“KUR’AN-I KERİM AKLIN MEŞVERETİNE/İSTİŞARESİNE HAMLETTİRİYOR.”
RİSALE-İ NUR MÜZAKERESİ
MUHAKEMAT / Sekizinci Mukaddime
Şu gelen uzun mukaddemeden usanma.
Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir.
Hem de şu gelen mukaddeme her kemâli mahveden ye’si(ümitsizlik) öldürür.
Ve herbir saâdetin mâyesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız.
İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi (Geçmiş zamanın insanları) ile ebnâ-yı müstakbeli (Gelecek zamanın insanları) muvazene etmektir.
Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip (Ağır Basan Düşünce Tarzı, bakış açısı), ya akıl veya basardır.
…
Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır.
Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları(fikirler düşünceler), heves ve şehvetle muzlim (karanlık) olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar (:hizmetine verme) eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hüküm ferma olacağı muhakkak oldu.
İnsaniyet bir derece tecellî etti.
…
Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hükümfermâ,
kuvvete bedel hak;
ve safsataya bedel burhan;
ve tab’a (huy,mizaç) bedel akıl;
ve hevâya bedel hüdâ;
ve taassuba bedel metanet(gayret kararlılık);
ve garaza bedel hamiyet(değerleri koruma);
ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul (aklın eğilimleri);
ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır
—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti.
…
Kur’ân’ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki:
Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve burhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir.
Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr (fikirlerin intişar etmesi, yayılması) nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs (bina edilme,yapılanma) ve burhanla takallüdü (kılıç gibi keskin delil) ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat (Hakikat padişahın oturduğu tahta benzetilmiş.) üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine (hikmetin düsturları) mutabakat ve muhâkâtıdır. (uymak benzemek)
Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatîh (Fatiha, başlangıçları, Bir kitabın mukaddemeleri ) ve havâtîminde(Sonlar, nihayetler.) nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor (bir nedene yormak.Bir iş veya sözü Bir sebebe yormak, bir sebebe bağlayıp ondan ileri geldiğini kabul etmek)
***
AKIL – [KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ 2003 ]
Anlama, idrak etme, us mânâlarına gelen akıl; ıstılah olarak, zâhirî hâsselerle idrak edilemeyen şeyleri kavrayıp değerlendirebilen ilâhî bir nurdur.
Başka bir yaklaşıma göre akıl, nefis, zihin aynı şeyler olmakla beraber, fonksiyonları itibarıyla ayrı ayrı unvanlarla yâd edilen çok yönlü bir vâhiddir.
Bütün bunlar birer nazariye olmaları açısından önemsiz görünseler de, aklın, insandaki kuvvelerin en hayatîlerinden biri olduğunda şüphe yoktur.
Ayrıca akıl, idrak ufku itibarıyla da farklı unvanlarla yâd edilmektedir:
- FITRÎ AKIL
-
Söylenen sözleri anlayan,
-
belli ölçüde hayrı-şerri tefrik,
-
kârı-zararı temyiz edebilen akla “fıtrî akıl” demişlerdir ki,
-
bu akıl ruhun lisanı,
-
basar ve sem’in tercümanı,
-
ilâhî tekliflerin de muhatabıdır.
-
fıtrî akıl ruhun basit bir nuru olmasına mukabil
-
bu seviyedeki akıl ruhun inkişaf etmiş bir ziyasıdır.
-
“fıtrî akıl” herkeste mevcuttur
- “AKL-I HÜCCET”
-
Kendini idrak eden,
-
ilâhî emir ve yasaklardaki espriyi kavrayan,
-
bugünü-yarını ve bunların birbirleri ile olan irtibat ve münasebetlerini değerlendiren,
-
dünyevî-uhrevî maslahatlarını idrak eden akla “akl-ı hüccet” diyegelmişlerdir ki;
-
“akl-ı hüccet” sadece i’mâl-i fikredip tefekküre, tezekküre açık duran kimselerde bulunur.
- “AKLÜ’T-TECRİBE”
-
Tekvînî emirleri okuyan,
-
teşriî disiplinleri kavrayan;
-
okuduklarını sürekli terkip ve tahlile tâbi tutarak ilim yolunda yürüyen,
-
hakikî ilim ve mârifet hedefli akla da “aklü’t-tecribe” demeyi uygun bulmuşlardır.
-
Bazen böyle bir akla ilim, hilim, nühâ ve hicâ dedikleri de olmuştur ki,
-
bunların hemen hepsi bu seviyedeki bir aklın, farklı fonksiyonları itibarıyla aldığı isimler olsa gerek…
Evet, cismaniyet, hevâ ve hevesin tesirlerinden sıyrılarak belli ölçüde de olsa aşkınlaşan akıl, kalbin birkaç adım gerisinde, fakat onun refiki ve kendi ufku ölçüsünde latîfe-i rabbâniye mevhibelerinin de mazharıdır.
