NUR PENCERESİNDEN
CENAB-I HAKKA (cc) AİT OLAN “HAMD”
GİRİŞ:
BAMTELİ : SONSUZ HAMDOLSUN!.. 17 ŞUBAT 2019
“Gelen iyilikler, iyilik olduklarından dolayı, onlar için Allah’a hamd ü senâ edilmiş.”
“Onun için belki günümüzde de çok tekrar etmek lazım.Bir milyon defa, milyonlar defa hamd ü senâ olsun Allah’ım, küfür ve dalaletin dışındaki her hale!..”
…
RİSALE-İ NUR MÜZAKERESİ
İŞARATUL İCAZ BESMELE VE FATİHA SÛRELERİNİN TEFSİRİ
Sonra, Hamd‘in bu makamdaki nazmı, yani Kur’an’ın fatihasına fatiha yapılmasının vechi ve hikmeti ise, zihinde ille-i gaiyenin önceliğinin tasavvuru gibidir, zira Hamd unvanı, netice-i hilkat olan ibadetin; ve kâinat ve mevcudat’ın yaradılış hikmeti ve gayesi olan Ma’rifet-i İlahiye’nin icmali bir suretidir, öyle ise, Hamd in en önde zikredilmesi, adeta ille-i gaiyye denilen yaradılış hikmetinin peşinen (Hamd ile) tasavvuru gibidir.
…
Sonra “Hamd” in birçok ma’nalarından en meşhur olanı, Cenab-ı Allah’ın kemalî sıfatlarını izhar eylemektir.
Bu meselenin tahkiki şöyledir ki: Cenab-ı Hak teâla ve tekaddes, insanı halk etmeyi irade buyurduğunda; Onu, kâinatı içinde cem’eden cami bir nüsha kılmış, onsekizbin âlemi müştemil olan âlem kitabına da bir fihriste etmiştir.
Ve insanın ruh cevherinde Cenâb-ı Hak taâlanın ayrı ayrı isim ve unvanlarla tecelli eylediği bütün âlemlerin numunelerini tevdi buyurmuştur.
İşte, böyle bir hilkat tarzıyla yaradılmış olan şu insan, kendisine in’am edilmiş bütün bu nimetleri, yaradılış hikmet ve gayelerine göre ” Hamd ” unvanı altında şükr-ü örfiyi (5) (yani Göz, kulak, ağız gibi nimetleri i’tiraf ederek bu ni’mete, bu iyiliğe karşı teşekkürü) îfa etmek için sarfeylese; ve tabiatın paslarını gideren ve o a’zaları cilalandıran Şeriât-ı Mutahharayı imtisal eylese, işte o zaman insanın cevher-i ruhunda tevdi’ edilmiş olan âlemlerin enmûzeçlerinin her birisi, ait olduğu âlemine bir mişkât, bir pencere açarak, o alemde mütecellî olan ve ona ait sıfata; ve bundan da tezahür eden İsm’e bir âyine olmuş olur.
İşte o zaman bu haldeki bir insan, ruhuyla ve cismiyle gayb ve şehadet âlemlerinin bir hülâsası olarak; o iki aleme tecelli eden bütün esma ve sıfat kendisine de tecellide bulunduklarını bilebilecektir.
Demekki, “Hamd ” ile insan, Allah’ın kemali sıfatlarına mazhar olmuş oluyor
Yani hamd ve şükür, ancak Vâcib-ul Vucûd mefhumuyla mülahaza edilebilen müşahhas Zat-ı Akdese hâstır ve müstehaktır.
…
Ayn-ı zamanda ihtisas lam’ı, ihlas ve tevhide de işaret etmektedir ki, “Hamd ve şükür yalnız ve sadece Allah’a mahsustur” ma’nasıyla, ihlas ve tevhidi de ifade eder.
—
MEKTUBAT 20.MEKTUP 2.MAKAM BEŞİNCİ KELİME
Yani: Bütün mevcudatta sebeb-i medh ü sena olan kemalât onundur. Öyle ise, hamd dahi ona aittir.
Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü sena ona aittir.
Çünki sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey onundur, ona aittir.
Evet âyât-ı Kur’aniyenin işaratıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senadır ki; daimî o dergâha gidiyor.
…
İşte, şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sani-i Hakîm’i mümkün müdür ki, şu zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin veyahut kudret-i mutlakasını acze kalbettirsin.. veyahut ilm-i muhîtini cehle çevirsin? Yüzbin def’a hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki: Şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbaniyenin medârı olan zîşuur ve zîşuurun serfirazı olan nev’-i insanın mazhar olduğu nimetlere mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sani’inden başkasına gitsin. Ve o Sani-i Zülcelal, o gayet-ül gaye olan şükür ve ibadeti başkalara gitmesine müsaade etsin.
Hem hiç mümkün müdür ki: Hadsiz enva’-ı ni’metiyle kendini zîşuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu’cizat-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnetdarlıklarını esbaba ve tabiata terkedip ehemmiyet vermesin; hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin; saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin! Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!..
Hiç mümkün müdür ki: Bir baharı halkedemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yer yüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen; onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı halkedip ve o elmayı nimet olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u Bil’ıtlak’a hamd noktasında iştirak etsin? Hâşâ!..
Çünki bir elmayı halkeden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine O olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızk olan hububat ve semeratı halkeden yine O’dur. Demek en küçük cüz’î bir zîhayata, en cüz’î bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır ve Rezzak-ı Zülcelâl’dir. Öyle ise şükür ve hamd, doğrudan doğruya O’na aittir.
—
MESNEVİYE NURİYE KATRE ÜÇÜNCÜ BAB
(“Elhamdülillah” Beyanındadır.)
Hamd olsun o Allah’a ki, umum şu âlemler kalî ve hali olan bütün dilleriyle onun sıfat-ı kemaliyesini izhar ederek ona hamd ü sena ederler.
Çünkü bu âlemler; envalarıyla, erkânlarıyla, azalarıyla, eczalarıyla, zerratlarıyla ve esîrleriyle, her hepsi hudûs ve imkânat dilleriyle ve ihtiyacât, iftikarât lisanlarıyla ve sonderece hikmetli yapılışları dilleriyle ve san’atkârane olan hilkatleri lisanıyla ve nizam, muvazene ve ittikan ve kemalât ve ibadetleri ve tesbihatları lisanlarıyla onun evsaf-ı celalini yâd edip teşbih eden lisanlar olarak; onun Vâcib-ül Vücud, Kadim-i Sermedi, Ezelî ve Ebedî, Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Aziz-i Cebbar, Mütekebbir-i Kahhar olduğunu ilan edip tesbih ediyorlar.
Hem dahi, onun evsaf-ı cemalini hâmidane tilavet edip derler ki: “Bizim Halikımız Rahmandır, Rahimdir, Rezzaktır, Kerim.. Cevvaddır, Veduddur, Feyyazdır, Latif.. hem Muhsindir ve Cemil…
Ve keza, onun evsaf-ı kemalini dahi kalen ve halen bağırarak zikredip diyorlar ki: “Bizim Halikımız ve Malikimiz Hayy’dır, Kayyum’dur, Alîm’dir, Hakîm.. Kadir’dir, Mürid’dir, Semi’dir, Basir.. hem Mütekellimdir ve Şehîd… Hem dahi kâinatta mütecelli olan bütün esma-i hüsnasını da tilavet eden lisanlar hükmünü alıyorlar.
Yine hamdolsun o Allah’a ki, şu kâinat, kendi içindeki her şeyiyle beraber sıfat-ı kemaliyesini izhar ederek ona hamd ü tesbih ü sena eder.
Çünkü şu kitab-ı kebir-i kâinat, bütün babları, fasılları, sahifeleri, satırları, cümleleri ve harfleriyle; ve bunların hikmetleri, san’atları, sıfat ve keyfiyetleri ve nakışlarıyla; ve bunların herbirisi kendine göre ve nisbeti miktarınca çeşitli mazharlar ve mütenevvi’ ayineler olarak onun evsaf-ı celalinin tecelliyatının parıltılarını ve onun evsaf-ı cemalinin ziyalarını ve keza evsaf-ı kemalinin envarının ve onun esma-i hüsnasının şua’larını gösteriyorlar ve izhar ediyorlar ve ilân ediyorlar.
Elhamdülillah! Hayr-ı mahz olan nimet-i vücudu veren Allah’a hamdolsun. Hem vücudun kemali olan hayat nimetini bahşettiği için ona hamdederiz. Hem iman nimet-i uzmasına hamdolsun ki, o iman, hayatın kemali, belki hayatın hayatıdır.
Nur-i iman nimeti üzerine Allah’a hamdolsun ki, o iman nuru, cihat-ı sittenin karanlıklarını bizden izale edip âfak ve enfüs cihetlerini nurlandırıyor. Ve öyle ziyadar nuranîdir ki, içindeki envar-ı sitte ve ondan gelen ve Sultan-ı Ezel’in şems-i marifetinden in’ikas eden adva-i selasesi (üç ziyaları) pertev-efşandır.
İman-ı billâh nimetine karşı Elhamdülillah!.. Çünkü onunla ruh-u insanî, idam karanlıklarından ve kâinatların vahşetinden ve matem-i umumîden ve …den ve …den ve …den ve …den ve …den ve sayılamıyacak olan ruh için bütün yakıcı ve yandırıcı ahvalden kurtulur ve halâs bulur.
Ve keza nur-u iman nimetine hamdolsun ki; bize Muhsin, Kerim, Vedud, Reûf, Rahîm bir zatı melce’ olarak göstermiştir. Evet o imandır ki, hayat-ı ebediyeyi bize nurlandırmış, nurlu göstermiş; Hem saadet-i ebediyeyi müjdeliyerek ziyalandırmıştır. Ve o iman ise, istimdad ve istinad noktalarını muhtevidir. Hem kâinat yüzüne serpilmiş olan rahmetin vechi üzerinden matem-i umumî perdesini kaldıran ve ref eden yine o imandır. Hem teceddüd ve deveran-ı emsal keyfiyetini göstermek suretiyle, lezaiz-i meşruadan firak elemlerini izale eder. Hem, in’am şeceresini göstererek, o nimetleri bizimle beraber olarak idame ettirir. Hem nur-u imandan önce, kâinat; ecnebî düşmanlar ve dehşetli, vahşetli cenazeler tevehhüm edilmekte iken; nur-u iman, o vaziyet-i mevhumeyi tebdil edip, onları sevgili kardeşler ve hayatdar arkadaşlar vaziyet-i hakikiyesine tahvil ediyor.
Hem o nur, bütün kâinat ve dünya ve âhiretin tamamını rahmet-i İlahiye ile dolmuş olarak her bir mü’mine hediye olduğunu ve o mü’min, kendisine hibe edilmiş pek çok ve mütenevvi’ havas ve vesaitiyle hak olarak müzahametsiz bir tarzda umumundan istifade edebileceğini tasvir eder. Öyle ise, o mü’mine haktır ve ona lâzımdır ki, desin:
Hem ona lâzım ve üzerine vâcibdir ki; bütün kâinat, yed-i kudretinde olan ve o kâinatı istediği anda istediği kimseye verebilen bir zattan başka bir Rab ve ma’bud ve mahbub ve maksuda razı olmasın.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a; o âlemlere rahmeti olan Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam’ı gönderdiği için, nihayetsiz hamd ü şükür olsun. Evet Hz. Muhammed (A.S.M.) ile ve onun risaletiyle sair dinlerin içindeki fikr-i uluhiyet akidesinin nurları, felsefenin kesafetli zulmeti altında sönmekte iken, yeniden istikrar ve sebat bulmuştur.
Hem onun risaletiyle beşer için marziyat-ı Rabb-ül Âlemin ne olduğu tezahür etmiştir. Ve keza onunla beşer, kevn ve vücudun nuru olan imana hidayet bulmuştur.
Rabb-ül Âlemin’in marziyatı olan İslâmiyet nimetleri üzerine hamdolsun. Evet o İslâm ki, semavat ve arzın ve bütün âlemlerin Rabbi olan Rabbimiz ne gibi fiilimizle bizden razı olacağını ve bizden arzusunun ne olduğunu ve onun nazar-ı muhabbeti ne ile celbedilebileceğini bize tâm ve mükemmel olarak göstermiştir.
Ziya-yı Bismillah ile ziyalanan nur-u iman nimeti üzerine hamdolsun. Evet hâmid bir kimseye lâzımdır ki, daima nimetten in’ama nazarını çevirsin. Tâ ki, Zat-ı Mün’imin onu, ondan daha çok görüp bildiğini ve ondan ona daha yakın olduğunu ve o “Zat-ı Mün’im, bu çeşit in’am ile kendini tanıttırmak istediğini ve bu tarz-ı ihsan ile kendini sevdirmek irade ettiğini ve bu türlü ikram ile kendine muhabbet ettirmek irade ettiğini görsün, bilsin ve anlasın.
İşte insan, şu taarrüf-ü İlahî ve teveddüd-ü Rabbaniyi idrak edip o şuurla tam şuurlandığı vakit, hakiki şâkir olabilir.
—
ŞUALAR 15.ŞUA 1.MAKAM 2.KISIM BİRİNCİ KELİME
“Hamd” dır. Bundaki hüccet-i îmaniyeye gayet kısa bir işaret:
Evet kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî in’amlar ve nimetler, hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi; başta Bismillâh, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in’amı hissetmek ve Rabbini onun ile tanımaktır. Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak! Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı kendine kıyas eyle. İşte bu umumî in’amlar mukabilinde hal ve kal dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat’î bir surette bir Mâbud-u Mahmûd, bir Mün’im-i Rahîm’in mevcudiyetini ve umumî rubûbiyetini güneş gibi gösterir.
—
LEM’ALAR 26.LEM’A 13.RİCA
…
Yâni: “O şiddetli hâletin tesirinden gelen gaflet ile, kâinatın mevcudatı bir kısmı düşman ve ecnebi bir kısmı müdhiş cenazeler, diğer kısmı ise, kimsesizlikten ağlayan yetimler suretinde; gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayı, nur-u îman ile aynelyakîn gördüm ki: O ecnebi, düşman görünenler birer dost kardeştirler. Ve o müdhiş cenazeler ise; kısmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vaveylâları ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nur-u îman ile gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı olan îmanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâl’e hadsiz hamdediyorum.
Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, hamd ve tesbihat-ı İlahiyede tasavvur ve niyetim ile istimal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcudatın her birisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle beraber Elhamdülillahi alâ nur-il îman deriz” demektir.
Hem o gafletkârane hâlet-i müdhişeden hiçe inen ezvak-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler birden (başka Risalelerde kat’î bir surette isbat ettiğimiz gibi) nur-u îman ile kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya ve dâr-ı âhireti birer sofra-i nimet ve birer tabla-i Rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin herbirini, gâyet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden; hem bu ulvî hakikatı ifade, hem o hadsiz nimete şükür için o vakit böyle demiştim.
…
Yâni: “Dünya ve âhireti nimet ve Rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u îman ve İslâmiyetle inkişaf ve inbisat etmiş bütün hassalarının elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u îman nimetinin mukabiline, o îmanı bana veren Hâlıkıma, bütün zerrat-ı vücudumla dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir.
Madem îman bu âlemde bu tesirat-ı azîmeyi yapar; elbette dâr-ı bekada öyle semerat ve füyuzatı olacak ki, bu dünyadaki akıl ile onlar ihata edilmez ve tarif edilmez.
—
SÖZLER 9.SÖZ BİRİNCİ NÜKTE:
Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür.
Yâni, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdîs etmek.
Hem kêmaline karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek.
Hem cemâline karşı, kalben ve lisânen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.
Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.
Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar.
Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te’kid ve takviye için şu kelimât-ı mübâreke, otuzüç defa tekrar edilir.
Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir.