BAMTELİ MÜZAKERESİ:
İSTİFADE EDİLEN KAYNAK
1-Bamteli: ÇAĞIN FÜTÜVVET RUHU 10 MART 2019
2- Kırık Testi: Fütüvvet Ruhunun Temsilcileri
1.GÜNÜMÜZDE FÜTÜVVET
1.1. Günümüzde, asıl yiğitlik (Feta, Fütüvvet), imanda derinleşmek ve bu sayede dil yerine hal ve temsili bir lisan haline getirebilmektir. [1]
1.2. Fakat günümüzün problemi -esasen- iman problemi olduğu için, bugün sürekli imanda derinleşmeye ihtiyaç var.
1.3. Müslümanlık adına destanların kesildiği fakat onun canına okunduğu [2] ve “iman”ın temelden bir sarsıntı yaşadığı dönemde, gerçek fütüvvete ihtiyaç var.
1.4 Çünkü iman, bu asırda, bu çağda temelinden sarsılmıştır; [3] Bundan dolayı, zannediyorum, esas yiğitlik iman mevzuunda olacaktır.
2. Feta “gençlik ve yiğitlik” (Sözlük Manası) /// Kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitası (Örfî mânâ)
“Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdi; Biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini imanî irtibatla metanetleştirdik; metanetleştirdik de o zaman doğrulup, ‘Bizim Rabbimiz bütün semavât ve arzın da Rabbidir.’ dediler.”
2.1. KEREM, bir yönüyle herkese ikramda bulunma hâli. [4]
*“Dolayısıyla, “fütüvvet” dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak, fehvasınca, kerem ile ittisaf etmek demek oluyor.
“Kerem” ile ittisaf etmek, “Kerîm” olmak, bir yönüyle “Mükrim” olmak… [5]
2.2. “İFFET” bir yönüyle duyguda, düşüncede, histe, tabiatta, cismâniyette afif olma, namuslu olma…
* Dinin muktezasına göre bir hayat tarzını tabiatına mal ederek öyle yaşama…
* Elini-ayağını, gözünü-kulağını, dilini-dudağını memnu olan bütün şeylere karşı koruma;
* kapıları kapama, arkalarına sürgüler sürme
* ve bütün onlara karşı şeytana “Beyhude yorulma!” deme; “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir!..”
* Öyle bir iffet âbidesi halinde yaşama… Bu da o fütüvvetin ayrı bir derinliği ki, selef öyle yaşamışlardı.
2.3 “EMANET” de onun bir buudu. O da emniyet demektir. [6]
2.4. “ŞEFKAT” fütüvvetin ayrı bir derinliğidir. [7]
2.5. TEFEKKÜR; sürekli sebep-sonuç arası gel-gitler yaşamak…
* Bir sebebe bakmak, bir sonuca bakmak ve bütün bunların hepsinin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmek… [8]
3. FÜTÜVVET, “genç, diri, canlı insan” mânâlarına gelen “fetâ” kelimesinden türetilmiştir.
4. FÜTÜVVETİN ÖZÜ
* güçlü olduğu yerde affetmek,
* hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunmak,
* düşmanları hakkında bile hayırhahlık yapmak
* ve ihtiyaç içinde kıvrandığı zaman dahi “îsâr” ruhuyla başkalarını düşünmektir.
- Feta tabiri ve “fütüvvet” vurgusunda bulunularak anlatılan şahıslar
* Seyyidinâ Hazreti Musa [9]
* Seyyidinâ Hazreti Musa’ya refakat eden zât
* Hazreti Ali [10]
* Ashâb-ı Kehf [11]
* Devr-i Risâletpenâhi’de daha niceleri o ruhun mümessili idi… Mesela “Senin Mus’ab’ına hep imrendim!” Onlar, hep imrenilecek insanlardı.
* “Kur’ânî makuliyet” içinde bir araya gelmiş, bir şeyin doğruluğuna inanmış, “insanlık kardeşliği”ne inanmış, Hümanizmin çok ötesinde ve üstünde bir şeye inanmış; yeryüzünde onu gerçekleştirmeye matuf hareket eden insanlar…
5. O meseleleri sadece tarihî birer vakıa olarak görme, duyma, bilme ve ifade etme değil de esasen “insanın içinde çok ciddî şekilde o çerçevede olma arzusunun oluşması” önemlidir. O da insanın sürekli,
5.1 her gün dünyaya daha farklı bir göz açması
5.2 daha farklı bir dirilişi ile alakalı
5.3 her gün bir kere daha imanını yenilemek
6. İMANINI YENİLEMEK
6.1 İmanı canlı tutabilmek için, sürekli onu besleyen bazı şeylerin olması lazım.
6.2 Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.”
6.3 Sahabî felsefesi ile, “Gel hele şöyle bir saat yeniden seninle iman edelim!” mevzuu
6.4 Eşedd-i ihtiyaç ile buna muhtacız; İmanımızı her sabah bir kere daha yenilesek, öğlen bir kere daha yenilesek, akşam bir kere daha yenilesek, beş vakit namazda bir kere daha yenilesek… Namazda ayakta dururken bir kere duysak Rabbimizi, rükûa giderken bir kere daha tir tir titresek, secdeye varırken orada bir kere daha tir tir titresek…
6.5 Böyle bir dönemde sabah bir iman yenilemesi, kuşlukta bir iman yenilemesi, salât-ı Duhâ ile bir iman yenilemesi, öğlende bir iman yenilemesi, ikindide yeniden bir iman yenilemesi…
7. (-) İnsan, okuduğu-ettiği, yazdığı-çizdiği şeyler ile sadece başkalarına bir şey anlatma gafleti içine düşebilir; sanki kendisi müstağnî gibi ondan…[12]
* (-) tekvinî emirleri hallaç eder, tahlillere/terkiplere tâbî tutar; fakat onunla başkalarına ders verme gayreti içinde bulunur.
8. Esas, bütün mesele, insanın kendine yönelik olmasıdır.
* kendisini bir mercek haline getirmesi,
* kendisini bir mirsâd haline getirmesi
* ve başkalarına bakarken -bir yönüyle- kendini bir gözlük gibi kullanması lazım.
* inanılan şeylerin tabiata mal edilmesi… Bunun için de sürekli TEDEBBÜRE, TEEMMÜLE, TEFEKKÜRE ihtiyaç var.
* Her gün yeni bir şeyi daha mercek yaparak TEFEKKÜR
* kulak ile alakalı bir tefekkür
* Bu gün o kulak merceği ile imanını bir kere daha gözden geçirme…
* Külliyât’ta o meselelere ayrı ayrı temas edildiği gibi…
* İşte Gazzâlî, İhyâ’sında onu da anlatıyor; onun tabakalarından, altı tabakasından bahsediyor. “Gelin bunu bir analiz edelim; bir kere daha, bir de göz merceği ile imanımızı kontrol edelim! Bir de o zaviyeden bakalım; onu bir rasathane gibi yapalım, imanımıza o zaviyeden bakalım!” demek…[13]
* “Bunlar bana göre şeyler!” denmesi lazım.
9. İlk basamak: “İşin daha mebdeinde olanların, bu işe ilk adımı atanların hali”, oraya adım atmaları lazım. [14]
10. BU DA “HÂL” İLE OLUR, “TEMSİL” İLE OLUR, SÖZ İLE DEĞİL.
* söz, hâlin ve temsilin dili olmuş ise, müessir olmuştur. Yoksa esas müessir olan, “hâl”dir -üzerinde durulabilir, durulmaya değer- ve “temsil”dir.
* O olunca zaten, öyle imanlı bir fütüvvete bakan, ona vâbeste bulunan şeyler, belki kendi kendine halledilecek: “Ben, duydum, ettim bunu.
* Bir yönüyle içtenleştirdim,
* tabiatıma mal ettim,
* onun bir derinliği haline getirdim.
* Bunu artık yeme, içme, yatma veya başka beşerî ihtiyaçlarımı yerine getirme ölçüsünde tabiatımın bir gereği olarak kabul ediyorum.
* Ee nasıl olur bu, ben bunu başkalarına duyurmazsam?!. Ayıp olmaz mı bu?!.
* Böyle güzel bir şeyi duyurmalıyım.
* Rabbimi başkalarına tanıtma mevzuunu da şu tabiî, beşerî ihtiyaçlarım gibi görmeli, onu tabiî olarak kabul edip Rabbimi başkalarına anlatmalıyım!..”
11. FÜTÜVVETİN DİĞER BİR BUUDU “HAZM-I NEFS”
11.1 “HAZM-I NEFS” bir insanın kendi nefsi ile yüzleşmesi demek, kendisini yerden yere vurması demek.
* kendisini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurması…[15]
* “Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum!” diyor çağın insanı; “Ben, beni beğenmiyorum!..”
* İnsanlığın İftihar Tablosu, yüzü suyu hürmetine varlık yaratılmış fakat diyor ki: “Ben, çiğ et yiyen bir kadının çocuğuyum!”[16]
12. ZAMANIN VE ASRIN ŞARTLARININ FÜTÜVVETE KENDİ BOYASINI ÇALMASI SÖZ KONUSU MUDUR?
12.1. Öyle olması lazım fakat o çizgiyi, o zirveyi tutturmak zordur. [17] Fakat hedefte o olmalı
* “Allah’ım, bu mevzuda bize de o kadar gayret-i diniyye ihsan eyle! Nâm-ı celil-i Sübhânîni dört bir yanda bayraklaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapalım!”
* Kâle almadan, doğru bildiğimiz yolda dosdoğru yürüyelim!.. Ashâb-ı Kehf’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ebu Bekir’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ömer’in yürüdüğü gibi, Hazreti Osman’ın yürüdüğü gibi, Hazreti Ali’nin yürüdüğü gibi yürüyelim. [18]
* Maddi kılıcın kınına girdiği, hatta toprağa gömüldüğü günümüzde, gerçek yiğitlik, Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak ve hâli sözün önünde götürmek suretiyle Hak ve hakikatin müdâfîi olmaktır.[19]
* Cenâb-ı Hak, günümüzde taşınmayacak şey teklif etmemiş; teklif-i mâ-lâ yutak yok. İnşaallah, taşıyamayacağımız yükleri bize yüklemeden, bu emanetini taşımaya muvaffak kılar!.. Biz de çağın fütüvvet ruhunu böylece temsil etmiş oluruz, inşâallahu teâlâ.[20]
* “Ey lütf u ihsanları hiçbir zaman kesilmeyen ve kullarının en gizli ihtiyaçlarını bilerek onlara nimetler yağdıran Latîf Rabbimiz. Başımızdan aşağı boşalttığın her nimeti hakkımızda hakiki ihsan kıl ve bize bolca lütufta bulun. Sen ki Kavî’sin; güç, kuvvet ve kudret sahibisin; her şeyin bozulup dağılacağı ve herkesin telafisi bulunmayan bir zararla karşı karşıya kalacağı kıyamet gününde bizi kahrına maruz kalmaktan kurtar.”
* “Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem; bî-ihtiyarem, el’aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!..”
***
FÜTÜVVET RUHUNUN TEMSİLCİLERİ
Soru: Fütüvvetin, geçmişten bugüne değişik tariflerle geniş bir çerçevede ele alındığını görüyoruz. Günümüz şartları açısından fütüvvet nedir ve yiğit kime denir?
Adanmışlık ve Fütüvvet
Fütüvvetin en önemli faktörlerinden biri de adanmışlık ruhuna sahip olmadır.
Yani insanın kendisini gaye-i hayaline adaması ve onun dışındaki bütün mülahazaları aradan çıkarmasıdır.
Adanmış bir ruh demelidir ki, “Benim aslî vazifem ne yapıp edip yeryüzünde nâm-ı celil-i sübhanîyi î’lâ etmektir.” Esasında, daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği gibi, nâm-ı celil-i sübhani zatında âlidir.
Fakat onun âlem tarafından da duyulması için gayret sergilenmesi gerekir. Mefkûresine adanmış bir insan bütün duyguları, düşünceleri, yaptığı hamle ve hareketleriyle bu gaye peşinde koşmalı ve kendisini bu istikamette istikrara mazhar kılması için Cenab-ı Hakk’a dua dua yalvarmalıdır.
Fütüvvet ve Dik Duruş
Adanmışlığın yanı başında fütüvvete ait çok önemli diğer bir husus da, sabitkadem yerinde durabilmektir.
İnsan, başına gelen bütün hadiseler karşısında, “Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ; ikisi de câna safâ, lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî) diyerek durduğu yerde dimdik durabilmelidir.
Dimdik durmaktan kastımız, insanın paniklememesi, devrilmemesi ve ne olursa olsun yaptığı vazifeyi asla terk etmemesidir.
Yoksa Allah karşısında bir mümine yaraşan, soru işareti gibi hep iki büklüm olmaktır. Hatta bununla da yetinmeyerek bir halka vaziyetini alarak yerlere kapanmaktır. Zira insan Allah karşısında bir halka olduğu zaman, O’na en yakın hale gelir. Dolayısıyla bu iki hususun birbirine karıştırılmaması gerekir.
Gerçek Yiğitlik Kendini Sıfırlayabilmektir
Gönüllüler hizmetine kendini adamış insanların bu ölçüde bir performans ve kıvam ortaya koymalarının yanı başında onların en büyük farklılıkları, farklılık mülahazasına girmemeleridir.
Dıştan onları fotoğraflayan insanlar, onların ortaya koydukları fedakârlık karşısında belki de, “Prototip sözü, bu insanların halini ifade etmeye yetmez.” diyeceklerdir.
Onların öyle bir manevî derinliği olacak ki, kıtır kıtır ellerini kollarını kesseler, başlarına testere koyup biçseler yine de “Settar senden dönmezem.” diyeceklerdir.
Fakat bütün bu yiğitliklere rağmen onlara düşen, âlemden farklı bir yanları olmadığı mülahazasını ruhlarına işlemeleridir.
Hatta farklılık mülahazası onların hayallerinden bile geçmemeli, ezkaza geçtiğinde de büyük bir günah işlemiş gibi hemen tevbe seccadesine koşmalıdırlar.
Diğer taraftan fütüvvet; yaşı, başı, kıdemi ve tecrübeyi silmeyi gerektirir.
İnsan bazen yaş-baş, bazen kıdem, bazen de insanların kendisine teveccüh etmesi gibi sebeplerle kendisinde bir şeyin var olduğu vehmine kapılabilir.
Vakıa, viladet itibarıyla turnikeye önce girmiş ve işi önde götüren kimselere karşı “rehber, efendi, pîr…” gibi saygı belirten ifadeler kullanılması hem terbiyenin gereğidir hem de bu üslup, arkadakilerle öndekilerin imtizacını sağlar.
Fakat kendisine saygı duyulan şahıslar, “sıfır olma” mülahazasını tabiatlarına mal edememişlerse, hüsn-ü zannın verdiği makamlara dilbeste olup değişik vehimlere kapılabilirler.
Fakat insanın ister tecrübesine, ister zekâsına, isterse fetanetine bağlı teveccühleri bir faikiyet mülahazası haline getirip başkaları üzerinde tahakkümde bulunması apaçık bir haddini bilmezlik ve katmerli bir terbiyesizlikten başka bir şey değildir.
Fütüvvetin Olmazsa Olmaz Hususiyeti: Tevazu
Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol.” sözü bizim için de çok önemlidir. Eğer bir insan fütüvvetin temsilcisi olmak istiyorsa, kendisini fark edilmezliğe salmalıdır ki, bilinmesin.
Kanaat-i acizanemce bu, fütüvvete ait çok önemli bir derinlik ve çok önemli bir disiplindir.
Evet, O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), bir yere ayak bastığı zaman değil orada oturan insanlar, arzın altındaki çürümüş kemikler bile ayağa kalkmalıydı. Fakat kendisi için toparlanılıp ayağa kalkılınca, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu. Aynı şekilde O, kendi işini kendisi görüyordu.
Çünkü büyükte büyüklüğün alameti tevazu, mahviyet ve hacalettir. Büyük görünmeye gelince o, küçük insanların bir kompleksidir.
Başkalarının teveccühünü, payesine paye ekleyerek onlara karşı bir tahakküm vesilesi yapmak büyüklere yakışmayan bir tavırdır.
Hâsılı, bütün derinlik ve enginlikleriyle fütüvvetin de zirve temsili O’nun yaşayışında bize en güzel örnek olarak sunulmuştur
DİPNOTLAR
[1] Yani, bir dönemde insanlar, İstanbul’un fethine gidebilirler, Viyana’nın fethine gidebilirler… Yine işin arkasında derin bir iman vardır; esasen, mücâhid olma, fâtih olma mülahazası vardır. O mülahaza ile gitmişler ise, Cenâb-ı Hak, onlara niyetlerine göre lütfeylesin!
[2] Ve Müslümanlık adına destanların kesildiği, fakat onun canına okunduğu, ırzına geçildiği bir çağda yaşıyoruz. -Bu tabir belki galiz oldu.- “Ben Müslümanım!” diyenler esasen Müslümanlığın namusuna dokundular, Müslümanlığı yerle bir ettiler, oyuncak haline getirdiler; çocuk oyuncağı/bilyesi halinde ellerinde çevirdiler ve onun ile bir yerlere varmak istediler; bir yarışı onun ile gerçekleştirmek istediler; bir ipi onun ile göğüslemek istediler; onu kullandılar, ayaklarının altına aldılar onu!..
En başta, bugün “Siyasal İslam” diyenler, İslamiyet’in hayata hayat kılınmasını istemezler; çünkü onlar dini yalnızca dünya hayatı ve dünyevî arzuları uğrunda bir meta gibi kullanıyor, onu süflî emellerini gerçekleştirmeye vasıta yapıyorlar.
[3] bu çağda, esas, imana yönlendirme mevzuu… Çünkü imanda ciddî kırılmalar ve sarsıntılar yaşanıyor. “İnandım!” diyen insanlar bile esas inanmış değil: Bohemlik yaşıyor gırtlağına kadar.. haramilik yaşıyor gırtlağına kadar.. hayatın zevk u sefası açısından Amnofis’in çok ötesinde, dünya tiranlarının çok ötesinde, fırsat ele geçince milleti soyup-soğana çevirme ve aynı zamanda firavunlar gibi, diktatörler gibi, tiranlar gibi yaşama… Ama Müslümanlığı da kimseye vermeme!.. Hatta “Siyasî İslamiyet” filan deme… “Siyasal İslamiyet” diyorlar…
[4] Kerîm”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden; “Mükrim” de Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden. Biri, “başkalarına ikram eden” manasına geliyor; biri, “Zâtında ikram etme vasfı bulunan; ikram, Zât-ı Ulûhiyetinin muktezası” manasına geliyor.
[5] Bunların hepsi insanlara konulmuş adlardır aynı zamanda. Kerîm… Sadece Abdülkerim değil de Kerîm de konulmuştur. Bazı isimler tek başına kullanılmaz, “abd” gelir başında; “Abdullah, Abdurrahman, Abdürrahim” denir. Fakat Kerîm, Mükrim, bunlar kullanılır; Mükrim de denir.
[6] Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’min” ismi var; aynı zamanda bu “Mü’min” ismi, mü’minlere de verilmiş. Zât-ı Ulûhiyete ait yanıyla, emniyet ve güveni, hem insanlar için, hem yeryüzünde sosyal hayat için, hem kâinat çapında temin etmek; mü’minlere ait yanıyla da mü’minin yeryüzünde emniyet ve güven insanı olması manasına geliyor.
[7] Hazreti Pîr de onun üzerinde duruyor; mesleği itibarıyla diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Sonra şefkat ve tefekkür esaslarını da zikrediyor.
[8] İmam Gazzâlî hazretlerinin mütalaalarını sabah okuduk; İhyâ’da gördünüz, nasıl her şey Cenâb-ı Hakk’a bağlanıyor: Ağız üzerinde duruyor, göz üzerinde duruyor, kulak üzerinde duruyor, jinekoloji üzerinde duruyor, anne karnında çocuğun devri üzerinde duruyor… Bütün bunların esbaba ve tabiata verilmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Kendi çağına göre, değişik ilimlerin o gün ifade ettiği şeylerin dilini kullanarak, o günün insanlarına Zât-ı Ulûhiyeti gösterme, O’nun tarafından görülüyor olma ufkuna insanları yönlendirme, O’-nun ta-ra-fın-dan gö-rü-lü-yor ol-ma uf-ku-na in-san-la-rı yön-len-dir-me…
[9] Seyyidinâ Hazreti Musa da Firavun’dan… “Kaçtı” tabirini onun hakkında kullanmak istemiyorum. Vakıa Kur’an, “kaçtı” tabiri kullanıyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ Kendi diyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.”(Şuarâ, 26/21) O, kendi hakkında öyle diyebilir; Allah da O’nun hakkında bu tabiri kullanabilir. Ama bize gelince, baş tacı edeceğimiz o insanlar hakkında, “O belalı, musibetli, zift bir yerden fonksiyonunu/misyonunu edâ edebileceği daha nezih bir yere hicret etti!” dememiz lazım. Seyyidinâ Hazreti Musa hakkındaki “ferre” (فَرَّ) kelimesini naklederken de “Daha önemli bir yerde misyon edâ etmek üzere hicret etti!” demek uygun.
İnsanlığın İftihar Tablosu da hicret etti. Sevr sultanlığına girdi; arkadakilerine “Böyle yapın!” dedi. Hazreti Musa öyle yaptı.. Seyyidinâ Hazreti İsa öyle yaptı.. Hazreti Yahya öyle yaptı… Ama bazıları ele geçti. Kur’an Kerim ifade ediyor; “Peygamberleri öldürüyorlardı, şehit ediyorlardı!” diyor. Bir şey anlatan insanları şehit ediyorlardı. Belki öldürülmeyen insanlar da o kavimler helak olduklarından dolayı -Hazreti Nuh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi, Hazreti Lût gibi- işin içinden sıyrılmışlardı, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, emriyle, sıyânetiyle, inâyetiyle, riâyetiyle, hıfzıyla, kilâetiyle, hısn-ı hasîniyle. İnsanlığın İftihar Tablosu da öyle hicret ederken, Sevr sultanlığına… “Sığındı” da demeyeceğim; esasen girdi, orayı kutsallaştırdı. Mağara, O’nu bekliyordu. Oraya girdi, orası bir sultanlık oldu. Gitseniz, tozuna-toprağına yüzünüzü sürseniz, değer.
[10] Hazreti Ali, her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi; o, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezahet içinde yiğitçe yaşamış ve dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı.
Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. O da fütüvvetin gerçek temsilcisi; onda da şüphe yok. Kendi döneminde değişik bâtıl düşünceler karşısına çıkmıştı. Harûrîlerin Haravra’da bâtıl düşünceleri, her şeyi zâhire hamletmeleri gibi, bugünkü IŞİD gibi, Boko-Haram gibi, Murâbıtîn gibi, daha önce de aynı türden yaşamış insanlar gibi, Hariciler gibi, meseleleri zâhire hamleden kimselerin çok ciddî gâileleri ile başbaşa kalmıştı.
Bir yerde Hazreti Pîr-i Mugân, şem’î tâbân fâikıyetleri ifade etme adına bu meseleyi değerlendiriyor: Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (hususiyle onun sadr-ı evvelinde) dönemlerinde o türlü problemlerin olmaması, onların problemleri yatıştırma, problemlerle başa çıkma mevzuunda bir fâikıyetlerini gösteriyor; bir rüchâniyetleri var. Fakat bir yönüyle de Hazreti Ali efendimizin rüchaniyeti var; kendi dönemindeki -âdetâ Ye’cûc ve Me’cûc’un öncü kollarının ilk defa ortaya çıktığı o dönemdeki- hercümerçlere karşı “Ali gibi birisi olması lazımdı ki dayanabilsin.” Şöyle diyor Hazret: “… Sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazreti Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.” Şimdi burada da mercûh, râcihe tereccüh ediyor.
Onun döneminde… Vâkıa, Hazreti Ebu Bekir döneminde irtidat hadiseleri var; fakat Hazreti Ali efendimiz döneminde, onun karşısına çıkanlar meseleyi Kur’an argümanlı, Sünnet argümanlı ele alıyorlardı. Günümüzde olduğu gibi, Müslüman görümündeki taylasanlılar, onun karşısına çıkmışlardı ve dolayısıyla bunlara aldananlar çoktu. Fakat orada başa çıkamadılar onunla; o, misyonunu devam ettiriyordu. Ne var ki, bu defa arkadan hançerlettiler onu; mescide giderken hançerlettiler. Hâşâ ve kella, onu “fitnenin başı” gibi görüyorlardı; başa çıkamadıklarını anlayınca, bu defa öyle…
Hani bir arkadaşınıza “Ölsün!” diye elli defa ölümüne büyü yaptıkları gibi… Bu neyi gösteriyor? Onların yaptıkları fitne ve fesadı yeterli bulamamalarını ve hınçlarını… “Bunu öldürelim de tamamen meseleyi kökünden kurutalım!” mülahazasındandır, elli defa büyüye teşebbüs etmeleri. Tutar, tutmaz… Bu aynı zamanda bir “şey”in, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yaptığı gibi… “Şayet büyü ile O’nu devirirsek, dolayısıyla çözülme olur!” mülahazası… Bakın!.. Karı-koca; biri o, biri de onun hanımı, aynı zamanda.
[11] Öyle idiler. Meydan okudular. Başa çıkamayacaklarını anladıkları zaman da hicret ve gaybubet ettiler. Esasen enbiyâ-ı ızâm da öyle yapmış.
Onların gidip şerirler tarafından bulunamayacakları bir mağaraya tahassun etmeleri, istiğrap edilecek bir şey değil.
Ashâb-ı Kehf… Ashâb-ı Kehf de Dakyanus’un şerriyle başa çıkamıyorlardı. O, her gün bir insanı çarmıha geriyordu, her gün bir insanı çarmıha geriyordu. Oradan ayrılan ve gidip mağarada tahassun eden insanlar da saraya mensup insanlar idi. Başkalarının başka isim ile yâd ettikleri, başta “Yemliha” dediğimiz zat, doğrudan doğruya saraydaki prenslerden, şehzâdelerden birisiydi. Ama bunlar, iflah edilmediler, orada bile yaşama hakkı verilmedi. Ve bir de bunlara bir çoban takıldı; “Kefeştetayyuş” falan diyorlar, biz öyle diyoruz. Hamdi Yazır bazılarının ismini değiştiriyor; İranlılar da farklı olarak sayıyorlar bunları, çevirdikleri dizide. Biz, “Yemliha, Mekselina, Meselina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş” ve bir de “Kıtmîr” diyoruz.
Hepsi bundan mı ibaretti? Kur’an-ı Kerim, “(Ashâb-ı Kehf ve kıssasının verdiği dersler üzerinde düşüneceklerine, insanlar bizzat hadise üzerinde yoğunlaşıp ayrıntılara girecek ve) kimisi, ‘Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.’ diyecek; daha başkaları, ‘Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ diyeceklerdir. Bunların yaptıkları, gaybı taşlamaktan ibarettir.” (Kehf, 18/22) buyuruyor; رَجْمًا بِالْغَيْبِ diyor. Fakat سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ “Bazıları da, ‘Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.’ diyecektir.” beyanında sükût ediyor. “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder.” Şimdi bu espriye bağlı olarak meseleye yaklaştığımız zaman, biraz “yedi” olduğu doğru gibi görünüyor, köpek ile beraber (sekiz olması) doğru gibi görünüyor. Belki bunların aslı, önemli rehgüzârları, rehberleri, rehnümâları yedi tane idi, sekizincisi köpekleri idi orada ama daha başkaları da gelip sonradan sığınmış olabilirler. Çünkü hemen orada “Onların adedini Allah bilir.” diyor. Bir yönüyle o, “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder” deyip meseleyi “Demek ki yedi idi, sekizincisi köpek idi.” Hükmümüzü de deliyor gibi, sonraki beyan onu deliyor gibi oluyor.
Evet, bunlar da yaşamalarını yaşatma meselesine bağlı olarak değerlendirdiklerinden dolayı… “Eğer O’nun nâm-ı celîlini dünyaya duyurursak/duyurabilirsek, yaşamaya değer!.. Bundan sonra gözümün ağrısı, O’nu duyurmak!.. O’nu duyurma var ise, biraz daha yaşayalım. Yok, O’nu duyurma meselesi söz konusu değilse, yaşamanın da anlamı yok!” Anladınız değil mi bunu?!. Nitekim bu mülahazaların yansımalarını da görüyoruz: Bir gün onlar hayata erdiklerinde, yeniden geriye döndüklerinde, bakıyorlar… Ne kadar sene sonra? Üç yüz dokuz sene… O kadar sene sonra, dirildiklerini gören insanlar, o bölgenin bütün insanları -torunu, torununun torunu, torununun torunu seksen yaşında- geliyorlar oraya. O da kendi kızıyla geliyor oraya, görüyorlar onları; dünya kadar insan iman etmiş. “Demek ki maksat hâsıl oldu artık, bizim yaşamamızın anlamı yok; biz, öbür tarafa göç edebiliriz!” Dolayısıyla bir daha gözlerini açmamak üzere yumuyorlar; bu dünyaya gözlerini yumuyor, öbür dünyaya gözlerini açıyorlar. Zaten onlar bir gözleriyle hep öbür tarafa bakıyorlardı, sol gözleriyle dünyaya nîm-i nigâhta bulunuyorlardı. Ashâb-ı Kehf, öyle idi.
[12] Böyle taklide ve gördüğümüz şeylere bağlı yaptığımız ibadet u tâat, evrâd u ezkâr, hatta bizim “tefekkür” zannettiğimiz, “tedebbür” zannettiğimiz, bakma-etme filan… Esasen bunlar ile çok bir yere varılamaz; inşaallah varanlar vardır okuyup ettiği, anlattığı şeyler ile…
[13] Yoksa ülfet ve ünsiyet ile, o, şekle inkılap eder, surete inkılap eder. Böyle “namaz” diye yatar kalkarsınız, “oruç” diye aç durursunuz, “hac” diye bir seyahate gidersiniz/çıkarsınız… Bunların hiçbirini de hafife almıyorum; bir şey ifade eder bunlar. Fakat “bir şey ifade etme” seviyesini mübtedîlere emanet etmek lazım.
[14] Fakat senelerce bu işin içinde -böyle “tepinip durma” gibi bir tabir geldi dilime de bu, başkaları için kullanılır- tepinip durduğu halde, hâlâ besâtetten (basitlik, ilk basamak/adım, şekil) sıyrılamamış.. hâlâ taklitten sıyrılamamış.. hâlâ ülfetten sıyrılamamış.. hâlâ Allah aklına geldiği zaman burnunun kemikleri sızlamıyor.. Peygamberimiz aklına geldiği zaman burnunun kemiği sızlamıyor.. “Hel min mezîd! – Allah’ım daha yok mu?!.” diyemiyor… Halbuki, insan hakikaten Zât-ı Uluhiyeti hâzır ve nâzır görüyor gibi olsa, hâzır ve nâzır duyuyor gibi olsa, baktığı her şeyde O’nun tasarrufât-ı Sübhâniyesini temâşa etmeyle arkasında Ef’âl-i İlahiyeyi, Esmâ-i İlahiyeyi, Sıfât-ı Sübhâniyeyi temâşâ ediyor gibi olsa, adımını atarken hep dikkatli ve “O, beni görüyor!” mülahazasıyla atsa, yine de bunlara kanaat etmemeli; “Daha yok mu?!” demeli, sürekli onun üzerine bir şey koymalı!..
[15] Yine Hazret’in ifade ettiği ve üzerinde durduğu gibi, Hazreti Ömer efendimize müsned bir beyanda,حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” denir. (Çağlayan Dergisi’nde) son yazılıp çizilen şeylerde ifade edildiği gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendisini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurması… “Fazilet” filan dendiği zaman da esasen “Allah Allah! Benim nereme yakıştırıyor bunlar bunu?!” demesi…
[16] Kendisine ayağa kalktıkları zaman, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi kalkmayın!” diyor. Kendisine ayağa kalkmak isteyenleri uyarıyor. Şimdi firavunların haline bir bakın. İnsanlar ayağa kalkmasalar, alkışlamasalar, ayakta alkışlamasalar, kendisine ihanet sayıyor, sitem ediyor, başkalarına hakarette bulunarak belki de bulunduğu yeri terk edip gidiyor. Bunlar, nefsini sindirememiş insanlar, nefsini konumlandırması gerekli olan yerde konumlandıramamış insanlar demektir. Ve o “kerem”e sahip olmayan, o “iffet”e sahip olmayan, o “emanet” duygusuyla serfirâz olmayan, o “şefkat” ile pâyidar olmayan, öylesine “hazm-ı nefs”te bulunmayan kimseler, insan değildirler esasen.
[17] Ne Ashâb-ı Kehf zirvesini tutturmak, ne seyyidinâ Hazreti Musa zirvesini, ne Hazreti İsa zirvesini, ne seyyidinâ Hazreti Ali zirvesini… Bunları tutturmak mümkün değil!..
[18] Havlayanlar, arkamızdan havlayıp dursunlar; onları kâle almayalım. İbn Hacer’in dediği gibi: لَوْ أَنَّ لِكُلِّ كَلْبٍ عَوَى لَوْ رَمَيْتَ * لَمْ يَبْقَى فِي اْلأَرْضِ حَجَرًا “Her havlayan kelbin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.” Eğer her bilmem ne yapan şeye bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz!
[19] Günümüzde de böyle bu mesele; ancak zamanın şartlarına göre… Bazıları bazı dönemlerde kuvvet kullanıyorlar. Ashâb-ı Kehf kullanmamış, gördüğünüz gibi. Ne yapmışlar, imanın elmas kılıcını kullanmışlar. Aklın, mantığın elmas düsturlarını kullanmışlar. Çağın Sözcüsü de “Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak” üzerinde duruyor. Bu çağda, “Maddî kılıç, kınına girmiştir.”
Bazı dönemlerde el-âlem, kılıç ile karşınıza çıkıyor. Benzer bir dönemde Hazreti Ali efendimiz, Hâricîlere karşı, Harûrîlere karşı öyle mücadele etmiş. Hazreti Ebu Bekir ehl-i irtidâda karşı öyle hareket etmiş. Ama günümüzde o türlü şeyler, tamamen kılıfına konmuş; buzdolabına da değil, toprağa gömülmüş; dirilmemek üzere de üzerine kocaman kayalar konmuş. “Kur’an!” denmiş, “Sünnet!” denmiş, “Hâl ve temsil ile Allah’ın anlatılması!” denmiş. Mesele ona bağlanmış; onun dışında başka argümanlara hiç başvurulmamış. Bence, günümüzün fütüvvetinin esası da budur.
Eğer öyle bir dönemde olsaydı, size de Mus’ab gibi, İbn Cahş gibi olmak düşerdi. “Keşke O’nun önünde olsaydım, kalkan gibi bulunsaydım!” Kıtmîr, çok defa düşünmüştür; “Keşke Mus’ab’ın yanında olsaydım, onun kolu-kanadı kırıldığı zaman, bu defa ben kolumu-kanadımı kaldırsaydım!” Ama acaba onu yapabilir miydim? Sahabenin, Tâbiîn’e dediği gibi, “O dönemde çokları çok küçük şeyler karşısında inhiraf ediyordu, halinize şükredin!..”
[20] O hapishanedekilerine böyle bakılabilir ama çizgi kayması yaşamıyorlar ise… Evet, Allah (celle celâluhu) orayı -bir yönüyle- Ashâb-ı Kehf’in Kehf sultanlığı şeklinde, Sevr sultanlığı şeklinde, Hira sultanlığı şeklinde değerlendiriyor, öyle resmediyor; içindekilere de zılliyet planında, izafiyet planında o değerleri lütfediyor. Allah, Latîf’tir, lütfeder. Biz de o ismi çekiyoruz; her gün, 129 defa, “Yâ Latîf” diye.
“Allah kullarına çok lütufkârdır.” diyoruz. O’nu öyle yâd ediyoruz; eltâf-ı Sübhâniyesinin dahasını beklemeye duruyoruz..