İşte böyle bir refakat sayesinde akıl, arz ve semayı aşar, esrar-ı kâinatı temâşâya koşar ve gider ta “Mele-i Âlâ” sakinlerinin soluklarını duyabileceği noktalara ulaşır.
Aslında, yaratılış itibarıyla akıl, hep Yaratan’a açıktır, sürekli O’nu arar; hevâ ve hevese yenik düşmemişse mütemadiyen ışığı kovalar ve dünyevîliği aşabildiği andan itibaren de bir mârifet mahzenine dönüşerek O’nun aşk u iştiyakıyla sabahlar-akşamlar ve kalbin süt emdiği aynı memeden süt emmeye başlar.
Kalb refakatindeki akla gelince o, belli ölçüde bu pâyeleri tahayyül, hatta tasavvur eden fark ufkunun bir şahidi gibidir
İslâm hükemâsı açısından akıl;
-
özü itibarıyla ruhla irtibatlı,
-
kalb ufkuna açık, dimağ yoluyla nurunu neşreden öyle bir latîfedir ki, insanoğlu hislerle algılanamayan şeyleri onunla avlar ve onunla kavrar.
-
Sebeple sonuç, müessirle eser arasındaki münasebeti onun sayesinde idrak eder;
-
bir sesten o sesi çıkaranın ne ve kim olduğunu, bir kokudan onun arkasında hangi çiçeğin bulunduğunu, bir izden oradan ne tür bir şeyin geçtiğini, bir sistemden o sistemin kurucusunu, bir nizamdan o nizamın nâzımını aklıyla bulur ve değerlendirir.
-
Aynı zamanda akıl böyle zâhirî hâsselerin ihsas alanları çerçevesindeki şeyleri kavrayan bir latîfe olduğu gibi, hiçbir duyu organının vesâtetine ihtiyaç hissetmeden kendi kendine değişik düşünce ve mülâhazalar da üretebilen ruhun önemli bir elemanıdır.
-
Bakar-okur; tahlil ve terkipte bulunur; böler-parçalar, derler-toparlar; parçadan bütüne yürür, bütünden parçalara iner; hiç olmazsa potansiyel olarak her zaman bunları yapmaya hazır bulunur.
-
Onun cüz’îden cüz’îye, fertten yine ferde intikaline temsil veya kıyas
-
Cüz’îden küllîye, fertten bir nev’e, nev’iden bir cinse intikaline istikrâ (tek tek olanlardan genel hükümler çıkarma, tümevarım) denir ki, ilimlerdeki umumî kaidelerin büyük çoğunluğu bu yol ile tespit edilegelmiştir.
-
Onun küllîden cüz’îye, herhangi bir cinsten onun içindeki nev’e veya bir nev’iden o nev’e dahil herhangi bir ferde intikal ve ulaşmasına ise istintâc (tümdengelim, istidlâlde bulunma) denir ki, bu da hem tekvînî emirlerde hem de teşriî esaslarda sonuç elde etme ve bir hükme varma adına önemli bir yoldur.
…
İlim dünyasında ehemmiyeti müsellem illiyet (kozalite) kanununun iyi kavranması sayesinde, yukarıda sözü edilen yollarla akıl, Allah’ın âyetlerinden, O’nun varlığına, birliğine ve rahmetinin enginliğine dünya kadar deliller, şahitler çıkarabileceği gibi, konumu, sorumluluğu ve akıbeti hakkında da bir kısım ipuçları elde edebilir.
Ancak aklın, bu metotlarla bir netice elde etmesinin önemli iki yolu vardır:
-
Bunlardan birincisinde akıl tedrîcî hareket eder, biraz âheste davranır ve işi zamana yayarak götürür ki, buna tefekkür, tedebbür, tezekkür yolu diyebiliriz.
-
İkincisinde ise, zamanı aşar, müddete ihtiyaç duymaz ve bir hamlede, bir nefhada matlûba, maksuda ve neticeye ulaşır ki, buna hads (sezgi-intuition) diyegelmişlerdir.
Hadsin, mümarese ve tecrübeler sonucu elde edilenine kesbî, insanî istidatların seri inkişaf etmesi veya bir ilâhî mevhibe ile ulaşılanına da “kuvve-i kudsiye” mahsulü denir ki, herkes potansiyel olarak böyle bir vâridâta açık yaratılmıştır.
Böyle bir vâridât ve ilham sağanağının merkez noktasını enbiyâ-i izâm tutar; onların arkalarında da müstakim akıl, selim kalb ve nezih ruhlar yerlerini alırlar.
