EY MERHAMET!  NERELERDESİN…

1- 1980 KASIM MERHAMET BAŞYAZISINDAN

2- 1998 ŞUBAT MERHAMET ÇAĞRISI BAŞYAZISINDAN…

3-İMDÂDA YETİŞ ENGİN ŞEFKATİNLE!.. (25 Haziran 2006 _DİRİLİŞ ÇAĞRISI)

MERHAMET

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, her şey bir bulamaç ve kaostur.

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet vaad eder.

Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan tâli’siz ruhlara…!

İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hatta bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir.

O, bu yolda merhamet ettiği nispette yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.

Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız!

Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.

Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları tesis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının, bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey değildi.

Ah! Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik…

Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de, alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik.

Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimaî atmosferin, gerçek müsebbipleri bizleriz.

MERHAMET ÇAĞRISI

Buna karşılık bir hizmet erinin davranışlarının temelini, uzun bir hazırlık ve fikir çilesinden sonra, onun vicdanından kaynaklanan hak arayışı hedefli bir merhamet çağrısı teşkil eder.

İşte bu çağrı, hemen her zaman ferdî sorumluluğun çok üstünde ve içtimaî vazife şuurunun sınırlarını zorlayacak kadar aşkın ihlâs derinlikli bir çağrı ve tam bir gönül adamı işidir.

…..

O, nefsinin istemediğini başkaları için de istememenin çok ötesinde kendine hoş gelen her şeyden başkalarının yararlanabilmesi için çırpınır durur, hatta bu uğurda ölür ölür dirilir..

ve ufkunun enginliği ile bir yandan zalimlerin kalbinde bile merhamet duygusunu harekete geçirmeyi başarırken,

diğer yandan da mazlumların yanında bulunmayı Hak’la beraberliğin en önemli bir vesilesi sayar ve hep onlara bir nokta-i istinat olur.

Yaşatma tutkusu, kahramanımızın davranışlarını belirleyen önemli bir faktördür. Böyle bir misyona ehliyet arayışı onun her zamanki kaygısı.. en yüksek hırslardan daha yüksek bir hırsla Hak hoşnutluğunun arkasında olması ise onun en bariz vasfıdır.

O ölüp ölüp dirilirken bile, diriltme şuurunun hazzı ile ne bir acı duyar ne de herhangi bir sarsıntı yaşar.

Elde ettiği başarılarını Hak inayetinin bir tezahürü kabul eder ve her gün birkaç defa kendini sıfırlar.. dahası, vesile olduğu işlere arzuları, hisleri karışmış olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer ve “Bana Seni gerek Seni.” der inler.

Yıllar var ki biz, işte bu kutlu ellerin, altı üstüne gelmiş ve “Harap eller, yıkılmış hânümanlar, kimsesiz çöller.” sözcükleriyle resmedebileceğimiz bir âlemi yepyeni bir dünyaya çevirecekleri günü hep bekleyip durduk.

Bu iman, bu ümit ve bu azimle daha yıllarca beklemeye de kararlıyız.

Her zaman temiz gönülleri merhametle donatan Rahmeti Sonsuz, birkaç neslin soluklayıp durduğu o ümitle şahlanmış gönüllerimizi dilerim inkisara uğratmasın..!

İMDÂDA YETİŞ ENGİN ŞEFKATİNLE!..

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır.

Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler.

Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar.

Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler.

Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz.

Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz.

Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz.

Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse..

işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır.

Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar.

Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür.

Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur.

Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır.