YENİ UFUKLARA AÇILMAK İÇİN

“DERİN DÜŞÜNMENİN” ŞİFRELERİ-1 / 2

[(-) 2. BENLİK / ENE (EGOİZM / EGOSANTRİZM)]

MÜZAKERE KAYNAK METİNLER:

1- 524.Nağme:DÜŞÜNCENİN ÖNÜNDEKİ GULYABÂNÎLER 

2-SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI: ENANİYET VE EGOİZM

3-PRİZMA: HÜCUMÂT-I SİTTE 

BÖLÜM-1: ÖNCE TESPİT… SONRA REÇETE (“BENLİK ENANİYET HASTALIĞI”NA ŞİFÂYÂP REÇETE)

DERİN DÜŞÜNMENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER / GULYABANİLER:

2- BENLİK-ENE (EGOİZM-EGOSANTRİZM)

“ egoizma”yı görmek lazım, -onu şişirerek daha ileri götürebilirsiniz- “egosantrizma”yı görebilirsiniz. Başkalarının düşüncelerine karşı hor ve hakir bakma… İnsan, kendi  düşüncelerini öne çıkarır, “Benimkiler çok önemli!

… 

[BAMTELİ: ÜFLEMEKLE SÖNMEZ, SÖNDÜRÜLEMEZ!.. 30/04/2017.]

Enâniyetin hüküm-fermâ olduğu, insanların kendilerini çok emin, doğru yolda zannettikleri, vehim ve kuruntulara takılıp gittikleri bir dönemde yaşıyoruz. 

Virüs gibi o, bize de bulaşıyor; hepinize/hepimize de bulaşıyor, bir yönüyle. Hiç yarını düşünmüyoruz. Bugünün kulları gibi yaşıyoruz. Bugünün kulları…

… 

[BAMTELİ: TÜRKİYE PERSPEKTİFİNDEN İÇTİMÂÎ RUH.. 30/04/2017.]

İctimâî ruhun önünü kesen gulyabanîler, İmam Gazzalî hazretlerinin ifadesiyle, bütün mühlikât ve mûbikâttır; insanı helakete sürükleyen ne kadar meâsî ve mesavî varsa, onlar o ictimâî ruhu öldüren, felç eden şeylerdir. Onları, Hazret, İhyâ-ı Ulûmiddîn’de sıralar, derste konu oraya geldiği zaman göreceksiniz. Diyelim ki, enâniyetten başlar; egoizmegosantrizm, narsisizm…

Hafizanallah, insan bunların pençesine düşmüşse şayet, zannediyorum o değerli şeylere karşı bütün bütün kapanmış olur.

[BAMTELİ: ÖTELERE İŞTİYÂK VE PEYGAMBERÂNE ÎSÂR 16/04/2017.. ]

“…bir gaye-i hayal olmazsa, insanın, enâniyet girdabına kapılmaması da mümkün değildir.

İşte Hazreti Üstad’ın bu mevzudaki beyanı: “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.

Yani öyle yüksek bir duyguya, bir düşünceye, bir meseleyi realize etmeye kilitlenmemiş iseniz şayet… Yani Bağdat’a gitmeye… Bağdat derlerdi, eskiden sultanlık orada olduğundan dolayı Bağdat’a gitmeye karar vermemiş iseniz şayet,

enâniyet girdabına, egoizm girdabına, egosantrizm girdabına, narsizm girdabına düşmeniz, kaçınılmaz olur.

… 

[PRİZMA: HÜCUMÂT-I SİTTE 24 EKİM 2001]

Hücumât-ı sitte nedir?

İnsan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Hayat baştan başa, değişik boy ve derinlikte bir imtihanlar zinciri olarak devam eder durur. İnsan tâ çocukluğundan başlayarak ruhunun bedeninden ayrılacağı ana kadar hayatının her karesinde bu imtihanlarla yüz yüzedir. Bediüzzaman Hazretleri, Hücumât-ı Sitte‘ adıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı kısmında, ‘İns ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akim bırakır ve hücum yollarının altısını da seddeder’ diyerek bu imtihanların en tehlikeli olanlarını ‘hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik’ olarak tesbit etmiştir.

… 

Beşinci desise; insandaki en zayıf ve en tehlikeli olan enaniyet (benlik) duygusudur ve insanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gerekli olan bir şeydir.

Zira benlik anaforuna kapılan talihsizlerin, hak ve hakikati görüp bilmesi ve gözleri bağlı olduğu için de yoldan çıkmadan hedefe yürümeleri çok zordur.

Bediüzzaman, ‘Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda eh-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ancak eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, işte böyle bir hâl, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafında toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, eneyi kabul etmiyor, nahnü (biz) istiyor.‘ sözleriyle bu şeytanî sıfata karşı bizi tetikte olmaya çağırır.

… 

[SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI: ENANİYET VE EGOİZM_MAYIS 2005]

Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice Herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır.

O, imanla doğru okunmadığı, mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış, şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit illetlerle mâlul bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen hodbin bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda, gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.

… 

 Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrutlar, Şeddatlar, Firavunlar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismanî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.

… 

“Ene”nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe “egoizm” de dediğimiz “enâniyet”,

  • kendine düşkünlük,
  • yalnız kendini düşünme,
  • her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme,
  • her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma
  • ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır.

Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer –üzerinde durulabilir– hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve “onlar” dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her melaneti irtikâp eder.

Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde,

  • kendini mutlak üstün ve eşsiz görme,
  • hatta kendine “gaye insan” nazarıyla bakma,
  • aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme
  • ve “ben” merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma,
  • meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki,

bunu da muzaaf enâniyet anlamında “egosantrizm” sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri

  • her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar,
  • herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir;
  • sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır.
  • Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez;
  • kimseyi sevmez ve hayırla da yâd etmezler.
  • Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır.
  • Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemadi hır-gür çıkarırlar.
  • Böylelerinde hiç mi hiç içtimaî sorumluluk hissi gelişmemiştir; onlar, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket ederler.
  • Olabildiğine kibirli ve gururludurlar;
  • herkesi hafife alır ve âleme tepeden bakarlar.
  • Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki saf yığınlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa –buna “cemaat enâniyeti” de denebilir– daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler.
  • Firavun böyle bir ruh hâletiyle “Ben sizin en yüce rabbinizim.” sözleriyle hırlamış, bir başkası “Ben de ihya eder ve öldürürüm.” deme cür’etinde bulunmuş; bir diğeri ise “Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim.”hezeyanlarıyla gürlemiştir. Günümüzde çokça bulunduğu gibi, kimileri de mânâ âleminin devâsâ kametlerinin dahi telaffuz etmediği/edemediği “Ben Mehdiyim.”, “Ben Mesihim.”, “Ben kutbum, kutb-u irşadım”, “Ben gavsım”… türünden saçmalıklarda bulunmuş; sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibrini, ucbunu, fahrini, makam sevdasını ve nefis muhabbetini seslendirmiş ve kulluğun esası olan acz u fakr, tevazu, mahviyet ve hacâlet… gibi hususlardan habersiz cahil kitleleri iğfal etmişlerdir.

Aslında bunlardaki sefalet ve ruh sukutuna sebebiyet veren hep aynı şeylerdir:

  • Şeriat mantığından habersizlik,
  • mütemerrit nefs-i emmârenin güdümünde bulunma,
  • şöhretperestlik ve bohemce yaşama arzusu…

Gel gör ki, bu zelil insanlar,

  • her zaman kendilerini farklı yaratılmış gibi görüp gösterir
  • ve çevrelerine birer misyon insanı olduklarını empoze etmeye çalışırlar.
  • Böyleleri herkesi sıradan, hor ve hakir varlıklar sayar
  • ve onların da bir şeyler yapabileceklerini kat’iyen kabul etmezler.
  • Hele bir de etraflarında bu duyguyu sık sık tetikleyen bir kısım müdâhinler varsa –ki her zaman var olmuştur– bunlar öylesine bir büyüklük hissine kapılırlar ki, herhalde bu ölçüdeki bir enâniyeti ifade için “mük’ap bencillik” sözü bile yetmeyecektir.

Zannediyorum böylelerinin hâline en uygun isim “megalomani” olacaktır.

Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik bir narsis çıkar.

  • Sever kendini Allah’ı gerçekten sevenlerin sevdiği kadar..
  • tapar hevasına putperestlerin tanrıçalarına taptığı seviyede..
  • yanında Peygamber’den bahsedildiğinde dahi rahatsızlık duyar;
  • “O’nun temsilcisi ve izdüşümüyüm.” gibi hezeyanlarla –kendi inanmasa da– çevresini bir kısım muğlak ve müphem şeylere inandırmaya çalışır.
  • Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindedir.
  • Damlasının derya, zerresinin güneş gösterilmesini arzu eder.
  • Dahası, etrafını kendisine karşı çok derin bir medyuniyet içinde görmek ister;
  • ister ve herkesin her şeyine gözünü dikerek, meşru ve gayri meşru bütün arzularının yerine getirilmesi beklentisine girer.
  • Bekledikleri gerçekleşmeyince de çevresini yakar-yıkar,
  • şuna-buna gönül koyar, en yakınlarını bile vefasızlıkla suçlar
  • ve altından kalkılamayacak, is’âf edilemeyecek hak iddialarında bulunur.
  • Zaten başkalarıyla da her zaman kavga içindedir;
  • hasetle kıvranır durur..
  • gıybetle, iftira ile boşalır..
  • kinle, nefretle sürekli hafakanlar yaşar;
  • “Ne kendi eyler rahat ne halka verir huzur.” (Anonim)
  • Yıkılıp gitse de cihandan mirasçıları onu kabre kadar götürür.

