“ ALLAHIM! SANA HAVALE EDİYORUZ”
[ 107- 120.Bâb ]
***
107 – Allah’ım!
Hasımlarımızın bize yapageldikleri zulümler ve elimizden gasp edegeldikleri haklarımız sebebiyle onları istihkakları olan öyle bir cezalandırmaya tâbi tut [121] ve intikamımızı onlardan öyle bir al ki, başkalarının vereceği cezadan bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!
***
108- Allah’ım!
Hasımlarımızın utanmazlıklarını öyle bir açığa çıkar, kabahatlerini yüzlerine öyle bir vur, onları öyle bir kınanmaya maruz bırak ki, [122] başkalarının onları utandırmasını beklemekten bizleri müstağnî kılacak ölçüde olsun!
***
109- Allah’ım!
Yeryüzünde melekliği temsil eden hakikat erlerine kin ve düşmanlık besleyen kimseleri, ıslaha kâbil değillerse, bir an evvel mahv u perişan eyle ve zararlarını boyunlarına dola! Öyle bir ceza ile onları cezalandır ki [123], Sen’den gayrısının bu konuda imdadımıza yetişmeleri için beklentilere girmekten bizleri alıkoysun!
***
110 – Allah’ım!
Bizlere garaz besleyen ve hasım olan düşmanlarımızdan yola gelme istidadını yitirmiş olanları en kısa zamanda kahr u perişan eyle. Öyle ki onların zulmü altında inim inim inlerken, bizlere imdat adına Sen’den gayrısından gelmesi mukadder düşmanlarımızı cezalandırma yardımlarına bel bağlamaktan [124] bizleri alıkoyacak keyfiyette olsun!
***
111 – Allah’ım!
Tek işleri bizlere düşmanlık yapmaktan ibaret olan kimseleri öyle bir rezil ve rüsva kıl, itibarlarını öyle bir kır ve alçaklıklarını öyle bir âşikar et [125] ki, başkalarından gelebilecek öyle bir cezalandırmadan bizleri müstağnî kılsın!
***
112 – Allah’ım!
Bize düşmanlık yapanları öyle hor ve hakir kıl, onların haysiyetten yoksun olduğunu öyle bir ortaya koy, zelil ve alçaklıklarını günyüzüne öyle bir çıkar ki [126], başkalarının onlara vereceği o türlü cezadan bizleri müstağnî kılsın!
***
113 – Allah’ım!
Bize düşmanlığa kilitlenmiş fesada açık ruhları öyle zelil kıl, onların üstesinden öyle gel ve onların hor ve hakir olduklarını öyle bir ortaya çıkar [127] ki, başkalarından gelebilecek zelil kılmalara karşı bizleri müstağnî eylesin!
***
114 – Allah’ım!
Bize besledikleri düşmanlık sebebiyle, sâir insanlara medâr-ı havf ve ibret olacak vecihle hasımlarımızı cezâlandır. [128] Öyle ki bu cezalandırman, bizleri başkalarından gelecek benzer cezalandırmalardan müstağnî bıraksın!
***
115 – Allah’ım!
Islaha kâbil olmayan hasımlarımızın hakkından öyle bir gel ki [129], onları yerle bir etme noktasında başkalarının ortaya koyacakları performanstan bizleri müstağnî kılsın!
***
116 – Allah’ım!
Bize adavetle oturup kalkanların aleyhimizde hazırladıkları tuzak ve planlara nezd-i Ulûhiyetine yakışır öyle bir karşılık ver ki [130], bizleri başkalarından gelebilecek karşılıktan müstağnî kılsın!
***
117 – Allah’ım!
Bize düşmanlık besleyenlerin entrika ve tuzaklarını başlarına geçir [131]; hiç ummadıkları zaman ve şekilde onların hakkından gel! Bu mukabelen öyle bir keyfiyette olsun ki, başkalarının mukabelesinden bizleri müstağnî kılsın!
***
118 – Allah’ım!
Hasımlarımızın hıyanet, kalleşlik, namussuzluk ve sözünde durmamazlıklarına öyle bir mukabelede bulun [132] ki, Sen’den gayrısının (mâsivâ) verecekleri karşılıklardan bizleri müstağnî bırakacak kemmiyet ve keyfiyette olsun!
***
119 – Allah’ım!
Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’yi dünyanın dört bir yanına duyurma gayreti dışında bir şey hedeflemeyen Hizmet’imize “firak-ı dâlle” iftirası atan ve “sapık cereyan” ithamında bulunanlara öyle bir mukabelede bulun [133] ki, bu konuda başkalarının ortaya koyacakları mukabeleden bizleri müstağnî kılacak keyfiyette olsun!
