YOLCUYA EMANET EDİLEN AZIK;

“ÂDEM-İ NEBEVİ UFKUNA ULAŞTIRMA”

 

BAMTELİ MÜZAKERESİ:

İSTİFADE EDİLEN KAYNAK:

ÂDEMİYETTEKİ SIR VEYA ÇEŞİT ÇEŞİT ADAMLAR” (16 ARALIK 2018)

GİRİŞ:

Uzun ve meşakkatli seferlerde mutlaka azık edinin ve bilin ki azığın en hayırlısı haramlardan korunma, marufları yerine getirme manasına takvâdır” (Bakara, 2/197) 

Azığını eksiksiz al, yol boyunca ihtiyaç duyabileceğin her şeyi tedarik et.”

Azığını eksiksiz al ama yol boyunca sana lazım olmayacak yükleri boş yere yanında taşıma.”

“Sahilden ayrıldıktan sonra artık erzak bulmakta oldukça zorlanırsın, hatta hiç bulamazsın; öyleyse henüz vakit varken ve gemin demir almamışken önündeki uzun seferde muhtaç olacağın levâzımâtı

iyi düşün,

güzelce hesapla

ve tastamam hazırla!” 

Yol pusulamız olan Rehberimizin  uzun ve meşakkatli seferimizde bize azık olarak emanet ettiği, bu haftaki nasihatler;

***

BÖLÜM-1:

YOLCU İÇİNDÜŞÜNÜLECEK, HESAPLANACAK VE HAZIRLANACAK AZIK

Ey Yolcu;

1)-  Niyetimiz O dur ki; “Talebin kıymeti insanın kıymetini yükseltir; insan talip olduğu şey ölçüsünde kıymet kazanır.”

(+) İnsan, gerçek kıymetini hedefinin kıymeti ile ortaya koymuş olur.

(+) Hedef ne kadar kıymetli ise, o -bir yönüyle- aynı zamanda insanın kıymetini aksettirir. İnsan neye tâlip ise, kıymeti ona göredir.

2)- Hedefimiz; “Âdem-i Nebevî ufku, esas hedefiniz olmalı!”

(+) Cenâb-ı Hak, taklidî olarak bizi -belki, bir yönüyle- “Âdem-i Hayvanî”liğe açık bir mahiyette, bir donanımda yaratmış.

(+) Cenâb-ı Hak, sonra “sûrîlik” ufkunu göstermiş.

(+) Cenâb-ı Hak,sonra “Âdem-i Velâyet” ufkunu işaretlemiş.

(+) Önce çevresinde “Allah, Peygamber, ukbâ, haşir, neşir” duyma,  Zamanla bunları taklit olarak kabullenme, zamanla “Basar”ın yanında “Basiret”in de bütün enginliğiyle açılması ile her şeyi arka planı ile görme

(+) Cenâb-ı Hak,daha sonra -adeta- “Âdem-i Nebevî ufku, esas hedefiniz olmalı!” demiş.[1]

3)- Hedefimiz; “İnsanları  bataklık içinden kurtarma, Âdem-i Nebevî” ufkuna ulaştırma

4)-  Amel defterimizde çok istiğfar bulunmalı[2]

5)- O’na sığınıp, her biri belli bir seviyedeki merâtib-i insaniyeyi işaretleyen “Tevbe, İnâbe ve Evbe’de” bulunma.

6)- Hedefimiz  “Âdem-i Nebevî, ‘Peygamberlik Yolu’ndaki Adam olmak” “Adam gibi adam olmak”, hakikî manada, Âdem-i Nebevî yolunu takip etmeye vâbeste… O’nun yolunu takip edenlere “Âdem-i Nebevî” denir. [3]

7)Hedefimiz, Peygamber yolunun yolcuları olmak…[4]

(+) Göz açar ve kapar, sürekli oradan gelen tecellîleri avlamaya çalışırlar,

(+) Eltâf-ı Sübhâniyeyi yakalamaya çalışırlar,

(+) İçlerine doğan şeylerle işin verâsını kurcalamaya çalışırlar.

(+) Her ân çok farklı tahliller ve terkipler peşinde koşarlar:

(+) “Şimdi şunu duydum, şunu hissettim; bunu analiz ettiğim zaman, acaba bunun sentezinden ne çıkar?”

(+) Oraya ayaklarını bastıktan sonra, gözlerini daha yukarılara dikerler;

(+) gözlerini daha yukarılara diker ve sürekli doyma bilmeyen bir aşk u iştiyak ile, çok telaffuz edilen ifadeyle, aşk u iştiyâk- ı likâullah ile oturur-kalkarlar.

(+) Ve etraflarındaki hâlelere de o yolu gösterirler.

8)- “Önyargısız bakış, doğru bakış, “bakmak” ile yetinmeyiş ve “görme”ye başvuruş ile dize gelme

9)-  O ruh haletiyle, Allah Rasûlü karşısında dize gelip [5]

Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” 

10)- “Görüldükleri zaman, Allah’ı hatırlatan simalar” olmalı..

11)- Birer “Âdem-i Nebevî olup Çehrelerimizden  mehâfet ve mehâbet dökül” meli.. [6]

12)- “Sürekli gözleri o kapıda, başları o kapının eşiğinde, elleri o kapının tokmağında; hep “Yâ Rabb! Yâ Rahman! Yâ Rahîm!” duyguları ile inleyip etrafı velveleye veren” “Âdem-i Nebevî insanlardan olma .

13)- “Âdem-i Nebevî  için esas işaretlenen “Hâle”: “Madem hakikat böyledir; hayvaniyetten çık (Âdem-i hayvanî olmaktan çık.) Kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” 

14)- “Hâle”  ile santim kaybetmeden onları adım adım takip etme:

(+) Onlar nasıl yaşamışlar,

(+) nasıl oturup-kalkmışlar, ne demişler, ne etmişler

(+) ve geriye ne miras bırakmışlar

15)- Bütün bunları yaparken de “Acaba tam Rıza-i İlahîye uygun düştü mü?!”  ile kendi ile yüzleşen “Gerçek mü’min” olma

16)- O’nun büyüklüğü ve kendi küçüklüğümüz karşısında hayatımızı gezerken, otururken, ibadet yaparak, başka şeylerle kirletmeden, başını yerden kaldırmadan sürekli vird-i zebânı ile kâfiyelendirmek.. [7]

17)- Hakikaten başını yere koyunca, Sûrî’den belki ulvî olan İnsanî’ye, İnsanî’den bir yönüyle Nebevî’ye yükselme yollarını göstermek suretiyle, “irade”ye fer veren, “meyelân”ı isabetli kullanmayı lütfeten Rabbimize karşı nasıl hamd ü sena edeceğini bilemeyen insan..[8]

18)- İki şey arasında doğruyu belirleme mevzuunda, âdetâ seni dürten; sana o doğruya ulaşma yolunu gösteren, farkına varmadan, seni doğrunun içinde bulduran Rabbimize karşı bize düşey şey; “Derinleştikçe derinleşmek” … [9]

(+)  Bu, bir deryanın içine atılma ise şayet; mercan adalarına kadar ulaşmak

(+) Hatta onların da altında, güneş yüzü görmeyen canlıların dolaşıp durduğu, orada “Hû!”   deyip hep O’nu andığı, o âlemlerin âlemi içine girmek… Ona kadar  yolu var.

(+) Şayet bu rûhânî veya melekûtî ise şayet, melekler gibi kanat açıp hep semalara doğru pervaz etmek..

(+)  “Dahası yok mu, dahası yok mu, dahası yok mu?!” demek..

(+) “Burası birinci kat sema, ötesi ikinci kat sema, ötesi üçüncü kat sema…” Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç’ta basamak   basamak yükseldiği gibi,   “Kâb-ı Kavseyn-i ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya  da daha yakın”  sözüyle ifade edilen “vücub ve imkân arası bir nokta”ya ulaşma..

(+) vücub ve imkân arası noktaya ulaşma.. bir yönüyle, “adem” ile “vücud”un     örtüştüğü noktaya ulaşma orada.

(+) Sonra “Fenâfillah” ve “Bekâbillah” hakikatini zirvede temsil etme;

(+) doğrudan doğruya en son görülecek şeyi görme, O’nun temâşâsı ile mest u mahmur olarak geriye dönme..

(+) “Nimetlerin en mest edici, sermest hâle getirici ve en büyükleriyle mest ü sermest olduğu halde bile geriye dönme..

(+) başkalarını da o noktaya ulaştırma “îsâr” ruhu ile, fedakarlık ruhu ile geriye  dönme..

(+) İnsanın kendisinin duyup mest olması başka bir mesele, yeni “mest”ler, yeni “sermest”ler oluşturma adına, her şeye katlanma pahasına, yeniden bu fânî diyara, bir yönüyle “erâcif” olan bu dünyaya dönme..

(+) ve insanları o bataklık içinden kurtarma, o “Âdem-i Nebevî” ufkuna ulaştırma

19)- Peygamber Yolunda Adanmış ve Hedefi; Miraç’tan bile dönmesi eşsiz bir “îsâr” olan Şefkat Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) tattıklarını insanlığa da tattırmak ve ümmet-i Muhammed’e o fedakârlık ufkunu işaretlemek

20)- Hedefimiz; “Bu kadar güzellikler var ise burada, başkalarını buraya ulaştırma vazifesi düşüyor bize!” deme…

21)- Hedefimiz; “ İsâr” ruhu ile, Fedakarlık ruhu ile başkalarını da o noktaya ulaştırma”

22)- Hedefimiz; “ yeni “mest”ler, yeni “sermest”ler oluşturma adına, her şeye katlanma pahasına, yeniden başkalarını da o noktaya ulaştırma”

23)- Hedefimiz; “İnsanları o bataklık içinden kurtarma, o Âdem-i Nebevî” ufkuna ulaştırma…

24)- Hedef bu ise şayet, yolun neresinde kalırsanız kalın, neresinde öbür tarafa yürürseniz yürüyün, esasen hedeflediğiniz şeye göre muamele göreceksiniz.[10]

25)- Allah’ı seviyor ve O’nun tarafından sevilmek istiyorsanız, bunun en önemli vesilesi Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’e tâbi olmak… [11]

(+) bir yönüyle “sevme”, sevmeye vesile

(+)  “gâye ölçüsünde bir vâsıta”.

(+) O’nu severseniz, O’na uyarsanız, esas uymanız gerekli olana uymuş  olursunuz.

 (+) Dolasıyla sevmek istediğiniz de sizi sever. O, sizi sevince, siz de O’nu seversiniz. Sevgi, yukarıdan gelir.

(+) O -bir yönüyle- “Tevvâb” ismiyle tecelli ederse şayet, siz de “Tâib” ünvanıyla O’na döner, tevbe edersiniz.

26)- Rehberinizi iyi seçiniz. Sağlam bir mürşîd. Mürşid-i kâmil…

(+) Mihrabı belirleme adına imamın durduğu yönü iyi bilmek lazım,

(+) İmamı görmek lazım önde. 

(+) O âdetâ bir pusula gibidir, milimi milimine Beytullâh’ı gösterir imam; milimi milimine insana mihrabını gösterir, yöneleceği noktayı gösterir.

 (+) Dolasıyla O’na ulaşmayı düşünüyorsanız, “Hüve”ye ulaşmayı düşünüyorsanız, bir yönüyle “Ene”den vazgeçerek, esasen O’nda erimeye  bakacaksınız.

(+) Buna Sofîler, “Fenâ fişşeyh”, sonra “Fenâ firrasûl”, sonra “Fenâfillah,bekâbillah maallah” diyorlar.

(+) Temsiliyle, hâliyle ve neresine bakarsanız bakınız edasıyla, âdeta “lafz-ı celâle” yazılmış gibi, hep Allah’ı gösteren insanlar

(+) Mürşid-i kâmil…yüz çizgilerinde, mimiklerinde, yüz hareketlerinde, gözlerinin irisinde, kulak kabartmalarında, dil-dudak hareketlerinde, hep “Allah!” diyen insanlar.

27)- Efendimiz’in yolunda imar ve ıslaha çalışmayı Cenâb-ı Hakkın mazhar kılması için dua etme ve şükretme, şükredemediğine inanıp şükre de şükretme…

(+) Cenâb-ı Hak, bizi “şâkirîn”den, “hâmidîn”den eylesin!..diye dua dua  yalvarma

(+) Cenâb-ı Hak, bu kazanımların hangisine bizi mazhar kılar ise, bunu çok büyük bir mazhariyet sayarız, şükrederiz.

(+) Yine de şükrünü edâ etmiş sayılmayız, yine şükrederiz, şükre de şükrederiz.

(+) Hazreti Zeynülâbidîn’in dediği gibi, şükre de şükrederiz, hep şükreder oturur, şükreder kalkarız.

28)- Hemen herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, Efendimiz’in yolunda imar ve ıslaha çalışmak [12]

(+) Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, her şeyin bittiği, boyunduruğun yere konduğu, “Allah’a inandım!” diyen insanların bile şeytana zil taktırıp oynattıkları bir dönem… “Fesat dönemi”

(+) Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm, kendi hâlesine “Arkadaşlarım!” diyor, “Ashabım!” diyor, “yol arkadaşlarım, dava arkadaşlarım, mefkûre arkadaşlarım, gâye-i hayal arkadaşlarım!”

(+)  o dönemde ıslah için paça sıvayanları da “Islahçı”lar olarak müjdeliyor. 

(+) “O gariplere muştular olsun! Halkın kendini bozgunculuğa saldığı bir  dönemde onlar ellerinden geldiğince tahribatı tamire, fesadı ıslaha çalışırlar.

29)- Otağını insanların göbeğine kurma… “Halvetî” deyip, esas rahatını halvette, tek başına yaşamada arama değil, hadisin ifadesiyle, insanların içinde bulunma, eziyet görme, hakaret görme, balyozlar yeme, ama “Olsun!” deme…[13]

30)-  Allah, Kendisini zikretmek ile kalblerimize itmi’nan versin. “Meşakkat ölçüsünde yükseklikler elde edilir.”[14]

(+) Meşakkat ölçüsünde mükâfat elde edilir;

(+) insan, öteler hesabına ne kadar sıkıntıya katlanıyorsa, Allah da ona o kadar terakkî ve ötede de o nispette ihsan lütfeder.

(+) Ne kadar cereme, ne kadar sıkıntı, o kadar kazanım…

(+) Belânın en zorlusu, en çetini, Enbiyâ-ı Izâma, ondan sonra da Allah’ın sevdiği, derecesine göre diğer kullara.” Âdem-i Nebevî yolunda olanlara,

***

BÖLÜM-2

AMAN DİKKAT, “ÂDEM-İ HAYVANΔ OLMAKTAN RABBİMİZE SIĞINIRIZ!

Ey Yolcu; Aman Dikkat

1)- (-) Aman Dikkat, “Âdem-i Sûrî” olmaktan Rabbimize sığınmak lazım…

(-) Belki sûretâ insan şeklinde göründüklerinden dolayı onlara “adam” deniyor; fakat esasen adam değil onlar.

 (-) Onlar, hayatı bata-çıka götürüyorlar.

2)- (-) Aman Dikkat, “Âdem-i Sûrî” bir altında “Âdem-i Hayvanî” den Rabbimize sığınmak lazım…

3)- (-) Aman Dikkat, “Âdem-i Hayvanî” yolunda yürüyen insanlar, düşe kalkadırlar;

(-) onların “şehrâh” dedikleri şey, patika olduğundan sürekli sürüm sürümdürler.

(-) Bazen hevâ-i nefislerine uyarlar.

(-) Bazen hevâyı ilah ittihaz ederler

(-) Bazen -hafizanallah- bohemliklerine yenik düşerler

(-) Bazen alkışa ve takdire yenik düşerler.

4)- (-) Aman Dikkat, “Âdem-i Hayvanî” yolunda yürüyen insanlar,şeytan yolunda adım adım şeytana doğru yürürler.

(-) “Onlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179)  fehvasınca,

(-) Bazen öyle bir noktaya işi götürürler ki, hayvandan daha aşağıdırlar.

(-) Bir insan dünyaya tâlip ise, “erâcif”e tâlip demektir.

(-) Tûl-i emeli ile, tevehhüm-i ebediyeti ile, hiç ölmeyecekmiş gibi, âhireti unutuyor ve balıklamasına bu dünyaya dalıyorsa, şeytandan farkı yoktur onun.

 (-) Hafizanallah! İsterse “Allah!” desin, “Peygamber!” desin; taklitten  sıyrılamamış demektir

(-) Hafizanallah! İsterse “Allah!” desin, “Peygamber!” desin; sûrî insaniyetten sıyrılamamış demektir

(-)Hafizanallah! İsterse “Allah!” desin, “Peygamber!” desin;  “Âdem-i Hayvanî” mahiyetinden sıyrılamamış demektir

(-) Hafizanallah! camiye gelse de, hacca gitse de sıyrılamamış, sıyrılamamış, sıyrılamamıştır.

5)- (-) Aman Dikkat, İmamı önünde göremeyen insanlar, “Kâbe’ye doğru namaz kılıyorum!” diye “otağ-ı şeytânî”ye dönmüş olurlar.

(-) Sağlam olmayan mürşide el verirseniz, yolunuzu sarpa uğratır: “Her mürşide el verme ki, yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” 

(-) Öylesi de vardır ki, “mürşîd” diye arkasına düşersiniz, hafizanallah, Bel’am İbn Bâûrâ’nın veyahut da Bersîsa’nın arkasına düşmüş olursunuz.

(-)  “Halife!” der, birisinin arkasına düşersiniz, hafizanallah; fakat sizi şeytan yolunda, şeytan patikalarında sürüm sürüm hale getirir.

(-) Ne dizlerinizde derman kalır, ne ayaklarınızda fer kalır

(-) ama hiçbir zaman güneşe doğru da mesafe alamazsınız, hep gölgenize takılıp gidersiniz, gölgeye taparsınız.

6)- (-) Aman Dikkat, Meseleleri görmeden, körü körüne öyle bir yolda yürüyorlar ki, işte bunlara “Âdem-i Hayvânî” denir.[15]

(-) Dillerinden dökülen, onların kalblerinin sesi değildir,

 (-) inanç mızrabı ile mızraplanmış kalbin dile-dudağa aksetmiş sesi değildir;

 (-) Onların sesi sadece dilin-dudağın, kandırmaca, başkalarını aldatmaya matuf sesidir

7)- (-) Aman Dikkat, “Âdem-i Hayvânî”de emekleyip duran, “asâkir-i şeytaniye

(-) Şeytana kandılar. Dolayısıyla ellerine birer balta aldılar, manivela aldılar; birilerinin senelerden beri, elli seneden beri ikâme etmeye çalıştıkları ve bir manada temeli yüz sene öncesine, bir manada esas temeli/çekirdeği/nüvesi bin dört yüz küsur sene öncesine dayanan bir hakikat-ı uzmâyı yıkmaya durdular.

(-) Onun bir şecere-i mübâreke haline gelmesini, bir semere-i mübareke verecek hale gelmesini baltalamak için, yok etmek için, âdetâ ocaklara atıp yakmak için ellerinden gelen her şeyi yapmaya koyuldular.[16]

***

BÖLÜM-3: DUAMIZ ODUR Kİ;

“Ne mutlu o kimseye ki, amel defterinde çok istiğfar bulunur.”

Allahım!

Bütün günahlardan, topyekûn hatalardan, Allah’a isyan manasına gelen her fiilden, Senin (cc) sevmeyeceğin ve razı olmayacağın hal, tavır ve işlerin tamamından, bir de üstümüze vazife olmayan, bize dünya ahiret fayda vermeyen ve katiyen yakışmayan şeylerin hepsinden binlerce kere, milyon defa istiğfar ediyoruz.”

Allahım!

“Bilerek/bilmeyerek -öyle derler idi- elimizden, dilimizden, ağzımızdan, gözümüzden, kulağımızdan ve sâir âzâ vü cevârihimizden.. tahayyüllerimizden, tasavvurlarımızdan, taakkullerimizden.. zift gibi ruh dünyamız üzerine sıçrayan ne kadar mel’ûn mesâvî var ise, hepsinden bîzârız”

“Bîzârem ez u vez an, suhan bîzârem. (Davacıyım/uzağım o sözden de onu söyleyenden de.)

Yâ Rabbi, bunlardan dolayı Sana sığınıyor, Sana dehalet ediyoruz! Yarlığa bendelerini, liyakatimiz olmadığı halde. Tevbe ediyoruz; Tevvâb’sın, kabul buyur, ne olur!.. Sana “İnâbe” edenler arasında bizim inâbemizi de lütfen cevapsız bırakma! “Evbe” ufkundan Sana yönelenler arasında eyle bizi de! Hiç olmadık günahlarına bile dağlar cesâmetinde günahlar işlemiş gibi Sana teveccüh edenlerin teveccüh duygusunu bize lütfeyle!..”

“Kul olduk, kul olduk, kul olduk! Biz Sana hizmette iki büklüm olduk. Kullar âzâd olunca şâd olur; biz Sana kul olduğumuzdan dolayı şâd olduk.” 

Allahım!

Sürekli gözleri kapında, başları senin kapının eşiğinde, elleri kapının tokmağında; hep “Yâ Rabb! Yâ Rahman! Yâ Rahîm!” duyguları ile inleyip etrafı velveleye veren kullarından eyle…

Ey Ma’bud-i Mutlak, Maksûd-i bi’l-istihkâk! Büyüklüğüne göre Sana kulluk yapamadık/yapamadım!” 

Her şeyden daha fazla/iyi bilinen, Maruf-i Mutlak! Herkesten, her şeyden -belki bir yönüyle, her şeye âşinâ gözlere- en iyi bilinen, görünen Sensin! Ama Seni hakkıyla bilemedik/bilemedim!”

“Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Allah’ım, Sana hakkıyla hamd edemedik/edemedim. Neyimiz var ise, hepsi Sen’den! Varlığımız, Sen’den.. Canlı olmamız, Sen’den.. İnsan olmamız, Senden!..”

“Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97-98)

Allah’ım!

Bizi, onlardan uzak eyle! Sana binlerce hamd ü senâ olsun ki, bizi onlarla beraber bulundurmamışsın! Bizi ayırmışsın, Peygamberler yoluna sevk etmişsin!.. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun..

Allahım, Seni zikretmek ile kalblerimize itmi’nan ve oturaklaşma ver! Maruz kaldığımız, gördüğümüz belâ ve musibetler karşısında şikâyet etme durumuna düşürme bizi! Kadere taş attırma! “Neden bu böyle oldu?!” dedirtme!..

Cenâb-ı Hak, bu duygu, bu düşünce ile cümlemizi serfirâz kılsın!.. Büyügümüzle beraber, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ın yanına varmaya muvaffak eylesin!

Bugün size kucak açanlar kimler ise şayet, onları da inşaallah karşılıksız bırakmasın!.. Nerede tutarsa tutsun, otağlarını nereye koyarlarsa koysunlar, Allah, onları da mükâfatsız bırakmasın!..

Allahım, Bizi“Âdem-i İnsanî” yolunda olanlardan eyle. Bizi “Âdem-i sûrî” ve “Âdem-i hayvanî” yolunda olanlardan eyleme!..

Allah’ım! Sana orada hep şükredip hamd edip duruyorduk; iyi ki bizi o şerirler ile beraber, aynı zeminde, bir araya getirmedin!

“Rabbimiz, bize dünyada da (Sen’in nezdinde) iyi ve güzel her ne ise onu, Âhiret’te de (yine Sen’in indinde) iyi ve güzel olan ne ise onu ver ve bizi Ateş’in azabından koru! Ve bizi dâhil eyle Cennet’e, ebrâr (iyiliğe kilitli sâlih kullar) ile beraber!.. Seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri ve hayırlı ashâbı hürmetine… Salât ü selam olsun onlara, gece ve gündüz devam ettiği sürece.” Âmin.

DİPNOTLAR     

[1] Ama birileri de aynı zamanda o zeminde neş’et ediyorlar. Onlar da emekleye emekleye gidiyorlar. Bir çocuğun evvelâ sürüne sürüne başlayıp ileriye matuf hayata yürümesi gibi… Sonra bir yerde düşe-kalka yürüyor; sonra bir yere gelince, doğrudan doğruya yürüyor; bir zaman sonra -adeta- kanatlanmaya hazır hale geliyor. Aynen bunun gibi, “maddî anatomi”si itibarıyla olduğu gibi “manevî anatomi”si itibarıyla da insan, böyle, dünyaya gelirken esasen hiçbir şey bilmiyor. Fakat çevresinde “Allah, Peygamber, ukbâ, haşir, neşir” duyuyor. Zamanla bunları taklit olarak kabulleniyor. Fakat zaman geliyor, aynı anda “Basar”ın yanında “Basiret”i de bütün enginliğiyle açılıyor, her şeyi arka planı ile görüyor.

[2] Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanın hasenât defterinde veya seyyiâtı silme -kötülüklerin üzerine çizgi çizme- defterinde en çok istiğfarın bulunması mevzuuna teşvik ediyor, onu takdir ediyor, tebcîl ediyor.

[3] Mutasavvıflara göre, “Âdem-i Nebevî” ne demektir; âdemiyetin en yüce halkalarını kimler teşkil eder? Sofî ıstılahında, “Âdem-i Nebevî” tabiri vardır.

Âdem-i Nebevî, peygamberlik yolunda adam olma demektir. Türkçemizde de “Adam gibi adam ol!” derler. Adam gibi adam olmak, hakikî manada, Âdem-i Nebevî yolunu takip etmeye vâbestedir. Hazreti Âdem (aleyhisselam), “âlem-i hâricî” itibarıyla evveldir; Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem), “âlem-i ilim” itibarıyla evveldir; أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın en önce yarattığı benim nurumdur.” buyurmuştur. Hilkat itibarıyla evvel olan Hazreti Âdem çekirdeği, ilim itibarıyla evvel olan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı bir gün semere vermiştir. Bir şecere-i mübârekenin öpülüp başa konulacak mübarek meyvesi Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem)…

[4] Hususiyle, etrafında çok ciddî hâleler oluşan Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm… O Hâle’nin gözleri hep O’nun üzerinde… O’na bakanın inanmaması mümkün değildir. Ama şartlı/ön yargılı gitmiş ise, o başka. Ebu Cehil gibi, Utbe gibi, Şeybe gibi, çağın Ferâinesi (Firavunları) gibi ön yargı ile gitmişler ise şayet, onlar, temerrütleri içinde, temerrüt gayyaları içinde boğulup gitmişlerdir. Fakat Abdullah İbn Selâm gibi, objektif bir mülahaza ile “Ben bir bakayım buna!” demişlerse, O’nun o cemâl-i bâ-kemâlini müşahede edince, “Vallahi bu çehrede yalan yok!” demiş ve hemen kemerbeste-i ubudiyet ile Kelime-i Tevhîd’e sığınmışlardır. O, Allah Rasûlü’nün önünde -İsrail ulemasından, müşârun bi’l-benân olmasına rağmen- her şeyini atarak, üzerinde ziynet/debdebe adına Musevîlikten gelme ne varsa hepsini atarak

[5] Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” -Bunu, Hazreti Mevlânâ söylüyor.- mülahazalarını dillendiriyor gibi, o ruh haletiyle, Allah Rasûlü karşısında dize gelmiş. Bu dize gelişe sebebiyet veren, önyargısız bakış, doğru bakış, “bakmak” ile yetinmeyiş ve “görme”ye başvuruş… “Baktım ben buna ama nasıl görmem lazım bunu?!.”

[6] Âdem-i Nebevî’de ikinci halkayı teşkil edenler ise, ister “sahabe” deyin, ister “Tâbiîn’in önde gelenleri” deyin, o Hâle’yi teşkil edenler… Ama Kıtmîr “birinci halka”, “ikinci halka” deme cihetini tercih ediyor. Hâle’yi teşkil eden birinci halka… O halkanın da O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) en yakın olanı Râşid Halifeler, Aşere-i Mübeşşere, Ezvâc-ı Tâhirât, Âl-i Beyt-i Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem). İkinci halkayı, belki izâfî birinci halkayı teşkil edenler, diğer sahabe-i kirâm… İzâfî, hakikî izâfî diyeyim ben ona. Sonra, Tâbiîn-i ızâm.. sonra Tebe-i Tâbiîn-i kirâm.. sonra da tâ kıyamete kadar gelecek Ehlullah.

[7] … Yirmi saat ibadet yapıyor.. yirmi saat başını yerden kaldırmıyor.. gezerken, otururken, sürekli vird-i zebânı “O” (celle celâluhu).. bazen “Hû!” diyor.. bazen “Ehad!” diyor.. bazen “Samed!” diyor.. bazen “Vâhid!” diyor.. bazen “Vâcid!” diyor.. bazen “Rahman!” diyor.. bazen “Rahîm!” diyor… Dilini başka şeyler ile hiç kirletmiyor. Fakat bunları, O’nun büyüklüğü ve kendi küçüklüğü karşısında, o kadar yetersiz buluyor ki!.. Bunların kâfiyesi şu olmayınca, bunların hepsini elinin tersiyle it bir yere!.. Nedir kâfiyesi? مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey Ma’bud-i Mutlak, Maksûd-i bi’l-istihkâk! Büyüklüğüne göre Sana kulluk yapamadık/yapamadım!” مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Her şeyden daha fazla/iyi bilinen, Maruf-i Mutlak! Herkesten, her şeyden -belki bir yönüyle, her şeye âşinâ gözlere- en iyi bilinen, görünen Sensin! Ama Seni hakkıyla bilemedik/bilemedim!” Bunun ile kâfiyelendirmek…“Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Allah’ım, Sana hakkıyla hamd edemedik/edemedim. Neyim var ise, hepsi Sen’den! Varlığım, Sen’den.. Canlı olmam, Sen’den.. İnsan olmam, Senden!..”

[8] Elimizde miydi secdeye muvaffak olmak? Başka bir hazirede neş’et edebilirdik! Ama nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin terennüm edildiği bir yerde neş’et ettiğimizden, evvelâ “taklit” ile “Vira bismillah!” deyip bir ilk basamağa adım attık. Ondan sonra Cenâb-ı Hak, bir yönüyle üst basamağı gösterdi; “Bak, orada durma; önünde bir basamak daha var! Bir basamak daha var! Bir basamak daha var!” Sûrî’den belki ulvî olan İnsanî’ye, İnsanî’den bir yönüyle Nebevî’ye yükselme yollarını göstermek suretiyle, “irade”ye fer verdi, “meyelân”ı isabetli kullanmayı lütfetti.

[9] “Tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan iki şey arasında doğruyu belirleme mevzuunda, o, âdetâ seni dürttü; sana o doğruya ulaşma yolunu gösterdi, “Şu!” dedi sana. Sen, farkına varmadan, birden bire -bağışlayın- “Cup!” diye kendini doğrunun içinde buldun.

[10] Görüyor ki, Sabah Risâle’de de okuduğumuz üzere, Allah (celle celâluhu) -hâşâ ve kellâ- abes yere bizi yaratmadığı gibi, abes yere bizi yaşatmıyor ve abes yere de bizi öldürmeyecektir; çok önemli şeylere namzet bulunuyoruz. Bizi hicran içinde, hüsran içinde, yürek yakıcı şeyler karşısında yapayalnız bırakmayacak. Öbür tarafta da Cennet’i bize lütfedecek, cemâl-i bâ-kemâli ile meseleyi taçlandıracak; “Ben, sizden râzıyım!” demek suretiyle aradığımız/beklediğimiz her şeyi oksijen gibi bize içirmek suretiyle ebediyetin ne kadar lezzetli bir şey olduğunu duyuracak/hissettirecek.

Bu itibarla da, buradaki sıkıntılar, buradaki yaşananlar ötede lezzete dönüşecek. Hedef bu ise şayet, yolun neresinde kalırsanız kalın, neresinde öbür tarafa yürürseniz yürüyün, esasen hedeflediğiniz şeye göre muamele göreceksiniz. Hedef ne ise şayet; nedir o? “Âdem-i Nebevî” ufku… O zaman, Allah (celle celâluhu), sizi onlar ile haşr u neşr eder, “Bu da sizdendi!” der.

[11] Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ “(Ey Rasûlüm, onlara) de: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, (günahları) çok bağışlayandır; (bilhassa mü’minlere karşı hususî) rahmet ve merhameti pek bol olandır.”(Âl-i Imrân, 3/31) قُلْ De ki: إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ Allah’ı seviyorsanız, فَاتَّبِعُونِي Bana uyunuz.

Bu açıdan da قُلْ “Ey Rasûlüm, onlara de: إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ İçinizde Allah sevgisi var ise, فَاتَّبِعُونِي Bana uyun, tâbi olun bana!.. Tâbi olun ki, يُحْبِبْكُمُ اللهُ Allah da sizi sevsin…

Şimdi bir yönüyle “sevme”, sevmeye vesile… Fakat Allah (celle celâluhu), sevmeyi sevmeye vesile kılarken, ortada bir de o mevzuda, hâşâ O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) “şart-ı âdî” diyemem… O’na dediğimiz şey şu; terminolojiye öyle sokuluyor o mesele, “gâye ölçüsünde bir vâsıta”. Ee onu biz demiyoruz ki: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Allah, nâm-ı celîl-i İlahî ile O’nun adını yan yana getirmiş mi getirmemiş mi?!.

Menkıbelerde anlatıldığına göre, Hazreti Âdem (aleyhisselam) kırk sene boyunca başını yukarıya doğru kaldırmamış. Neden sonra aklına gelmiş, “Allah’ım! Beni, torunum olan, o şecere-i mübârekenin semere-i mübârekesi Hazreti Muhammed Mustafa’ya bağışla!” Bağışlamış. “Sen O’nu nereden biliyorsun?” hitabına mukabil, “Ben Cennet’ten uzaklaştırıldığımda, döndüm, Cennet’in kapısına -ne ve nasıl ise orası- baktım; baktım ki لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı. Nâm-ı Celîlinin yanına O’nun mübarek adını koyduğuna göre, nezd-i Ulûhiyetinde O’nun kıymetini anladım!” diyor. Onun için, ne desek bilemiyoruz; diyoruz ki, “gâye ölçüsünde bir vâsıta”.

[12] “Hemen herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!”

“Kenetlenmeli artık eller bir biriyle

Ve yürümeli mutlu geleceğe, el ele,

‘Allah bir, peygamber bir, din bir, diyanet bir…’

Deyip gürlemeli herkes, gönülden bir ses ile.”

O, üçüncü mısradaki ifade, Hazreti Pîr-i Mugân’ın, Uhuvvet Risalesi’nde, kardeşliğe çağrı mesajı. Bizi, dünyadaki bütün insanlarla böyle bir kardeşliğe çağırıyor. Doğrudan doğruya “kardeş” olacaklar, “dost” olacaklar, “taraftar” olacaklar, “sempatizan” olacaklar… Ve hepsi Efendimiz’in yolunda birer kazanım sayılacak.

[13] İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç ile mi şereflendi, yoksa Cennet’in O’nun ile şereflenmesi mi diyelim meseleye? Hangisini diyelim? “O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ı görmek ile şereflendirildi ama Cennetler de O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) görmekle şereflendi.” Öyle deyin.

Bi’set-i Seniyyenin sekizinci senesi… Izdırap gırtlağa kadar gelmiş. Şi’b-i Ebî Tâlip’ten yeni sıyrılmışlar. Boykot; su yok, ekmek yok, çardak kurma yok, çadır yok. Çölün altında, sıcakta, beyin kaynatan sıcakta; bütün Beni Hâşim, orada yaşamaya mahkûm. Ve tam zulmün şiddetlendiği bir anda o üç tane insan, bu gün size sahip çıkanlar gibi ortaya atılıyorlar. Henüz لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ deme kanatlarıyla kanatlanamamış insanlar; fakat vicdanları var. Kılıçlarını çekiyorlar; bir yönüyle, arkalarında onlara destek olacak insanları da işaretliyorlar; “Biz, bu fermanı yırtıyoruz!” diyorlar, insanlara o kadar zulme “Yeter!” diyorlar. Bugün dünyanın dört bir yanında Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da ve Afrika’nın değişik ülkelerinde “Yeter!” diyen insanlar gibi…

[14] “Mutlaka, “Her işte hikmeti vardır / Abes fiil işlemez Allah. // O’na bir kimse cebr ile / Bir iş işletemez asla. // Ne kim Kendi murad eder / Vücuda ol gelir billah.” diyor, İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde.

Şimdi o boykot öyle acı bir şeydi ki!.. Bi’set-i Seniyye’nin sekizinci senesi; çekilmedik şey kalmamış. Ebu Tâlib, ondan az sonra, o boykottan az sonra vefat etmiş. Ebu Tâlib ki, Efendimiz’e bağrını açan amca… Benim aklıma gelince, öyle acıyorum ki!.. Hazreti Ebu Bekir gibi ağlamak geliyor içimden. Ebu Kuhâfe’nin elinden tutup Efendimiz’in yanına getirdiğinde, “Yâ Rasûlallah! Babamın yerinde Ebu Tâlib’in olmasını çok arzu ederdim!” demişti o. Bir o kadar da benden al!.. Ama diliyle diyemedi. O ne idi, bilemem! Onun kadar O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahip çıkan olmadı ama diliyle diyemedi. Fakat benim Rabbimin rahmeti çok geniştir, onu da mükâfatsız bırakmaz.

O sıkıntı -bir yönüyle- immün sistemini çökertiyor; az sonra vefat ediyor mübarek annemiz, annelerin annesi de. Şimdi Hazreti Fâtıma’ya “Anamız!” dersiniz. Neden? Çünkü bütün velilerin anası; Hasan’ın, Hüseyin’in, Zeynülâbidîn’in anası… O ananın da bir anası var: Hadîcetü’l-Kübrâ. “Hadîce”, erken doğan demek; ismi ile müslümanlığa erken uyanması arasında öyle bir örtüşme var ki!.. Bir de o yetmiyor, erken O’na uyanmış; “Kübrâ” demişler, “büyük”, büyüklerden büyük bir kadın. Öyle idi; o da immün sistemi çökmüş olarak Şi’b-i Ebî Tâlip’teki boykottan sonra vefat ediyor.

Şi’b-i Ebî Tâlib, bağrında neyi doğurmuş, onca sıkıntıya rağmen? Efendim, “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ”ya, vücub-imkân arası bir noktaya, bir zirveye ulaşmayı doğurmuş. Ümmet-i Muhammed’e de o noktaya giden o güzergâhı göstermeyi doğurmuş. Bir taraftan o sıkıntılar; bir taraftan hâlâ Kâbe’nin karşısına gidip orada bir rükûa, bir secdeye fırsat vermeyen müşriklerin vahşîce baskıları… Bütün bunların olduğu bir dönemde, bu sıkıntıların üst üste balyozlar halinde başına indiği dönemde, Allah (celle celâluhu) O’nu Miraç’ı ile sevindiriyor. Kendi cemâl-i bâ-kemâlini göstermekle, O’na “Habibim!” demekle, “Git, kullarımı da buraya çağır!” demekle şereflendiriyor. Ve O’nun armağan olarak omuzuna alıp getirip ümmetine armağan ettiği beş vakit namaz ile onları da şereflendiriyor: “Bu, senin yolun! Ve aynı zamanda, bu yolda yürüyenler, aynen Senin yolunda Bana ulaşacaklar!” Beş vakit namaz!..

Onca sıkıntı çekilmiş fakat o cereme ölçüsünde öyle ganimetler elde edilmiş ki, bütün dünya verilse, bence, yine de onun yanında bir zerre kalır. Siz de göreceğinizi göreceksiniz ve diyeceksiniz ki:

“Dünya onlara gülüyordu; onlar da dünya karşısında şakıyıp oynuyorlardı. Biz ise, bazı sıkıntılar çekiyorduk ama olsun!.. Şimdi duyup-ettiğimiz şeyler yanında, onların hepsi birer fıkra haline geldi; anlatılacak, gülünecek, tatlı tatlı hikâyeler halinde nakledilecek şeyler oldu. Meğer o yaralar ve bereler, ne ilaçlar imiş, ne reçeteler imiş!” Böyle diyeceksiniz ve عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ Karşılıklı koltuklara oturacaksınız; birbirinizle sohbet edecek ve o ahvâl-i dünyeviyeyi birbirinize anlatacaksınız; hep anlatacaksınız.

[15] O garipler ki, bazı kimselerin bozgunculuk yaptığı, her yerde gezip-dolaşıp etek etek para döktüğü, “Aman, hayır adına yapılan şu müesseseleri kapatın! Din-i Mübîn-i İslam adına şehbal açmış hakikatler müessesesini kapatın! Bayrağınızın dalgalandığı yerleri kapatın! Oralarda kümelenen insanları dağıtın! Onları o işin kadrini bilmeyen insanlara verin!” dediği bir dönemde ıslahtan ayrılmazlar. Diğerleri, etek etek para dökmek suretiyle şeytanı sevindirecek, Mele-i A’lânın sakinlerini üzüntüye gark edecek ve gazab-ı İlahîyi celp edecek işler yapıyorlar. Düşünmüyorlar ki, sonunda belâ ve musibet dönerek, balyoz gibi gelip başlarına inecek. Ama neylersin, “Biz ki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız!”

Asr-ı Saadet’te vicdanlı birkaç insan çıkıp zulme “Yeter!” demiş, her şeyi göze alarak, Ashâb-ı Kirâm’a karşı uygulanan boykota son vermişlerdi; bugün de mazlumlara sahip çıkanlar var ama heyhat çoğu Müslümanlar bu konuda sınıfta kaldılar.

[16] Bu arada, aldanan, İslam dünyasının bazı ülkeleri oldu. Aldandılar; şeytanı, insan sandılar. Zira “İnsan, her zaman arar durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de sâdık dedikleri, çıkar münâfık!” Aldandılar; o bâzîçede yandılar.