 

***

“BENLİK ENANİYET HASTALIĞI”NA ŞİFÂYÂP REÇETE

[SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI: ENANİYET VE EGOİZM_MAYIS 2005]

Ene” İnsanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren

Ene”; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur.

Ene”; insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî),

Ene”;sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör,

Ene”;tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur.

Aksine o (“Ene”),

  • Allah’a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı,
  • beden ve cismaniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği,
  • şevk u şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.

 burada birkaç cümle ile de olsa Üstad Bediüzzaman’ın bu hususla alâkalı mülâhazalarına temas etmek istiyorum:

O, Kur’ân-ı Kerim’deki emanet hakikatinin pek çok yönlerinden birinin de “ene=ego” olduğunu ifade sadedinde; “ene”nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar.

Nübüvvet cereyanına gelince o,

  • kuvve-i akliye” dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş;
  • kuvve-i dâfia” dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikleri semere vermiş;
  • kuvve-i câzibe” dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır.
  • Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla “ene”nin bir kulluk unvanı ve esrar-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür.

Öyle ki, bu yörüngede “ene

  • kendini bir abd bilir,
  • Yaratan’ın hizmetinde olduğunu düşünür;
  • O’na karşı hâlisâne kulluğa yönelir
  • ve hemen her zaman O’nu hoşnut etme arkasından koşar.

… 

[ÇAĞLAYAN: KENDİ KENDİMİZLE YÜZLEŞME VEYA MUHASEBE-2_ARALIK BAŞYAZI 2017]

Hakk’a kulluk mülahazasıyla, insanın konumu da işte bundan ibarettir. O, vicdanında hiçliğini duyup hissettiği ölçüde marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ufkuna açılmış olur ve Hakk’ın mücellâ bir aynası haline gelir.

Aksine, enaniyetle köpürüp, gurur ve kibirle gümleyedurunca da iç içe küsûflar yaşar ve şeytanın mel’abesi haline gelir.

Böylesi kahredici bir duruma düşmemek için daha baştan geçilecek şeylerden geçilmeli ve seçilecek şeyler de Hak disiplinlerine göre isabetli seçilmelidir ki insan uzak yakın yarınlar itibarıyla âh u vâha düşmesin.
… 

[BAMTELİ: RUHUNA YÖNEL!.. 04/09/2016]

“ Gelin, Allah aşkına, ne olursa olsun, deryayı damlaya feda etmeyelim!.. Damlayı damla bilelim, deryayı da derya bilelim. Elimize geçen bütün damlaları, o derya hesabına kullanmaya bakalım, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Evet, başka şeye değil, kendine bak!..

“Sen, esas, mahiyet-i nefsü’l-emriyenle, ruhunla, vicdanınla insansın, cisminle değil!”.. İşte asıl mesele, 

  • onu anlamak;
  • onu bir mercek, bir mirsad, bir dürbün, bir teleskop olarak kullanmak;
  • eşya ve hadiselere öyle bakmak,
  • varlığı öyle hallaç etmek,
  • öyle analizlerde bulunmak,
  • öyle sentezlerde bulunmak;
  • buluna buluna bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak…

Bulunması gerekli olan şeye gidip ulaşmak… O (celle celâluhu), bulunmayacak yerde değil. O (celle celâluhu), sana senden yakın ama sen O’na fersah fersah uzaksın!..

Aş uzaklığını, aş o tepeleri!.. Enaniyetine ait, gururuna ait, kibrine ait, filo sevdana ait, saray sevdana ait, yalı sevdana ait, alkışlanma sevdasına ait, ikbal sevdasına ait, Allah belası şeytanın sana attığı kancalardan sıyrılmaya bak!..

Kendin ol, O’nu (celle celâluhu) bul; nefsin oyunlarından kurtul!.. Vesselam.

… 

[BAMTELİ: HİZMET’İN ALTI ESASI 29/01/2017]

“Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi ya da Çağa Uygun En Emin ve En Kestirme Yol

Fakat “dünya”nın bir numaralı değer durumuna geçtiği.. insanların, enaniyetleri tarafından kündeye getirildiği, el-enseye getirildiği.. egoizmanın hâkim olduğu “enâniyet asrı”nda bu “terk”lere muvaffak olmak çok zor. Allah dostları, “benlik ve enâniyet asrı” demişler.

Böyle bir asırda, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin ortaya koyduğu o dört esas çerçevesinde -ki, ben icmalini arz ettim; tafsili, bir kitap muhtevasında- yaşamak çok zor olduğundan, Bediüzzaman hazretleri bugünün insanın zaaflarını bilerek.. 

  • dünyayı ukbâya tercih etme zaafını.. 
  • şahsına çok önem verme zaafını.. 
  • enâniyet zaafı 

nazar-ı itibara alarak diyor ki:

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!”

Tetimmesi, hâşiyesi de “tefekkür” ve “şefkat.

“Benim yolumda da dört şeye sarılmak lazımdır.” Orada “terk”, burada “sarılmak. “Lâzım-âmed” diyor, “lazımdır” o