İMAN NURU

ŞUÂLARDAN GÜNÜMÜZE (4.BÖLÜM)

SEKİZİNCİ ŞUÂ- YİRMİ DOKUZUNCU LEMÂ’DAN  İKİNCİ BÂB   DÖRDÜNCÜ NOKTA

“İman nuru, lezâiz-i meşrûanın zevâle başladıkları zaman hâsıl olan elemleri, emsâlinin var ve gelmekte olduklarını göstermekle izale eder.

Ve kezâ nimetlerin devam edip tenâkus etmemesini, nimetlerin menbaını göstermekle temin eder.”

“Cenâb-ı Hak, insanın kalbine iman nurunu atınca, mârifet adına gönderdiğiniz bütün unsurlar orada mayalanarak, sizin hesabınıza bir mârifet peteği oluşturur.

Siz, bir arı gibi zihninizi kâinattaki âyât-ı tekvîniye satırları arasında dolaştırdıkça gözleriniz mârifet hüzmeleriyle geriye döner ve kalbiniz bir mârifet peteği hâline gelir ve size ne duyulmazları duyurur.

Aksi takdirde kuru ve sığ mütalâarda bulunmuş olur ve “Allah birdir, eşyayı yaratan O’dur.” derken bile taklitten sıyrılamamış olursunuz.

Marifete ermiş birinin nazarında, şairin ifadesinde az bir tasarrufla, “O, öyle bir zâhirdir ki ne idüğü bilinmez / Ve öyle bir bâtındır ki hiç kimseden gizlenmez.”

Bu arada içinizde vesvese ve tereddütler olabilir, ama o makama erinceye kadar inanmanız gerektiği şeylerle alâkalı takviyeden takviyeye koşmanız şarttır. Her şeye rağmen vicdanında o seviyeye ulaşmamış kimseler için bunun anlaşılması bir hayli zordur.”

(Müessirden esere gitmek_ Kendi Ruhumuzu Ararken_04 Haziran 2015)


Müslümanlığı amelî olarak yaşama, kalbde iman nurunun belirmesi daha ziyade insanın inandıklarını yaşamasına bağlıdır.

Zât’ına uygun olarak Allah’ın bilinmesi büyük ölçüde insanın ameli sayesinde gerçekleşir. Kant’ın bu meseleyi böyle anlayıp anlamadığını bilmem ama o, nazarî akılla Allah’ın bilinemeyeceği kanaatindedir. “Allah ancak amelî akılla bilinebilir.” der.

Ben –emin olmamakla beraber– onun bu sözünü bu şekilde te’vil ediyorum. Gerçekten Allah’a iman meselesi, insanın kalbinde ancak amel sayesinde tamamiyetle belirir ve imanın ruhuna ancak amel sayesinde erilebilir. 

(İslâm’ı yaşamak_Sohbet Atmosferi_23 Haziran 2015)

HOCAEFENDİ’NİN PENCERESİNDEN “ÜSTAD HAZRETLERİ VE İMAN NURU”

Hocaefendi, kendi üzerinde derin etkiler bırakan Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un farklılığını şu şekilde ortaya koymaktadır:

 “Ben Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) babamdan, annemden tevarüs ettiğim duygularla, düşüncelerle sımsıkı bağlıydım. Fakat Efendimizin insanlık çapında yaptığı şeyleri ister mucizatıyla, ister Reşhalarla Bediüzzaman’da gördüğüm zaman kendi kendime çocukluğumda şöyle dedim;

‘Demek ki ben uzaktan bakıyormuşum. Uzaktan bana göz kırpan o yıldızlar, nerdeyse çocukların ellerini uzatıp yıldızları avlamaya çalışması gibi şimdi benim avlayacağım ufka girdi.’

Meseleler Bediüzzaman’ı okuduktan sonra benim için daha inandırıcı olmuştur. Mesela yine Zat-ı ulûhiyet meselesine iki kere ikinin dört edeceğinden daha kesin bir kanaatin bende hâsıl olmasına sebep olduysa, Allah’ın kalbimde iman nurunu yakması onun rehberliğinde olduysa benim ona minnet duymam bir vecibedir.

Üstad Bediüzzaman’ın, başka hiç kimsede görmediğim bir tespiti daha var; O, dünyanın üç yüzü bulunduğunu, bunlardan birincisinin esma-i ilâhiye, ikincisinin insanların hevesatlarına, üçüncüsünün de ahiret hayatının kazanılmasına baktığını söylüyor ki, gayet manidardır.

Bediüzzaman’ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir.

O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir.

Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye’nin de bir müfessiridir.

O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.

Eğer Sa’d b. Muaz’ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî’ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, “Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım.” der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime “Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın.” dedim.

 Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti. Bir hayat boyu “garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem..” demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.”

Üstad, kendi mülahazalarını, ilk eserlerinde (Muhakemat, Lemaat) ifade ederken, çağın önemli velilerinden bir tanesi, (yanık şiirlerine bayıldığım bir zattır) ona diyor ki:

‘Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmam-ı Rabbani’si ol.’ O zatı yürekten alkışlıyorum, çok önemli bir basiret göstermiş. Bediüzzaman’ı görüp, ondaki istidat ve kabiliyeti keşfetmesi, engin bir ferasetin var olduğunu gösteriyor. Fakat Bediüzzaman’ın ona verdiği cevabı çok daha enteresan: ‘Evet, bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarfetmek, iman uğruna mücadele vermek lazım diyor.

Küfrün küfranın ortalığı alıp götürdüğü, imansızlığın, ateizmin insanlığı iki büklüm ettiği bir dönemde, milleti sadece halkayı zikirlerle, hatme haceganlarla bir yere getirme herhalde zordu. Bu onlara karşı bir tavır alma değildi.

İslam’ın ruhi hayatı, sahabe yaklaşımıyla ele alınmalıdır. İmam-ı Rabbani bu hususda der ki: ‘Biz sahabi mesleğini ihya ediyoruz…’ Ancak tam anlamıyla sahabe mesleğinin ihyası Bediüzzaman’la gerçekleşmiştir. Şimdi böyle bir tecdid hareketinin, İslam’ın ruhi hayatından uzak olması, düşünülemez. Geceleri ruhbanlar gibi, ibadet aşığı bir hayat yaşayan sahabilerin, enfüsi hayatlarına karşı kapalı kalmak mümkün mü?

 ‘Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir’ der mesela Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde.

İnsan olduğu yerde kalmamalıdır.

İnsan-ı kamil olma cehdini göstermelidir. Ortaya koymalıdır.

Risalelerde de bunu görmek mümkündür…” 

(ALINTI: Görüş:Âşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi)

SEKİZİNCİ ŞUÂ- YİRMİ DOKUZUNCU LEMÂ’DAN  İKİNCİ BÂB   İKİNCİ NOKTA

“Elhamdülillah demesi lâzımdır.

Çünki, iman cihat-ı sittenin zulümatını izale etmekle def’-ul bela kabîlinden büyük bir nimet sayıldığı gibi -tabiî- o cihat-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celb-ül menafi’ kabîlinden ikinci bir nimet sayılır.

Binaenaleyh insan fıtrî bir medeniyete sahib olduğundan cihat-ı sittede bulunan mahlukatla alâkadar olur. Ve iman nimetiyle de, insanın bütün cihat-ı sitteden istifade edebilmesi imkânı vardır.”