***
120 – Allah’ım!
Hizmet-i imaniyenin adanmış erlerine “irtidat” töhmeti yapan ve onlara “dinden dönme” iftirasını isnad edenlere öyle bir mukabelede [134] bulun ki, Sen’den gayrısından (mâsivâ) gelebilecek mukabeleleri gölgede bırakacak ve onlardan müstağnî kılacak ölçüde olsun!
***
[121-134] DÜŞMANLIĞA KİLİTLENMİŞ FESADA AÇIK RUHLAR VE ISLAHA KÂBİL OLMAYAN HASIMLARIN CEZASINI VEREN ALLAHIM! SANA HAVALE EDİYORUZ.
HASET [1]
Bir insanda haset marazı mevcutsa, onun için bir sürü çekememezlik sebebi hazır demektir: Bazıları için aynı kulvarda koşma; bazılarınca karşı taraf kadar başarılı olamama veya beklediği ölçüde başarılarının karşılığını görememe; kimilerince de bencillik ve kibri zaviyesinden hep hasmına göre kendine biçtiği seviyenin gerisinde kalma… gibi hususlar birer hazımsızlık sebebidir.
Böyle bir hâsid, Hakk’ın takdirine rıza göstereceğine, kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini arzu edercesine sürekli hezeyan yaşar; açık-kapalı her zaman kaderi tenkit eder; ilâhî icraatı sorgulama küstahlığında bulunur.. kıskançlık hafakanları itibarıyla kendi yaşama atmosferini elektriklendirir ve kendi eliyle gider öldüren bir darlığın kulu-kölesi olur. Rahatsız eder çevresini ve onlar tarafından rahatsızlığa maruz kalır.. böyle bir darlık içinde geçirdiği her dakika, her saat patlamaya hazır bir bomba görüntüsü sergiler ve bu hâliyle en yakınlarını dahi bîzar eder. Bazen hasmını hafife alarak, bazen onun hakkında gıybetlere girerek, bazen de iftiralar ile karalayarak hep ona karşı düşmanlık duygularıyla oturur-kalkar. [121-134]
Karşı tarafı küçük düşüreyim diye çırpınır durur, ama küçük düşen de yine kendisi olur; böylece kendi hakkında zamanla bütün kazanma kuşaklarını birer kaybetme arenasına çevirir. Başkalarına zindan projeleri hazırlarken, koskoca dünyayı kendine zindan eder.. mânevî hayatının nurlarını söndürür ve körkütük bir hazımsızlık heykeli hâline gelir; gelir ve pîri sayılan İblis’i sevindirir.
—
PARANOYA İHTİYACI [2]
Paranoya, müstaid ruhlarda hafiften başlar, yavaş yavaş gelişir; derken değişik telkin, tesir, evham bombardımanı ve yanlış muhakeme sebebiyle zamanla tam bir cinnet-i müstatil hâlini alır ve kahreden bir evhama dönüşür: Böyle bir maraza yakalanan insan, zulme uğrayacağı vehmiyle oturur-kalkar; herkesin kendisi için kötülük planladığı endişesiyle kıvranır durur.. ihtimallere hüküm bina ederek pek çok kimseyi potansiyel suçlu görmeye başlar ve böylelerini bertaraf etme stratejileri üretir; “Onlar bana zulmetmeden ben mutlaka onları ezmeliyim.” diyerek masum insanlara karşı savaş ilan eder; kan döker, kan içer ve zamanla âdeta bir kanlı kâbus hâlini alır.
Bazen kendi kuruntularını ideal sayarak bunları ihyâ, ikâme ve tâmim uğruna her türlü fezâyi ve fecâyii irtikâp eder.
Bununla da kalmaz, hâkimiyetinin temâdîsine engel gördüğü veya öyle vehmettiği kimselere karşı her zaman hasmâne bir tavır içinde bulunur; fırsat doğduğu ve gücü yettiği zaman da bunların hakkından gelmeyi asla ihmal etmez. [121-134]
—
YEMİNLEŞELİM Mİ [3]
Paranoya yaşayan insanlar, sokaktan geçen herkesin kendileri için üç adım ötede bir komplo hazırladığı endişesini taşırlar. Bu tür fertlerden meydana gelen bir toplumda hükümler vak’alara ve gerçeklere göre verilmez; pek çok şey ihtimallere bina edilir ve hükümler muhtemellere göre verilir.
…
Bu iddialarda bulunanlar, şâyet evhamlı kimselerse ve bir paranoya yaşıyorlarsa ya da kendileri o türlü düşüncelere sahiplerse ve bazı tarihi şahıslara benzeme, toplumların kaderine değişik yollarla ve entrikalarla hâkim olma, hatta hâkim olmanın da ötesinde hâkimiyetlerini bütün bütün tahkîm etme gibi planları varsa; kendilerini birer put yerine koyup herkesin onlara saygı duymasını arzu ediyorlarsa o tür insanların, kendilerine zıt gibi gördükleri alternatiflerin en küçüğüne bile tahammülleri yoktur ve alternatif gördükleri kimseleri bir an önce en azından halkın nazarında yok etmek birinci işleridir. [121-134]
Onlara göre, bugün olmasa da yüz sene sonra bile kendi ad ve sanları, milletin zihninden ve tarihin hafızasından silinecekse, bunu silmeye namzet gibi görünen muhtemel kimselerin kökünü kazımak lazımdır.
Çünkü onlar, öldükten sonra dirilmeye inanmasalar bile, –o nasıl ve ne türlü bir şöhret tutkusu ise– cenaze merasimlerine çok insanın iştirak etmesini arzu ederler; mezarlarının başında ağıtların yakılmasını isterler; hayat boyu yaptıkları dalaverelere, o korkunç yalanlara destan tutulmasını arzularlar; bunlarınkine dense dense şöhretin şeytancasının ötesi aptalcası denebilir. İşte onlar hayatlarını bu türlü şeylere adamışlarsa şâyet; bu türlü duygu ve düşüncelerin vehim üretmesi ve onlara paranoya yaşatması normaldir. Meseleyi hep kendilerine bağlamışlarsa, hep “biz” diyorlarsa; kim bilir, belki belli bir dönemde elde ettikleri şeyleri de kendi vehimleri çizgisinde ve başkalarından endişe ettikleri yollarla elde etmişlerse herkesi de kendileri gibi görüp düşünüyorlardır.
…
Eğer siz, kanınızın delice aktığı o gençlik döneminizde dahi bu ölçüde bir istiğna sergiliyorsanız, aslında bu sizin karakterinizi ortaya koyma açısından yeterlidir.. neye tâlibsiniz?.. ne istiyorsunuz?.. neyin arkasındasınız?.. gibi soruların cevabı için o tavır ve tutumunuz kâfî gelir.
…
BU KONUDA KİM YALANCI İSE…
Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine “mübahele” âyeti denir. Ayette, “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” denmektedir. Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek” demektir.
Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz” diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.
İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim. Nasıl?..
Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben
“Eğer teşvikçisi olduğum şu hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Allah beni yerin dibine geçirsin” diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna “âmin” desin.
Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim-
“Allah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar” diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kulluk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda.
Evet ben demesem de, O Allâmu’l-guyûb olan Allah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı. Ben onlara beddua etmedim, “Allah’tan bulsunlar” bile demedim.
Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde Müslümanlara düşmanlık yapan kimseler Allah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl” diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Allah Teala iflah etmeyecektir. [121-134]
Evet, ben yemin ediyorum; O’nun nâm-ı celîlini î’lâ ederek ve O’nun adını bütün dünyaya anlatarak Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yoktur.
Hoşgörü derken de, bazı şeyleri hoşgörmezken de hep bu gaye ve hedefe bağlı kaldım. Küfrü hoşgörmedim ben; dalâleti hoş görmedim. Ama hiçbir zaman, bir kâfire ya da fırak-ı dâlleye mensup herhangi bir ferde karşı da tavır almadım. Ben kötü sıfata karşı tavır aldım. İnsanlara kızmadım; kötülüklere, kötü sıfatlara kızdım. Acaba yakın durma, yumuşaklık ve mülayemet o insanlara bir şey ifade etme adına fayda getirir mi, dedim ve bu mülahazaya uygun davrandım. Bir kere daha diyeyim: Eğer, Allah rızasının dışında, Allah’ın nâm-ı celîlini duyurma haricinde bir sevdam varsa, Rabbim şuracıkta canımı alsın.. siz de buna “âmin” deyin. Yok onların iddia ettikleri gibi değilse, ben onları Allâmu’l-guyûb olan Hazreti Allah’a havale ediyorum. [121-134]
KİMSEYİ LÂNETLEMEDİK!..
…
Benim yürekten alaka duyduğum bir şey vardır; o da, Rabbimdir, Peygamberimdir, Kur’anımdır. Alaka duyduğum Rabbimden, Peygamberimden ve Kur’anımdan dolayı benden nefret edenler ve onları yâd etmemden ötürü sözlerimden rahatsızlık duyanlar varsa, onları da kin ve nefretleriyle başbaşa bırakıyor ve Allah’a havale ediyorum. [121-134]
Kendi şahsî yatırımı adına dünya kadar taşlar diken insanların dünyada dikili bir taşı olmayan ve kendini Hakk’a adamaktan başka bir mülahazası bulunmayan birisine asılsız isnatlarla saldırmaları affedilir gibi değildir.
Ben bana ait hakları affedebilirim ama bilmem ki, Cenâb-ı Hakk kendisine âit, bu gönüllüler hareketinin arkasında olan, bilinen-bilinmeyen bir sürü mü’mine, Anadolu insanına ait hakları affeder mi, affetmez mi?!. [121-134]
Ben, çoklarının diş gösterdiği, bazılarının “tamam, işini bitirdik” deyip sevindiği en şiddetli dönemde bile Mevlana gibi, Yunus Emre gibi, Ahmet Yesevî gibi yazdım ve konuştum. O günkü hissiyatım bugün mecmualarda mevcuttur, alıp baksınlar. Ve hissiyatımı, kendi su-i zanlarıyla değil, benim ifadelerimle değerlendirsinler. Öfkelenmedim, kızmadım, beddua etmedim, kahriye okumadım, “anneleri–babaları ağlasın” demedim.
Belki başkaları diyordur; Anadolu’da binlerce insan, bu makul hizmetlere karşı böyle düşmanca bir tavır alındığından dolayı belki “dine kasdî düşmanlık edenlerin evlerine ateş düşsün, evlatları yetim kalsın, anaları ağlasın…” falan diyorlardır. Fakat benim üslubumu bilenler, zannediyorum, onlara da hidayet temennisinde bulunacak, Allah’ın affetmesini dileyecek ve hatta şimdiden, ahirette müminlerin karşısına çıkıp baygın baygın baktıkları o acıklı durumu tasavvur edecek ve o bahtsızların haline acıyacaklardır.. acıyacak ve “Allah’ım sen onları da affeyle, onlara da hidayet et” diyeceklerdir..
ALLAH’A HAVALE EDİYORUZ!..
Evet, biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine, bedduaya “âmin” demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık.
Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu. [121-134]
O havaleyi de yine Efendimizi taklîden yaptık. Hiçbirimiz O’ndan daha merhametli ve daha şefkatli olamayız.
Allah Rasulü, “Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe, Allahümme alyeyke bi-Velid ibni Utbe” demiş, o günün din düşmanlarını, Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Velid gibilerini Allah’a havale etmiştir. Havale etme de, “Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap” demektir. Kaldı ki, ben havale etmeyi bile Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getirdim hayatım boyunca. Hâlâ da aynı alternatifle beraber söylüyorum:
“Allah’ım hidayetlerini murad buyurduklarını hidayet eyle, onların gözlerini de hakikate aç, kalblerini sevgiyle donat. Yok öyle murad buyurmuyorsan Sana havale ediyorum, ne istersen onu yap” diyorum. [121-134] Dünyada hiçbir din mensubu, hatta hiçbir dinsizin de bu mülahazayı sert bulacağına ve buna itiraz edeceğine ihtimal vermiyorum.
Şu kadar var ki; Peygamber Efendimiz, Ebû Cehil’in ayağına defalarca gitmiş, elli defa reddedilmesine rağmen, elli birinci defa yine gayet yumuşak bir şekilde, kavl-i leyyin üzere O’na içini dökmüştü.
—
BEDDUA VE ALLAH’A HAVALE ETMEK [4]
Soru: Beddua eden mesuliyet altında kalır mı? Allah’a havale etmek beddua mıdır?
İnsanları Allah’a havale etmek, mesuliyet gerektiren bir husus değildir. Ancak uygunsuz ifadelerle, Hakk’a havale edilen şahısların müstahak olmadıkları hususları ifadede mesuliyet olabileceğini söylemek mümkündür.
Bir bakıma fenâ insanları Allah’a havale etmek, onlar adına çok masum bir şeydir. Gerçi Efendimiz, Ebû Cehil’i, Utbe’yi, Şeybe’yi, İbn Ebî Muayt’ı Allah’a havale etmiş; bir mânâda etmeden men edilmiştir. Ama Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundan men edilmesi, O’nun hususî konumu ile telif edilemediğinden dolayıdır. Âdeta Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan ikaz: “Sen kendine bak; onların dalâleti seni çok meşgul etmemeli. Onun sana zararı da olmaz” mânâsına bir men etmedir. [121-134]
Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah akşam -bazı rivayetlerde de günde beş vakit- namazda ellerini kaldırıyor, kunut okuyor ve İslâm’a kötülük yapanları Allah’a havale ediyordu. Bu açıdan kişinin istihkâkı varsa, “Allah’ım, onu Sana havale ediyorum, kötülüğünü onun başına dola.” demede bir sakınca yoktur. [121-134]
Bir insanın böyle bir havaleye müstahak olması ve sizin onu havale etmeniz, Anadolu halkının dediği gibi “Artık Sen bilin yâ Rabbi!” demektir.
…
Bazen, düzelmeleri hiç kabil olmayacak gibi görülen ve din aleyhtarlığını kendine vazife edinmiş kimseler hakkında, “Allah’ım, Sen bunların hakkından gel, onların düzenlerini dağıt ve kuvvetlerini parçala ki bize tecavüz etmesinler/edemesinler. Bu yılanların belini kır da yürüyemesinler Rabbim!” şeklinde dua etmekte bir beis görmeyenler de vardır. Aslına bakılırsa onların yaptığı cinayetler karşısında bu ifadeler onlar için çok fazla beddua da sayılmaz.
Bütün Müslümanlar, her hususta olduğu gibi Allah’a havale etmek hususunda da aşırıya gitmemeli ve her zaman sınırlarını korumalıdırlar. Zira Müslümanın tel’ine ve bedduaya “âmin” demesi asla doğru değildir.
Allah’a havale edilecek kişileri çok iyi ayıklamak ve elemek gerekir. Ayrıca ölenlerin arkasından da aleyhte bir şey söylemek doğru değildir. Çünkü insanların nasıl gittiğini bizden daha iyi Allah bilir.
Ama şu kadarı da var ki, hayatı boyunca kötülük planlamış ve “Şu Müslümanlığı bir vursak, iflahını kessek ve işini bitirsek” diyenleri O’na havale etmekte de bir mahzur yoktur. [121-134]
Onlar için, “Allah’ım! Kuyruğunu dikmiş sokmak için gelen akrebin kuyruğunu kır, onun zehirini kendi ağzına sok yâ Rabbi!” demek bir müdafaadır. [121-134]
Ben bunları söylemenin bir sakıncası olacağını zannetmiyorum. Bazen de hem benim hem de değişik dairelerdeki arkadaşların canı çok yanıyor. Onların yanan canları ile benim canım da ayrıca yanıyor. Hani filmlerde nasıl tek yumurta ikizlerinden birine kırbaç vurulunca öbürü de acısını duyuyor, benimki de öyle. Önemli bir fonksiyon eda eden arkadaşların acısını her zaman ruhumda hissediyor ve sanki sırtımdan kırbaç yemiş gibi ızdırap duyuyorum. Öyle ki, böyle bir mesele gece kafama takılsa, deli gibi fırlıyorum yatağımdan; birkaç derin soluk alıyor, sonra gezip dua ediyorum. Bazen, “Allah’ım! Islah et, ıslah et, ıslah et.” diye müspet dua ediyorum. Bazen de, “Kabil-i ıslah değilse Sana havale ediyorum Allah’ım!” şeklinde O’na havale ediyorum. [121-134]
Kur’ân’da Hz. İsa’nın bir duası vardır ki o duada gizli bir havale etme olduğu söylenebilir. O, Cenâb-ı Hakk’a şöyle bir niyazda bulunur: “… Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz u Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!”2 Âyet-i kerimelerin fezlekelerinde gizli olan müthiş terbiyeyi, asıl konumuz olmadığı için geçiyor ve ifade etmek istediğimiz hususa dönüyoruz. Âyetin sonundaki Hakîm ifadesi ile alâkalı olarak Hz. Mesih sanki Cenâb-ı Hakk’a şunları söylüyor:
“Ben her ne kadar böyle görüyorsam da bu, eşyanın dış yüzü itibarıyladır. Hikmet ise eşyanın perde arkası sırları demektir. Eşyanın perde arkasını da ancak Sen görür ve Sen bilirsin. Çünkü Hakîm Sensin. Eğer ben bu istek ve talebimde Sen’in hikmetine muhalif bir şey söylemişsem, Sen Hakîm’sin, bildiğini yaparsın.” Evet, işte bu son ifadede zımnî olarak bir havale olduğu söylenebilir.
Netice olarak, Allah’a havale etmede bir mahzur olmadığını, yapılan beddualara da âmin demememiz gerektiğini, ikisinin birbirinden ayrıldığını ve mü’mine yaraşan hususun dua etmek olduğunu söyleyebiliriz. İşin içinden çıkamadığımız durumlarda, Allah’a havale etmek de bir yol olarak kullanılabilir. [121-134]
—
KAOS, İMTİHAN VE ÜMİT [5]
Evet, bugüne kadar o zalimler, önlerine gelen herkesi eziyor, kendileri gibi düşünmeyenlere kan kusturuyor ve ettiklerinin bir gün gayretullaha dokunacağını hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Ezilip horlananlarsa, hiçbir şey yapamama hafakanlarını, sadece onları Allah’a havale etmekle yatıştırmaya çalışıyorlardı. [121-134]
Yıllar hep böyle Muharrem gibi geçti; gözyaşları da Revân Nehri gibi çağlayıp durdu.. derken yapılanlar ilâhî izzete dokundu ve Allah zulmedeni de, zulmü alkışlayıp zalimi seveni de, haksızlıklar karşısında sessiz kalanı da toptan tedip etti/ediyor ve edecektir de. Atalarımız “Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbat olur.” demişlerdir ki tarih bunun yüzlerce misaliyle mâlemâldir. Dahası, iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var ki, o gün vay hâline o zalimlerin..!
Biz, şimdi her şeyi Sahibine havale ederek bir kere daha:
“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
deyip geçelim. Allah dünkü zalimleri bugün cezalandırdığı gibi, günümüzün gaddarlarını da çok yakın bir gelecekte mutlaka tecziye edecektir. Bugün, şahlar, şehinşahlar gibi yaşayanlar, günü gelince sürekli ızdırapla kıvranacak ve sefalet içinde yutkunup duracaklardır. Bu dünya, var olduğu günden beri her zaman yarısı ışık, yarısı da karanlık olagelmiştir. Bugün karanlık yaşayanlar, yakın bir gelecekte –eğer iradelerine emanet edilen dinamikleri iyi kullanırlarsa– aydınlıklara yürüyecek, içinde bulundukları zamanı günahlarıyla kirletenler de karanlıklara yuvarlanacaklardır.
Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Kim bilir belki de, toplarla, tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir gün gözyaşlarıyla ve Hakk’a yakarışlarla çözülecektir. [121-134]
—
SÖZÜN BİTTİĞİNİ AN… [6]
ALLAHIM, SANA HAVALE EDİYORUM!..
Gönülden inanıyorum ki, mü’minler Allah Teâlâ’ya yürekten teveccüh etseler ve duaya yönelseler Cenâb-ı Hak şu anki dengeleri alt üst edecek ve her zâlime haddini bildirecektir. Ne var ki, bugün O’nun bize yakınlığını ve dualarımıza icabet edeceğini düşünerek, hâzır ve nâzır birinin huzurunda olduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissederek Cenâb-ı Hakk’a arzıhâlde bulunduğumuzu ve en sâfiyâne, en hâlisâne bir kulluk tavrı olan duanın hakkını verdiğimizi söyleyemeyiz.
Hatta, hacca giden insanların, duaların reddedilmediği o mukaddes yerlerde, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da yüreklerini çatlatırcasına, İslam dünyasının maruz kaldığı şu felaketlerden sıyrılması adına inlediğini iddia edemeyiz. Zannediyorum, yirmi tane içli, duygulu, dertli insan, orada üç-dört gün uykusunu terketse, başını yere koysa ve yalvarıp yakarsa, hatta birkaçının kalbi dursa, gerçekten yüreği çatlasa, Mevlâ-yı Müteâl o çatlamaya berikilerin başını patlatacak bir bomba tesiri lutfedecek ve inananların mazlumiyetine son verecektir. Fakat, öyle anlaşılıyor ki, müslümanlarda bu kadarcık olsun yürek yok; o mukaddes beldelerde bile Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh edilmiyor ve O’na gereğince yalvarılmıyor.
GELİN, ALLAH’A YALVARALIM!..
Bu açıdan, nazım geçse ve gücüm yetseydi, sesimi en ücra yerlere ulaşacak kadar yükseltir ve “Allah aşkına, gelin bir de duanın gücünü kullanalım; gönülden Allah’a yalvaralım!” derdim. Milletimizi ve bütün müslümanları Hakk’ın kapısında tazarru ve niyazda bulunmaya davet ederdim.
Evet, gelin dişimizi sıkıp her gece teheccüde kalkalım. Kadın-erkek hepimiz önce gecenin zulmetini birkaç rek’at namazla aydınlatalım. Sonra da bütün samimiyetimizle dergâh-ı ilahîye el açalım; büyük-küçük acı ve ızdıraplarımızı, arzu ve isteklerimizi bir bir Cenâb-ı Hakk’a şerhedelim. Bizi gören, soluklarımızı duyan, içimizden geçenleri bilen ve iniltilerimizi değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten Mevlâmızın varlığını düşünelim; O’nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceğimiz inancıyla gerilip bir kez daha O’nun kapısının tokmağına dokunarak inleyelim..
Her birimiz önem verdiğimiz ve gönlümüze uygun bulduğumuz bir duayla başlayalım. Şâh-ı Nakşibend’in evrâd-ı kudsiyesi, Ahmed Rufaî hazretlerinin tazarruları, Abdülkadir Geylânî’nin kudsi virdleri ya da İmâm-ı Rabbânî, Hâce-i Ahrar, Ebu’l-Hasen Harakânî, Mevlâna Hâlid ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının hususî niyazları ile Yüce Dergâh’a yönelelim. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den şerefsudûr olmuş münacâtları ve Cevşen-i Kebîr gibi meşhur duaları kendi arzu ve isteklerimize şefaatçi yapalım. Bu virdleri müteakiben, dertlerimize bir derman göndermesini, yaralarımızı tedavi etmesini ve müslümanları mazlumiyetten, mağduriyetten, mağlubiyetten kurtarmasını Cenâb-ı Hak’tan dilenelim.
***
107-120. BÂBLARIN DUASI (YAKARAN GÖNÜLLER-EL-KULÛBU’D-DÂRİA TERCÜMESİNDEN…)
Ey çaresizler çaresi!
Rabb-i Rahimimizden, yapmamız gerekli hususları yapamadığımızdan, yapmamamız gerekenleri de irtikab ettiğimizden dolayı özür diliyor, sadakat nişanesi olarak özrümüzü arz ediyor ve başımıza gelen / gelecek hâdiseler karşısında şaşkınlığımızı Allah’a havale ediyoruz. Her şeye karşı kuvvetsizliğimizle beraber, Allah’ın lütfuna, inayetine, ihsanına iltica ediyor, O’nun azabından yine O’nun Rahmetine sığınıyoruz.
Elinden geldiğiyle yetinmeyip, aleyhte kamuoyu oluşturmak, çamur atmak suretiyle aleyhimizde yalanlar üzerine kurulu düzme konuşma ve yazılara imza atanları Sana havale ediyoruz.
Bizleri yakından tanıma fırsatı yakalayamamış veya kendimizi yanlış anlattığımız kimseleri iğfâl etmek suretiyle, aleyhimizde propaganda yapanları ve bunu bir fırsat görenleri Sana havale ediyoruz, taktir buyurduğun muamele ile onlara muamelede bulun!
Rabbimiz!
Allah tanımaz, Peygamber bilmez, Din’e, diyanete saygı duymaz nâdanların yapıp ettikleri kötülükler ve zulümler tahammül edilmez bir hal aldı. Senin bu masum kulların hakkında kötülük düşünüp onlara zarar vermek isteyenlerin emellerini gerçekleştirmelerine müsaade etme.. tuzak kuranların tuzaklarını başlarına çevir.. komplo peşinde olanları maksatlarının aksiyle tokatla.. haklarımıza tecavüz eden ya da etmeyi düşünen ne kadar haddini bilmez varsa, onların hepsini Sana havale ediyoruz; haklarından gel!
Rabbimiz!
Karanlık oyunların sayısı belli değil, bütün karanlık ruhlu, karanlık düşünceli, karanlık planlı ve karanlık perdesi altında yol alan kimseleri, Sana havale ediyoruz. Onların, karanlık hedeflerine ulaşmalarına Sen mânî ol Allahım! Aydınlık düşünen, aydın insanları da onlara karşı muzaffer eyle!
Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zâlimlerin “hay-hûy”unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir.
Allahım,
Sana ve dinine düşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin kalblerini de imana, İslam’a, ihsana aç; onları da hidayete erdir. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, bütün bütün gayz, kin, nefret ve düşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden bütün mü’minleri muhafaza eyle!
Allahım!
Ülkemiz, geleceğimiz, maddî-mânevî değerlerimiz aleyhinde çalışan ve milletimizi bölmek ve parçalamak için uğraşanları Sana havale ediyoruz, onların haklarından gel!”
Allahım,
Eğer kan düşünen, kan konuşan, kan döken, yurt içinde ve yurt dışında kan seylâpları meydana getiren bu zâlimlerin, bu gaddarların ve bu hattarların hidayetlerini murad buyuruyorsan, en yakın zamanda bunların kalblerine hidayetini salıver; gönül kapılarını imana ve İslam’a aç. Şayet onlar Senin nurundan bütün bütün nasipsiz kimselerse, ey bizi insanlığa çağırmak için kitap indiren Allahım, ey bulutları harekete geçirip semanın bağrından rahmet boşaltarak kupkuru çölleri cennetlere çeviren Allahım, ey en güçlü orduları hezimete uğratan Allahım, din düşmanlarına bozgun yaşat; altlarını üstlerine getir, onları birbirlerine düşür, birliklerini paramparça eyle ve emellerine ulaştırma; zâlimlere karşı bize nusrette bulun, yardımını üzerimizden eksik eyleme!”
Allahım,
Bize ve bütün müslümanlara yardımcı ol; hizlanımızı isteyenleri, rezil rüsvâ ve perişan olmamızı arzu edenleri, bu istikamette komplolar düzenleyenleri hüsrana uğrat! İki ellerini bir araya getirme, onları muvaffak eyleme!” diyorum.. diyorum ama her defasında bu duamı şarta bağlıyor; önce onlar hakkında bile hidayet duasında bulunuyorum. Sonra da, “Allahım, şayet onlar mahrum ve nasipsiz kimselerse, hiç olmazsa bizi onların zulümlerinden muhafaza buyur; üzerlerinde baskını artırdıkça artır; silahlarını başlarında parçala; ellerini ayaklarını birbirine dolaştır; kalemle tecavüz edenlerin kalemlerini kır; müslümanlara sövüp sayanların dillerini ebkem kıl.. zâlimleri gaye-i hayallerine ulaştırma ve onlara karşı bize yardımcı ol!..”
O halde, bu şerefli Söz’ü (Kur’ân) yalanlayanla Beni başbaşa bırak. Öylelerini bilmedikleri, farkına varmadıkları yerden derece derece helâke sürükleyeceğiz.” (Kalem, 68/44) buyurduğun gibi, “Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Onların bütününden Allah’a sığınıyoruz. Allah’ım o şerirlerin tamamını Sana havale ediyoruz. Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Allah’ım hepsini Sana havale ediyoruz. Ey âlemlerin yegane Rabbi, Rabbimiz!..”
Allahım,
akıbet açısından hayırlı olan dualarımızı kabul buyur; bizi emel ve ümitlerimizde hüsrana uğratma. İnsî ve cinnî hasımlarımızı da Sana havale ediyoruz, düşmanlık yapanların haklarından gel.
Rızâna erme konusunda ilerlemeye çalıştığımız yolu kesen gulyabanileri ve bizlere düşmanlık besleyenleri Sana havale ediyoruz, onların haklarından gel!
Onların, kötü emellerine ulaşmalarına, bizimle Rızan arasına girmelerine fırsat verme!
Ey Celâl ve ikram sahibi “Zü’l-celali ve’l-İkram”!
Celâlinle onlara tecelli et ve planlarını akim bırak, bizlere de ikramınla tecelli buyur ve nimetlerinle bizleri serfiraz kıl.
Rabbimiz!
İlminin ihatası vüs’atinde ve malumatının sonsuzluğu adedince Efendimize, güzide âline ve karanlıkta birer kandil mesabesindeki hayırhâh ashabına salat u selam eyle..
***
[1] SIZINTI EYLÜL 2005 BAŞYAZI _ HASET
[2] ÇAĞ VE NESİL SERİSİ-SÜKUTUN ÇIĞLIKLARI _ PARANOYA İHTİYACI
[3] KIRIK TESTİ SERİSİ-ÜMİT BURCU _ YEMİNLEŞELİM Mİ
[4] PRİZMA-KENDİ İKLİMİMİZ _ BEDDUA VE ALLAH’A HAVALE ETMEK
[5] ÖRNEKLERİ KENDİNDEN BİR HAREKET- KAOS, İMTİHAN VE ÜMİT
[6] KIRIK TESTİ-DİRİLİŞ ÇAĞRISI_ SÖZÜN BİTTİĞİNİ AN…