu, zâlimlerin, gaddarların, hattârların, müfsitlerin düşüncesi!..

“DEDİĞİM DEDİK HASTALIĞINA”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

“Bu açıdan, durağanlık çok tehlikelidir; ölümcül bir hastalık gibidir. Ne olursa olsun, dört bir yandan sarılsak, musibetler/belalar sarmalı içinde kalsak da yapmamız gerekli olan şey harekettir. Bu cümleden olarak mutlaka “meşveret”e, akl-ı selime müracaat etmek[14] lazımdır.

 Aklı başında olan, o işin tecrübesini edinmiş ve bir yönüyle işleye işleye onu geliştirmiş bulunan insanlarla oturup, “Genel durum şudur, tablo şudur; acaba bundan sıyrılmanın yolu ne ola?!.” diyerek konuşursunuz. Başkalarının düşüncesine saygı mülahazasıyla oturursunuz,

 

5- KİBR-UCB

“Bunların içine siz bir yönüyle “iç beğeni” diyebileceğiniz “ucb”u ve kendini büyük görme diyebileceğimiz “kibr15”i ilave edebilirsiniz.”

“İnsan ruhunu zehirleyen faktörler sayılmayacak kadar çoktur ve bunlardan bir tanesi dahi insanı insanlığından uzaklaştıracak mahiyettedir. Bunların birkaçının birden bulunması ise, Arap’ın “dâü’l-udâl” dediği maraz türünden, kâbil-i iltiyam olmayan iç içe ne illetlere ne illetlere sebeptir!.. Kibir[15], gurur, bencillik, ucub, fahirlenme, şöhret hissi, makam tutkusu, alkışlanma ve takdir edilme arzusu, servet sevdası, nefis ve hevâ esareti, menfaat ve çıkar zaafı, sonradan bulma ve görme küstahlaştırması… gibi hususlar bunların başında gelir. Bunlara karşı açık duran biri, enâniyeti, çalımı, cakası, şımarıklığı ve kaba tavırlarıyla öyle bir şirazesizlik sergiler ki, gayrı egosantrizm çağlayanına yelken açmış böyle birine -Hak’tan ekstra bir inayet olmazsa- ne o en güvenli sahiller, ne o en müsait limanlar, ne de herkese kucak açan o şirin rıhtımlar hiçbir şey ifade etmez ve o, sürüklenir narsizm çağlayanlarıyla Nemrutların, Şeddadların, Amnofislerin… helâk olup gittikleri girdaplara doğru. Sürüklenir gider de görüp sezemez o kahreden sû-i âkıbetini ve lânet ile yâd edilen biri hâline geleceğini. Görüp sezemez zira o, ruhu zehirlenmiş, mantık ve muhakemesi meflûç bir düşünce fakiri; hayatını hayvânî ve cismânî zevklerin tesirinde sürdüren şehevât-ı nefsâniyesi güdümünde bir bohem; mal-menâl, dünya debdebe ve şatafatını hak duygusu yerine koymuş bir sapkın; geçici zevk u safaları ötelerin ebedî güzelliklerine ve Hak hoşnutluğuna tercih etmiş bir kör, bir sağır, bir kalbsiz ve hayvânî tutkularının dürtüleriyle yarınları görmeyen bir hissizdir.”

“KİBR- UCB HASTALIĞINA”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

“Bir taraftan nankörlüğe girmemek, bir taraftan da kibre15, gurura, ucba, kendini beğenmeye düşmemek için diyeceksiniz ki: “Evet bu güzellikler var! Fakat güzellikler, bana lütfedenindir; benim değildir.” Hani bir insan, süslü bir hil’ati giymiş de güzel olmuş; edasına, endamına, numarasına uygun bir şey giymiş ve “Aman ne güzel oldum!” falan demiş. Hazreti Pîr’in bu mevzuyu anlatırken dediği gibi, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.” demelidir ki, insan “tahdîs-i nimet[16]”te bulunmuş olsun, hem küfrandan hem de fahirden kurtulsun.”

 

“Bir de bu arada “Biz kim, bu kocaman vazife nerede?!.” falan diyebilirsiniz, böyle düşünebilirsiniz. O da size ait faziletin ayrı bir derinliği; zaten işin büyüklüğü orada. Bir taraftan o İlahî nimetleri görmek, ihsanları görmek; diğer yandan onların Allah’tan olduğunu bilmek. Görmemek, nankörlük olur; görüp kendine vermek, kibir olur, gurur olur, ucub[17] olur, fahir olur ki batanları batıran hastalıklar, virüslerdir bunlar.

 

6- EMEKLEYEN/UYKU HALİNDEKİ “DÜŞÜNME”

Kanaat-i âcizaneme göre, ferdî bir kısım çıkışlar istisna edilecek olursa, günümüzde İslam dünyasında ve hususiyle Türkiye’de, “düşünme” büyük ölçüde uyku hayatı içinde veya nebâtî hayat içinde. Evet, emekleyip duruyor da denebilir.

“Bütüncül bir nazarla bakış” yok.. “başkalarının düşüncesine saygı” yok… Zaten “egoizm”in, “egosantrizm”in, “narsizm”in hükümfermâ olduğu bir yerde serbest düşünceye karşı saygı olamaz. Öyle olmayınca da düşünce, doğurgan olamaz; onunla yeni düşünce ufuklarına ulaşamazsınız.

Kaldığınız yerde debelenir durursunuz sadece. Beynimizde ne kadar hücre var? Evet, bilim adamlarının saydığına göre 10 milyar. Beyindeki bu 10 milyar hücre, harekete geçmek için “tedebbür” ve “tefekkür” adına bir “tenbih” bekliyor. Allah onları oraya koyduğuna göre, o kadar asker orada bulunduğuna göre, bence onunla çok şeyi fethedebilirsiniz. Ama zannediyorum onlar da uykuda.

Evet, çalıştırılmadıklarından ve zorlanmadıklarından dolayı uykudalar. Nasıl? Bana öyle geliyor ki, çok yemekten, çok içmekten, çok uyumaktan ve okumamaktan dolayı uykuda.

“Şekil, şemâil, kıyafet.. ayna karşısında kendilerini şekillendirme, elbiseleriyle görünür hale gelme.. beyanları ile kandırma, tumturaklı ifadeler etme; hikayeler, Firdevsî destanlar ile avam insanların gönüllerini çelme… Bu hususlarda çok maharetli olmuşlardır; olmuşlardır ama o maharetleri, insanlık hayrına/yararına olmamıştır. Aksine insanlığın zararına olmuştur; çünkü hevâ ve heveslerine göre yığınlar oluşturmuşlardır. Kafaları karıştırmışlardır; müstakîm düşünmeyi yıkmışlar[18]dır insanların kafalarında. Evet, onların yaptıkları o tahribatı, tamir de çok zor olmuştur. Böyle “dilbend” (kalbi olmayıp da kalbine yüklenecek manaları dilinin ucunda taşıyan) kimseler, her zaman toplumları şirazeden çıkarmış, bir daha ipe-sapa gelmez hale getirmişlerdir.”

Kibir/enâniyet/büyüklük ile zehirlenme, kuvvet ile zehirlenme, kabile/tayfa/parti mülahazasıyla zehirlenme, arkasındaki şuursuz kitlelerin kendisine alkış tutmasıyla zehirlenme… Böyle zehirlenme, insanın sâlim düşünmesine mâni[19]dir. İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti. Alîl insanlar, mantıkları/muhakemeleri yok bunların.

“Bediüzzaman’a göre, bugün olduğu gibi o gün de, bütün fenalıkların menbaı, cehalet, fakr u zaruret ve iftiraktı. Evet, içtimaî sıkıntılarımızın en birinci sebebi, millî sefaletlerimizin en önemli sâiki cehalettir. Allah bilmeme, peygamber tanımama, dine karşı lâkayt kalma, maddî-mânevî tarihî dinamiklerimizi görmeme mânâsına gelen cehalet, hiç şüphesiz o gün-bugün başımızın en büyük belâsıdır..”

“UYKUYA DALMIŞ DÜŞÜNCE HASTALIĞINA”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

ve Bediüzzaman da ömrünü bu öldürücü mikropla savaşa vakfetmişti. Ona göre kitleler, ilimle, irfanla aydınlatılmadıkça, toplum sistemli düşünme[20]ye alıştırılmadıkça ve yanlış, sapık düşünce akımlarının önü alınmadıkça, milletimiz için kurtuluş ümidi beslemek abestir. Evet, o cehalet yüzünden değil midir ki; kâinat Kur’ân’dan, Kur’ân da kâinattan koparıldı.. koparıldı ve biri, varlığın sırlarını bilmeyen, eşya ve hâdiselere kapalı, bağnaz ruhların hayal zindanlarında yetim kaldı; diğeri de her şeyi maddede arayan ve mânâya karşı bütün bütün kör, mük’ab cahillerin elinde bir kaos hâlini aldı. Yine bu cehalet sebebiyle değil midir ki; bu mübarek dünya, en münbit ovaları, en feyyaz obaları ve en bereketli ırmaklarına rağmen, zaruret ve sefaletlerin pençesinde inim inim inlemekte ve eski kapıkullarına dilencilik etmekte.

7- ŞEYTANÎ MÜLAHAZA FASL-I MÜŞTEREKİ_SUNİ DÜŞMAN CEPHESİ OLUŞTURMA:

“Hususiyle her şeyi siyasî mülahazaya bağlamış iseniz, sadece “ikbal” mülahazası varsa kafanızda, “istikbal” mülahazası varsa, “saltanat ve debdebe” mülahazası varsa, bugünü ve yarını düşünme” varsa, öbür günlerle alakalı hiçbir mülahazanız yoksa şayet, Olduğunuz yerde debelenir durursunuz da, “yürüdüm!” zannedersiniz.

Hikâyelerin başında var ya: “Az gitti, uz gitti, dere-tepe düz gitti, geriye döndü baktı ki, ancak bir çuvaldız boyu yol almış!”kırk senedir -varsa- kafalarını çalıştırıyorlar ama kendi ülkeleri içinde bir problemi halledememiş insanlar bunlar.

Zannediyorum aileleri içindeki problemleri halledecekleri mantığa, muhakemeye, tefekküre, tedebbüre, tezekküre bile sahip değiller. Zannediyorum, aileleri içinde de sürekli problem yaşıyorlardır “Dünyayı idare ediyoruz!” diyen o zavallı sergerdanlar; bir ailelerini bile idare edemiyorlardır, aileleri içinde de kavga vardır.

Amma, bir şey onları bir araya getiriyor, bir şey aynı şeyi mırıldanmalarına sâik oluyordur; o da “sun’î bir düşman cephesi oluşturmaları.”

Oturup kalkınca hep onları birer mesâvî kaynağı olarak görüp onlardan bahsettiklerinden dolayı, bu “şeytanî mülahaza fasl-ı müştereki”nde bir araya geliyorlar.  

“Milletlerin kaderine hükmeden/hükmetmek isteyen kaba kuvvet temsilcileri[21], öteden beri, ideolojileri adına veya yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda her zaman ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir; yani, “İdeoloji tehlikede…”, “Modernite tehdit altında…”, “Her yanda demokrasi düşmanları var…”, “Laiklik gitti, gidiyor…” gibi yâvelerle sürekli saf halk yığınları arasında korku ve telâş uyarmış ve ülkeyi bir baştan bir başa âdeta tımarhaneye çevirmişlerdir. Bunları yapanların ya kendileri de paranoyak veya gaye ve hedeflerine ulaşabilmek için böyle toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç hissediyorlar; hissediyor, bazen aldatabildikleri veya robotlaştırdıkları insanlarla şöyle-böyle bir terör estiriyor”

Yalan söyler, âlemi aldatır veya aldatmaya çalışır; verdiği sözlerde durmaz, döner; emanete hıyanet eder, akla-hayale gelmedik entrikalar çevirir, cinayet işler; masum, gayr-i masum demeden herkesin kanına girer; icabında kendisi gibi düşünenleri bile öldürür; ne yapar yapar, sun’î düşman cepheleri oluşturur21 ve bütün bunlar insanları aldatmaya yetmediği takdirde ar, namus, şeref, hukuk, demokrasi, adalet, insan hakları demeden “Kuvvetin de lâyüs’el bir hakkı var.” mülâhazasıyla yürür bir gece kaba kuvvetle hedef kitlenin üzerine…

“Evet, bugün, “Yalan, râiç; hıyanet, mültezem; her yerde Hak meçhul / Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılap olmuş / Ne din kalmış, ne iman; din, harap; iman, serap olmuş!” Haçlı, geldiği zaman, “gâvur” diyordun sen. Ona karşı ya Kılıçarslan’ın, ya Alparslan’ın, ya Melik Şah’ın, ya Nureddin-i Zengi’nin veya Şîrgûh’un arkasında kenetleniyordun; duygu-düşünce birliği içinde onlara karşı savaş veriyordun. Belli idi düşman, sen de belli idin; senin bir çizgin vardı, kırmızı çizgin; onların da kırmızı çizgileri vardı; tehlike daha az idi.

Ve aynı zamanda onlar, günümüzün bazı münafıklarının yaptığı gibi karıyı kocadan ayırmıyorlardı; evladı, annesinden-babasından ayırmıyorlardı; yuvaları, yetim bırakmıyorlardı; hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanlar, çok küçük nispetlere bağlanarak zulme uğratılmıyordu. “Aynı telefon sistemini kullanmışsın!” diye zulme maruz kalma… İnanın ne Arslan Yürekli Richard, ne Topal Philip, ne Friedrich Barbarossa, bu türlü zulümleri irtikâp etmediler! Öyle zulümler irtikâp edildi ki, hafizanallah, Ebu Cehil yapmamıştı bunu, Amnofis yapmamıştı bunu!”

“SUNİ DÜŞMAN CEPHESİ”NE  KARŞI ŞİFÂYÂP REÇETE

“Unutmayın!.. Bir gün, dünyanın bağrında renk renk bir bahar tüllenecek. Bahar düşmanları[22] o zaman hazan yemiş ağaçların yaprakları türünden dökülüp toprağa, gübre olacaklar!

Ama bu kasvetli havanın, tsunamilerin, fırtınaların dinmesi için bir vakt-i merhûn vardır. Her şeyi tevkît eden (belli bir zamana bağlı kılan) Muvakkit, bilir onu. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı içinde öyle bir isim yok, fakat düşünülebilir. Belli bir vakte bağlayan, o vakti Kendi belirleyen, “Falan iş, falan zaman tahakkuk edecek; nokta konacak bu işe!” buyuran…

Dolayısıyla biz bilemeyiz. O, geldiği zaman, kendi gelecek. “Gelir ise gelir, bir kıl ile, eyleme tedbir.” O’nun (celle celâluhu) tarafından, Meşîet-i İlahiye o istikamette tecelli ettiği an, hemen vücuda gelir o mesele. Şimdi, o vakt-i merhûna karşı sabretmek lazım…”

“Tehlikeli zamanlarda, mesela düşmanın gelip tosladığı zaman veya insanın şehadet yaşadığı zaman, o mesele, “on”a katlanır, “yüz”e katlanır, o ayrı bir mesele. Normal, orada ona “uyûn-i sâhire” deniyor, “uyanık gözler[23]”. Esas uyuması istenen insanlar uyusunlar diye o orada uyanık duruyor. Cephede, hudutta nöbet tutuyor ki, rahat istirahat edenler, rahat istirahat etsinler; başkalarının rahatı için. Bir yönüyle, başkalarının rahatı adına kendi rahatını feda ediyor. Bu da bir yönüyle “îsâr” manasına geliyor; “yaşama”yı değil de esas “yaşatma”yı hedef alma. Meselenin temel esprisine bakılınca, bu olur. Şimdi bu, sadece orada harpsiz, savaşsız, bir tehlike karşısında olmadan, cephede nöbet tutma mevzuu, diğerlerini uyarma adına. Borazan ile mi uyaracak, zurna ile mi uyaracak, bağırma ile mi uyaracak; uyaracak, uyaracak işte, “Düşman geliyor!” diyecek. Dolayısıyla ona öyle sevap lütfediliyor, bahşediliyor.

DUAMIZ….

Allah’ım! Ulu Dergâhından bizlere öyle bir lütufta bulun ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan gelebilecek iyilik ve lütuflardan bizleri müstağni kılsın!”

Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.”

 “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.”

“Ne güzel Rab’sın Sen Allah’ım, ne güzel dostsun Sen, ne güzel yardımcısın Sen, her duamızı işitip icabet buyuran ne güzel Semi’sin Sen, bütün kusur ve günahlarımızı örtüp bağışlayan ne güzel Settâr ve ne güzel Gaffâr’sın Sen!..”

“Allah’ım bizi dosdoğru hale, özde doğruluk ve neticede hayra, doğru temsile, doğru söze ve hayırlı akıbete mazhar eyle!..”

[1] Bamteli: GÜCÜN KAPIKULU FETVACILAR VE ISMARLAMA İFTİRALAR 30/07/2017

[2] Bamteli: GÜCÜN KAPIKULU FETVACILAR VE ISMARLAMA İFTİRALAR 30/07/2017.

[3] Bamteli: ÜFLEMEKLE SÖNMEZ, SÖNDÜRÜLEMEZ!.. 30/04/2017

[4] Bamteli: TÜRKİYE PERSPEKTİFİNDEN İÇTİMÂÎ RUH 08/01/2017

[5] Bamteli: ÖTELERE İŞTİYÂK VE PEYGAMBERÂNE ÎSÂR 16/04/2017

[6] Bamteli: HİZMET’İN ALTI ESASI 29/01/2017

[7] Bamteli: RUHUNA YÖNEL!.. 04/09/2016

[8] ÇAĞLAYAN- ARALIK BAŞYAZI 2017: KENDİ KENDİMİZLE YÜZLEŞME VEYA MUHASEBE-2

[9]    Kırık Testi: DÜŞÜNCE VE AKSİYON İNSANI  23/04/2017

[10] ÇAĞLAYAN HAZİRAN BAŞYAZI 2017: HAK YOLUNA ADANMIŞ RUHLAR

[11]  Bamteli: SADÂKAT İKSİRİ VE DURAĞANLIK ZEHRİ  25/02/2018

[12]  ÇAĞLAYAN EKİM K.Z.T 2017: KALB VEYA LATÎFE-İ RABBÂNİYE

[13] Bamteli: SADÂKAT İKSİRİ VE DURAĞANLIK ZEHRİ  25/02/2018

[14] Bamteli: SADÂKAT İKSİRİ VE DURAĞANLIK ZEHRİ  25/02/2018

[15] ÇAĞLAYAN EKİM BAŞYAZI 2017: RUH ZEHİRLENMESİ

[16] Bamteli: DEĞMEZ Mİ?!. 12/11/2017

[17] Bamteli: DEĞMEZ Mİ?!. 12/11/2017

[18] Bamteli: SAĞLAM İNSAN KITLIĞI 27/08/2017

[19] Bamteli: GÜCÜN KAPIKULU FETVACILAR VE ISMARLAMA İFTİRALAR 30/07/2017

[20] Kırık Testi: DÜŞÜNCE VE AKSİYON İNSANI23/04/2017

[21] Kırık Testi: PARANOYA İHTİYACI 12/02/2017

[22] Bamteli: BAHARIN VAKTİ VE SABR-I CEMÎL 10/09/2017

[23] Bamteli: O’NUNLA DİRİLİŞ VE MEDRESE-İ YÛSUFİYE’DE YÜKSELİŞ  07/01/2018