Ne var ki akıl, her hükmünde isabet edemediği, hatta yer yer hatalara düştüğü gibi; mantık ve muhakeme adına ortaya koyduğu tespit ve kaziyelerin de hakikî fâili ve mûcidi değildir; o, Cenâb-ı Hakk’ın, icraatına sadece perde olarak kullandığı bir alet, bir enstrüman, verileni kabul eden bir kâbil, Hak hitabını anlamaya müsait yaratılmış bir mânevî sistem ve bir vasıtadır.
Bu alet ve bu vasıta, konumunu kavrayabildiği takdirde
-
hep Mevlâ’ya müteveccih durur
-
ve O’ndan başkasına da asla teslim olmaz.
-
Sürekli O’nunla muamele içinde bulunur;
-
varlığa bakarken onu herkesten farklı görür ve düzgün okur.
-
Duyup hissettiklerini, görüp öğrendiklerini mârifete çevirip
-
kalbe emanet eder
-
ve oturur kalkar mârifet ve muhabbet soluklar.
***
AKLIN FONKSİYONLARI
Akıl; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırma adına insana bahşedilen ilâhî bir armağandır.
O, vahiyle beslenip semavî disiplinlere bağlı kaldığı müddetçe insan için ışıktan bir rehber konumundadır. Böyle bir aklın eline, üzerinde düşünüp değerlendirebileceği temel doneler verildiği takdirde, Ebû Hanife gibi bir fıkıh, Mâtüridî gibi bir kelam veya Gazzâlî gibi bir düşünce âbidesi meydana getirilebilir.
Akıl aynı zamanda mükellefiyetin çok önemli bir esasıdır.
İnsan onunla Allah’a muhatap olma seviyesine yükselir, onunla belli sorumluluklar yüklenmeye ehil hâle gelir.
Evet, mükellefiyet akla dayandırılmış olup akıl sahibi olmayan kişiye şer’-i şerif teklif edilmemiştir. Bu sebeple denilebilir ki akıldan mahrum bir şahsa, dünyada herhangi bir vazife ve sorumluluk yüklemeyen rahmeti sonsuz Rabbimiz, Allahu a’lem, ahirette de onu hesap ve cezadan muaf tutacaktır. Hatta böyle birinin iman esasları karşısında dahi sorumlu olup olmadığını tam bilemiyoruz. İhtimal aklı olmayan bir insan bunlardan bile mesul olmayacaktır.
Hâsılı bizler bir yönüyle aklımız sayesinde dinin emirleriyle mükellef oluyor ve bu sayede Cennet’i kazanma ve Cehennem’den uzak kalma liyakatini elde ediyoruz.
…
Aklın hayatî derecedeki bu ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde ilâhî kelamda pek çok yerde
“Hâlâ düşünüp tefekkür etmeyecek misiniz?”[ En’âm sûresi, 6/50.],
أَOnlar hâlâ tedebbürde bulunmuyorlar mı?”[ Nisâ sûresi, 4/82.],
“Düşünüp anlamayacak mısınız?”[ Yûnus sûresi, 10/3; Hûd sûresi, 11/24, 30; Nahl sûresi, 16/17;…],
أَ“Onlar hâlâ akıllarını kullanmayacak mı?”[ Yâsîn sûresi, 36/68.]
gibi ifadelerle âyetlerin fezlekesinin ona bağlandığını görüyoruz.
Aslında bu ilâhî ifadeler aklın fonksiyon ve derecesiyle alâkalı beyanlardır.
Meselâ,
-
bir şeyin önü ve arkasını birden düşünme,
-
bir arka bir de ön planına veya bir dününe bir de bugününe bakarak onları bir kıymet-i harbiyeye ulaştırma ameliyesine tedebbür denirken; sistemli ve disiplinli bir fikir cehdi neticesinde dünkü malzemeyi bugünkü müktesebatla bir araya getirerek bir terkibe varma
-
veya sentezlerle yeni bir kısım hakikatlere ulaşma ameliyesine de tefekkür
-
Her iki kelime de geldikleri kip itibarıyla tekellüf ifade eder. Tekellüf ise biraz kendini zorlama, şakakları zonklatma, kasıklarda sancı hissetme demektir.
-
Görüldüğü üzere ilâhî beyandaki bu ifadeler basit bir akıl faaliyetinden ziyade, hakikate ulaşma yolunda aklın kullanımında ciddi bir cehd ve gayretin ortaya konması mânâsına gelmektedir.
-
İşte bütün bu fonksiyonlar Allah’ın izniyle akla veriliyor, akla bağlanıyorsa, bu, hareket ve faaliyetlerde, tercih ve kararlarda onun hayatî derecede bir öneme sahip bulunduğunu, asla hafife alınacak bir unsur olmadığını göstermektedir.