APAÇIK FETİH”

KUR’AN OKUMALARI :

FETİH SURESİ (48/ 1.-18.-19. AYETLER)

S.Y. MEALİ FETİH S.1 – Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik.

[Bu fetih, Hudeybiye anlaşmasıdır. Müslümanların bir kısmı bunun zafer olacağı konusunu iyi anlayamadıkları için Hz. Peygambere: “Ya Resulallah bu zafer midir?” diye sorunca, O yemin ederek zafer olduğunu bildirmişti. Fakat uzun zaman geçmeden, bu konuda kimsenin tereddüdü kalmadı. Abdullah İbn Mes’ud gibi bazı ashabdan, şu söz nakledilmiştir: “Halk Mekke’nin fethine zafer diyor, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye anlaşmasını kabul ediyoruz.” (Buharî). Tâbiin imamlarından Zührî der ki: “İslâm tarihinde Hudeybiye zaferinden önceki hiçbir fetih, onun kadar büyük değildir. (…) Bundan sonraki iki yıl içinde İslâm’a girenlerin sayısı, o zamana kadar (19 yıl boyunca) Müslüman olanlarınkine ulaştı, hatta onu da geçti.” (Buharî Şerhi Fethu’l-Barî;İbn Hişam)]

A.Ü MEALİ FETİH S.1Biz sana, (başka zaferlere açılacak bir kapı olarak) apaçık bir zafer ihsan ettik.[1]

[1]

Bu apaçık zafer, Hudeybiye Anlaşması’dır. Hendek Savaşı’nın (bkn: Ahzâb Sûresi/33: 9–25, not 7–12) ardından Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm ashabına, yakında Mekke’deki Mescid- i Haram’a gireceklerini (rüyasında) gördüğünü söylemişti. Bu da, bilhassa Muhacirleri çok sevindirmişti. Nihayet Allah Rasûlü, ihrama girmiş 1400 ashabıyla birlikte Kâbe’yi ziyaret için yola çıktı.

Allah Rasûlü’nün hareketini haber alan Kureyşliler silahlandılar ve Mekke dışındaki komşu kabileleri de silahlandırdılar. Müslümanlar, Mekke’nin 12 mil dışındaki Hudeybiye mevkiinde durdu ve burada karşılıklı heyet teatileri başladı.

Son olarak Allah Rasûlü Mekke’ye, Kureyş arasında kuvvetli akrabaları bulunan Hz. Osman ibn Affan’ı gönderdi. Hz. Osman (r.a.) sadece görüşmelerde bulunmak üzere gelmiş olmasına rağmen, Kureyş O’nu tutukladı. Hz. Osman beklenen vakitte dönmediği gibi, bir de öldürüldüğü şayiası çıkınca Allah Rasûlü (s.a.s.) bir ağacın altında oturarak, sonuna kadar savaşacaklarına dair ashabından biat aldı.

Bu gergin anda uzaktan bir toz bulutu kalktı. Süheyl ibn Amr başkanlığında bir Mekke heyeti geliyordu. Görüşmelerin ardından bir anlaşma imzalandı.

Anlaşmaya göre, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm ve ashabı, o yıl değil, ertesi yıl Kâbe’yi ziyaret edecek ve 3 gün sürecek bu ziyaret esnasında Mekkeliler Mekke’yi boşaltacaklardı. İki taraf arasında 10 yıl savaş olmayacaktı ve çevre kabileler, Medine ve Mekke’den hangisini isterlerse onunla ittifak edebileceklerdi. 10 yıllık ateşkes süresi içinde Mekke’den Müslüman olanlar Medine’ye alınmayacak, fakat Müslümanlar içinde irtidat edip Mekke’ye dönecek olursa, bunlar Mekke’ye kabul edilecekti. Bilhassa mütekabiliyet üzerine oturmayan bu son madde, Müslümanlara çok ağır gelmiş olmakla birlikte, çok da önemli değildi. Çünkü Medine’deki muhacir Müslümanlar arasında irtidat ihtimal dahilinde bulunmuyordu. Hattâ, böyle bir gerekçeyle Allah Rasûlü Mekke içine casus bile gönderebilirdi.

Kur’ân, bu anlaşmanın akabinde inen bu sûrede anlaşmayı, başka zaferlere kapı açacak apaçık bir zafer olarak nitelemiş, gerçekten de gelişen hadiseler onun böyle olduğunu göstermiştir. Çünkü:

Bu anlaşmayla Kureyş, uzun muhalefet ve savaş yıllarından sonra Medine’yi ayrı bir devlet, ayrı bir güç olarak kabul etmiş oluyordu. Kureyş’in Medine’yi kendine denk bir güç olarak kabul etmesiyle çevre kabilelerde ihtidalar ve Medine’ye göçte büyük artış oldu.

Kureyş içinde pek çokları Allah Rasûlü’nü ve İslâm’ı barış halinde yeniden düşünme imkânı buldular ve gerek siyasî, gerekse askerî dehalarıyla dönemin önde gelen şahsiyetlerinden olan Halid ibn Velid, Amr ibn Âs ve Osman ibn Talha, bu ateşkes döneminde İslâm’ı kabul ve Medine’ye hicret ettiler.

Kureyş, Kâbe’yi kendi özel mülkü gibi görüyor ve orayı ziyarete gelenlerden mutlaka para alıyordu. Müslümanlara bu şartı koşmamakla Kâbe üzerindeki tekelini farkına varmadan kaldırmış oldu. Böylece çevre halk, Kureyş’in Kâbe üzerinde bir mülkiyet hakkı olmadığını öğrendi.

O dönemde Mekke’de oturan Müslüman erkek ve kadınlar vardı. Bunların kimlikleri genellikle bilinmiyordu ve Medine’ye hicret etme imkânı da bulamamışlardı. Bazıları ise, Medine’nin casusları olarak Mekke’de kalıyorlardı. Eğer anlaşma yerine Mekke’nin hareminde bir savaş olmuş olsaydı, savaşı kazanacak bir Müslüman ordusu, bilmeden bunları da öldürebilirdi.

Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, ertesi yıl ashabıyla birlikte umre yaptı. Bir önceki yıl yapılamayan umrenin kazası olduğu için Umretü’l-Kaza (Kaza Umresi) olarak anılan bu umre süresince Mekkeliler civar dağlara çekildiler ve Müslümanları gözlediler. Kâbe ve çevresinde serbestçe Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah sesleri çınladı. Mekkeliler, böylece Müslümanların gücünü de görme imkânı buldular. Bu hadise, esasen Rasûlüllah’ın gördüğü rüyanın gerçekleşmesi demekti.

Ateşkes, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm’a diğer önemli meselelerle daha rahat meşgul olma fırsatı tanıdı. Komşu ve daha başka kabileler,İslâm’ın gittikçe büyüyen gücünden etkileniyorlardı. Bu süre içinde Allah Rasûlü, yakın–uzak krallara, kabile şeflerine mektuplar gönderdi ve onları İslâm’a davet etti.

Müslümanlar, Arabistan’ın her tarafına dağıldılar ve İslâm’ı tebliğ ettiler. Allah Rasûlü’nün risaletinin başladığı tarihten Hudeybiye Anlaşması’na kadar geçen 19 yıl içinde, ancak birkaç bin insan Müslüman olmuştu. Fakat, anlaşmanın üzerinden geçen 2 yıl içinde 5000’den fazla kişi İslâm’ı kabul etti.

Ateşkes süresi içinde Müslümanlar, Hayber’in fethi gibi daha başka önemli zaferler kazandılar. Müslümanlar, anlaşmanın şartlarına titizlikle uydular. Fakat Mekkeliler uymadılar. Kendileriyle ittifak anlaşması yapan Benû Bekir (Bekir Oğulları) kabilesi, Medine ile anlaşan Benû Hudaa üzerine saldırdı. Bunun üzerine 629 aralığında, anlaşmadan iki yıl sonra, Allah Rasûlü 10.000 kişilik ordusuyla Mekke üzerine yürüdü ve şehri kan dökülmeden teslim aldı. Kâbe putlardan temizlendi ve takip eden birkaç gün içinde hemen hemen bütün Mekkeliler Müslüman oldular.

Netice olarak, bu âyet, Kur’ân’ın mucizelerinden biri olduğunu gösterdi. 

S.Y. MEALİ FETİH S.18-19Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları hemen yakında gerçekleşen bir zaferle ve alacakları birçok ganimetle mükâfatlandırdı. Allah azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).

[Allah Teâlâ o ağacın altında biat eden 1400 kadar sahabîden razı olduğunu açıkça bildirmektedir. Bunların imanı o derece kuvvetli ve savaş hazırlığından o kadar uzak idiler ki, hallerine bakan kimse, umre için giydikleri ihramı kefen olarak giydiklerine hükmederdi. Onlardan râzı olduğunu bildiren Allah, elbette onların istikballerini de bilerek böyle buyurmuştu. Şîa ve Havariç fırkalarının onları dinden dönme ile suçlamaları, sadece kendilerine zarar verir. Söz konusu ağacı ziyaret edenler zuhur edince Hz. Ömer (r.a.)’ın onu kestirdiği nakledilir.]

A.Ü MEALİ FETİH S.18 – .Muhakkak ki Allah, o ağacın altında sana biat ettikleri zaman mü’minlerden razı oldu. Onların kalblerindeki (ihlâs, temiz niyet ve Allah davasına içten bağlılığı) gördü; bu sebeple onların üzerine sekine (iç huzur ve güven kaynağı olan rahmetini) indirdi ve onları yakında gerçekleşecek bir fetihle mükâfatlandırdı;

A.Ü MEALİ FETİH S.19 – Ayrıca, alacakları pek çok ganimetle de.[12] Allah, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir, Hakîm (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan)dır.

[12]

Âyet, Hudeybiye’de 1400 Müslüman’ın Allah Rasûlü’ne yaptığı biata temas etmektedir. Yukarıda birinci notta değinildiği üzere, Mekke’ye elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın şehit edildiği şayiası çıkınca Allah Rasûlü (s.a.s.), Hudeybiye’de bulunan ağaç altında, kendilerini sonuna kadar savunacaklarına dair mü’minlerden biat aldı.

Onlar, esasen Umre için gelmişlerdi ve savaşmak niyetinde değildiler. Beklemedikleri bir tepkiyle karşılaşmışlardı ve o anda hem bizzat varlıkları, hem de o ana kadar uğrunda mücadele edip, pek çok sıkıntıya katlandıkları, pek çok da şehit verdikleri davaları tehdit altında idi.

Fakat en küçük bir yılgınlık göstermeden Allah Rasûlü’nün etrafında tek bir vücut halinde kenetlendiler. Allah’ın dinine hizmet etmek ve O’nun rızasını kazanmaktan başka gayeleri yoktu. Allah, bu halis niyetleri ve Rasûlü’nün biat davetine gönülden icabet etmeleri sebebiyle onlardan razı oldu ve kendilerine peş peşe zafer kapıları açtı. Önceki âyette sözü edilen fetih Hayber’in fethi, bu âyette bahsi geçen ganimetler de bu fetihte elde edilecek ganimetlerdir.

 

PIRLANTA SERİSİ / ALLAH YOLUNDA CİHAD

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI ve MA’NÂSI:

Bazen küçücük hadiseler bile şok tesiri yapar, hissiyatı harekete geçirir, galeyana getirir. Öyle adımlar atar, fevrî hareketlerde bulunuruz ki, İslâm adına büyük cinayetler işlemiş oluruz. Yakın tarih bunun sayısız misalleriyle doludur. Meseleyi bütün canlılığı ile görebilmek ve asrımızda cereyan eden hadiseleri o şuurla takip edebilmek için, Hudeybiye antlaşması üzerinde duracağım.

Allah, Resûlü’nün işlerini, kâinatta cereyan eden maddî kanunla yürütüyor, sebeplere müracaat ettiriyordu. Her işini, mucize olarak yaptırmıyor; numune, ibret ve ders almamız için dünyevî kanunlara tâbi kılıyordu. Bizim geçmemiz gereken yollardan Resûlü’nü de geçiriyor, gönderdiği Resûl ile bize ders veriyor, karşınızdaki kuvvet büyükse, onlarla anlaşacaksınız diyordu.

Allah Resûlü ile beşyüz kadar Ashabı, hacc maksadıyla, Hudeybiye’ye gelmişlerdi. Yanlarında sadece basit birer kılıç vardı. Muharebe ve mücadele yapmayı düşünmemişlerdi. Müşrikler ise baştan aşağıya silahlı ve zırhlı vaziyette, bütün batarya imkanlarıyla ve kuvvetleriyle karşılarına dikildiler. Bu durumdaki müşrikler, hacc maksadıyla silahsız olarak Hudeybiye’ye gelen Peygamberimiz’e çok ağır bir anlaşma teklif ettiler.Sadece bir maddesi şöyleydi: “Müşriklerden müslümanların saflarına geçecek erkekler iade edilecek.” Müslüman olmuş ve Resûlullah’a iltica etmiş her erkek kâfirlere iade edilecekti. Resûlullah: “Bu olmaz!” dedi. Kâfirlerin murahhası Süheyl ise: “Bu olmazsa anlaşma da olmaz. Kılıçlarımızla üzerinize geliriz” diyerek diretti. Allah Resûlü ısrar edince, Süheyl”de direnerek “Ben imza atmıyorum” dedi. Resûlullah çar-nacar maddeyi kabul etti. Tam anlaşmanın imzalanacağı an, Süheyl’in oğlu Cendel kanlar içinde ve ayağındaki zincirlerin şakırdısıyla kendini Allah Resulü’nün huzuruna attı. Onsekiz-yirmi yaşında müslüman olmuştu. Babası tarafından zincire vurulup, her öğünde yemek yerine, sopa yemiş, Mekke’nin çilesini çekmişti: “Merhamet Ya Resûlallah!” dedi. Vücudundaki mızrak, zincir, kırbaç, sopa yaralarını gösterdi. Allah Resûlü: “Ahidname daha imzalanmamıştır. Ben bunu alıkoyacağım” deyince, Süheyl de: “Oğlumu alıkorsan ben de imza atmam buraya” dedi. Bunun üzerine Resûlullah: “Pekâla. Cendel git! Allah seni ve seninle beraber bütün mazlumları kurtaracak. İslâm’ın atisi için benim böyle hareket etmem lâzım” dedi. Ashab-ı Kiram’ın hepsi kılıçlarını yarıya kadar çektiler. “Ya Resûlallah! Olmaz bu”! dediler. Ömer o kadar galeyana gelmişti ki, Allah Resûlü ile şöyle muhavere etti:

-“Ya Resûlallah, Sen bize vadetmedin ki, Kâbe’yi ziyaret edeceğiz.”

-“Ben Allah’ın dediğinden başkasını yapmam.”

-“Ya Resûlallah, sen Allah’ın peygamberi değil misin?”

-“Allah’ın Peygamberiyim. Fakat ben Allah’ın dediğinden başka şey yapmam.”

-“Ya Resulallah! Sen Allah’ın Peygamberi değil misin?”

-“Allah’ın Peygamberiyim, ama ben Allah’a isyan etmem.”(60)

Bir genç müslüman olmuş. Yaraları, zincirleri ve ızdırabıyla Allah Resûlü’nün huzuruna gelmişti. O’nu takip edecekler de vardı. Hissiyatların galeyana geldiği bir andı. Ömer’in, Cendel’in geriye gönderilmesini kabul etmesi çok zordu. Allah’ın Resûlü Cendel’i geri çevirdi. Cendel yaralıydı. Kalkacak, yürüyecek dermanı da yoktu. Ama Resûlullah’ın emrine ittiba ediyordu.Sürüne sürüne ve acı içinde Mekke’ye doğru giderken de Resûlullah’a tebessümle bakıyor: “Sadece emrettiğin için gidiyorum Ya Resûlullah. Ama yine geleceğim” diyordu.

Allah Resûlü içinin parçalanmasına rağmen, İslâm’ın atisi ve teâlisi için yüreğine taş basıp Ebu Cendel’i geri çevirmişti. Biraz sonra, hacc için gelmiş ve ihrama girmiş olan Ashabına emir buyurdu. “Herkes kurbanını kessin, ihramdan çıksın.” Mik’at hudutlarına girmişlerdi. Kâbe’yi ziyaret etmeleri gerekiyordu. Fakat mahsur kalmışlar, gidemiyorlardı. Ashab Resûlullah’ın ihramdan çıkma ve kurban kesme emrini dinlemedi. Resûlulah tekrar ferman etti: “Herkes ihramdan çıksın ve kurban kessin.” Ashab dinlemedi. Çünkü o anda hissiyat hakimdi. Resûlullah belki vazgeçip bize ferman eder: “Yürüyün Kâbe’ye” der. Biz de gider Kâbe’yi putperestlerden temizleriz. Bu yolda ölür, Cendel ve emsali mü’minleri kurtarırız, şeklinde düşünüyorlardı. Resûlullah üçüncü defa emretmeye hazırlanırken Ezvac-ı Tahirat’ından Ümm-ü Seleme yaklaştı: “Söyleme Ya Resûlallah! Söyleme. Dinlemezler Ya Resûlallah. Dinlemezler de Allah kahreder onları. Sen kurbanlarını kes,ihramdan çık. O’nlar ne yaparlarsa yapsınlar” dedi. Allah Resûlü yaşı sayısınca kurbanlarını kesti. Ashab-ı Kiram da kararın Allah’ın kararı olduğunu anladıkları an kurbanlarını kestiler.

Medine-i Münevvere’ye dönerlerken Fetih Suresi nazil oldu. Allah: “Habib-i Zişan’ım sana apaçık fetih ihsan ettik”(6) buyuruyordu. Peygamberimiz Ömer’i çağırıp sureyi okuduğu zaman Ömer: “Fetih neresinde bunun Ya Resûlallah?Şu müzmehil dönüş fetih midir, Ya Resûlallah? dedi.

Fakat bir-iki sene gibi kısa bir zaman sonra Mekke’den gelip dehalet edenlerin o zamana kadar ki müslümanlardan daha çok olması, Ömer’i derin bir nedamete boğdu. Yüzlerce kurban kesti. Köleler azad etti. Ağladı, sızladı, Allah Resûlü’ne karşı muhalefetine affını istedi.

İslâm Allah Resûlü’nün ferman ettiği gibi mutlak fütühatı buldu. Ebu Cendel, Kızıldeniz’in kenarında Zümirre mıntıkasındaki yeri tuttu. Bütün mücahitler oraya gelip bir cemaat hâlinde isbat-ı vücud ettiler. Allah Resûlü’nün, sakalsız, bıyıksız bu genç cemaati, o devrin Nesl-i Cedid’iydiler. Küfrün temsilcisi babalarına isyan etmişler, annelerinden kaçmışlar, kardeşlerinden ayrılmışlardı. Hayatın kendilerine güldüğü çağlarda, dünyanın ve gençliğin cazibelerine küsmüşlerdi. Zevk ve safa çağlarında, seve seve izdırap ve çile gömleğini giymişlerdi.

Bu genç müslümanlar müşrikleri tehdit etmeye başlayınca, müşrikler Resûlullah’a müracaat ederek, “Al şunları Medine’ye. Bizi kurtar, Ya Muhammed?” dediler. Resûllullah’ın gençler ordusu Medine’ye geldiği zaman Hudeybiye’de Resûlullah’ın ilk emrinde kurban kesmeyen müslümanlar teessür ve hicabla başlarını eğdiler, nedametle Allah’a istiğfar ettiler.(62)

Bir miktar tuurumuz, ölmemiş kâlbimiz, işleyen letaifimiz varsa Devr-i saadet tablolarında, kıyamete kadar cereyan edecek, bütün hadiseleri ana hatları ve nirengi noktalarıyla müşahede edebiliriz. Biz de sinirlerimizi geren, Kur’ân’a isyan edecek hâle getiren hadiselere şahit olduğumuzda, o hadiseleri metanet ve soğukkanlılıkla karşılamalıyız. Asıl meselenin îman kâlplere yerleşmesi olduğunu düşünerek, gerçek cihadın iman ve sabır telkini olduğunu hatırlamalıyız. Kılıç ile cihadın ikinci, üçüncü derecede bir cihad vasfına haiz olduğunu idrâk ederek, mücahede ve mücadele etmeliyiz.

— 

PIRLANTA SERİSİ / HUDEYBİYE’NİN GETİRDİKLERİ

 Ne getirdi Hudeybiye? Allah Resûlü bir sulh yapmıştı, bu sulh Müslümanlara ne kazandırdı?

1. İslâm’a Koşanlar

Evvelâ, bu sulh döneminde İslâm’ın Kılıcı Halid b. Velid (radıyallâhu anh) Müslüman oldu.

Halid b. Velid, harplerde dize getirilecek bir insan değildi.. olmamalıydı da… İlerde İslâmî izzete dönüşecek gurur mevcudiyetini devam ettirdiği sürece, kılıç zoruyla İslâm’a girmesi imkânsızdı. Ayrıca, istikbalin bu eşsiz kumandanını, Cenâb-ı Hak, lütfuyla korumuş ve onun, izzetiyle İslâm’a girmesine zemin hazırlamıştı. Eğer böyle bir sulh dönemi olmasaydı, Halid’in buzları nasıl eriyecekti!

Nitekim, Mekke’de yapacak iş kalmayınca Halid, evet o kavgacı insan, hiç olmazsa biraz düşünme fırsatı bulmuştu. Hudeybiye’de Müslümanların zâhiren mağdur edilmeleri ve ikinci sene gelip yaptıkları umrenin hâl ve keyfiyeti, Halid ve Halid gibi düşünenleri derinden derine tesiri altına almıştı. Evet, sulh dönemi, onun için de bir durulma dönemi oldu. Ve bir müddet sonra da gelip Allah Resûlü’ne teslim olduğunu ilan etti.171 Bu teslimiyet de onun “Seyfullah” olmasını netice verdi. Ve zaten, Allah Resûlü bu neticeyi beklemekteydi. Amr İbn Âs (radıyallâhu anh) da bu dönemde Müslüman olanlardandır.172 Hudeybiye musalahasıyla gelen bu monoton, bu ülfet dolu hayat, bu yiğitleri, bu kahramanları ve harp meydanlarının küheylanlarını bıktırdı.. bıktırdı; gelip aksiyon cephesini seçtiler ve Allah Resûlü’nün tarafına geçtiler…

Osman b. Talha (radıyallâhu anh) da bu dönemde kazanılan büyüklerdendir. Osman b. Talha (radıyallâhu anh), hayatı boyunca Beytullah’ın anahtarını taşımış ve daha sonra da Allah Resûlü o anahtarları yine ona vermişti.173 İsimleri geçen bu şahıslar, askerî ve siyasî dehalarıyla, ordular bozan insanlardı. İşte bu insanlar, sulh döneminin yumuşak ikliminde ancak kendilerini idrak edebilmişlerdi.174

2. Kâbe Kimsenin Tekelinde Olamaz

İkincisi: O güne kadar Kureyş, her şeye tepeden bakıyordu: “Beytullah bizim.” diyor ve hiç kimseyi yanına sokmuyorlardı. Gelen herkes bâc ödüyor ve Kâbe’yi öyle ziyaret edebiliyordu. Aksi hâlde, Beytullah’ı ziyaretleri mümkün değildi.

Hâlbuki Allah Resûlü’yle yapılan anlaşmada böyle bir şart ileri sürülmemişti ki, bu da Kureyş adına çok büyük bir hata ve çok büyük bir atlamaydı. Müslümanlar ertesi yıl Kâbe’yi bâc ödemeden tavaf edince175 diğer kavim ve kabilelerde bir uyanma oldu. Demek ki Kureyş, Kâbe’nin yegâne sahibi değildi. Öyle olsaydı, Medine’den gelen Müslümanlar, vergi ödemeden Kâbe’yi nasıl ziyaret edebilirlerdi? O hâlde kendileri niçin böyle bir hakka sahip olmasınlardı ki!

İşte herkeste bu fikir uyanmış ve Kureyşlilerin resmen, Kâbe’nin tek hâkimi olmadıkları ortaya çıkmış oluyordu. Böylece, daha sonraki yıllarda, herkes herhangi bir şeye takılmadan gelip Kâbe’yi ziyaret edecek ve şeâiri haykırabilecekti.

3. Hizmet Sulh Atmosferinde Olur

Üçüncüsü: Sulh ile, Kureyş gailesinin olmayacağı on sene garanti altına alınmış oluyordu. Bu on senelik zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Resûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadası’nda İslâm’ın sesinin duyulması demekti.

Evet artık her yerde Kur’ân sesi yükseliyor ve herkes İslâm dinine koşuyordu. Kur’ân-ı Kerim’in: يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللّٰهِ أَفْوَاجاً “Fevç fevç Allah’ın dinine girerler.”176 diye müjdelediği an işte bu andı. 10 sene, yeni bir neslin yetişmesi demekti. Kureyş, Müslümanlara nasıl bir fırsat verdiğinin farkında değildi. Farkında olsalardı, böyle bir anlaşmaya asla yanaşmazlardı. Bu zaman diliminde Müslümanlar hem keyfiyet hem de kemmiyet plânında epey mesafe katettiler. İslâm’a yeni dehaletler, bir taraftan ümidi, diğer taraftan da askerî gücü artırıyordu. İşte bu güç ile Müslümanlar bir gün Mekke’nin kapısına dayanınca Kureyş’in yapacak hiçbir şeyi kalmayacaktı.

4. Sulhta İslâm’la Tanıştılar

Dördüncüsü: Bu sulhün kazandırdığı ayrı bir avantaj da, Hudeybiye anlaşmasına kadar, iki taraftan birbirine gidip gelme olmuyordu. Karşılaşmalar hep kılıçların konuştuğu meydanlarda vuku buluyordu. Harp psikolojisi içinde, İslâmî hakikatleri karşı tarafa anlatmak da mümkün değildi. Sulh sebebiyle gidip gelmeler oldu. O güne kadar İslâm’a ait güzelliklerden habersiz yaşayanlar gidip gördüklerinde, bu güzellikler karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı… Medine’de yaşanan hayat, Cennet hayatından farksızdı.. ve onu gören büyüleniyordu. Abdest, ezan, cemaatle kılınan namaz ve o insanların namazdaki huşû ve hudûları, Mekkelilerin gönlünü, baş döndürücü bir cazibeyle kendine çekiyordu. Hudeybiye sulhü sayesinde, içine İslâm’ın sesinin, soluğunun ve Kur’ân mesajının girmediği hemen hiçbir ev kalmamıştı. Ebû Cehil’in evinde bile eğer, o güne kadar yaşasaydı, tek başına sadece kendisi kalacaktı. Onun için Hudeybiye, Mekke fethinden evvel bir fetihti.

Evet, Allah Resûlü, bir adım atarken, nasıl attığını çok iyi biliyordu. Nazarının ulaştığı yere ayağını da koyuyordu. Nazar ve ayak bütünlüğü içinde hâdiselerin üstesinden geliyor ve problemleri bir bir çözüyordu.

5. İslâm Resmen Tanınmaya Başlandı

Beşincisi: Bütün kavim ve kabileler bu sulh sebebiyle, Efendimiz ve O’nun temsil ettiği site devletinin, sağla-solla mukavele ve anlaşma yapabilecek bir devlet hüviyetinde olduğunu kabullenmeye başlamışlardı. Günümüzde nasıl, yeni kurulan veya bağımsızlığını ilan eden devletler, diğer devletlerin onları devlet olarak tanımalarıyla meşruiyet kazanıyor ve bunu devletlerarası münasebetlerinde bir referans olarak kullanıyor; öyle de Allah Resûlü onlarla böyle bir mukavele akdettiğinden dolayı tanınmış oluyordu. O’nu Kureyş tanıyınca Taifli niye tanımayacaktı ki? Evet, tanımalar, birbirini takip etti.

İşte Allah Resûlü, Hudeybiye gibi en ağır şartlar altında imza attığı bir anlaşmadan, böyle iç içe fetihler çıkaran harika bir insandı. Hiç düşünmeden, hemen karar vermek zorunda kaldığı bir atmosfer içinde, hiç akla ve hayale gelmeyen böylesi bir fethin zeminini hazırlayabilme, hiç şüphesiz beşer düşünce sınırlarını aşan ve mucize diyebileceğimiz bir muvaffakiyetti ki, bu da O’nun hak peygamber olduğuna en canlı bir şahittir. Zira hiçbir beşerin, ne kadar dâhi de olsa, böyle zâhiren hezimet gibi görülen bir anlaşmadan, bu şekilde bir fethe ulaşabilmesi görülmemiştir. Çünkü böyle bir başarı beşer takatini aşan bir güç, bir irade ve bir ilme vâbestedir.

6. Arkasında Allah Vardı

Evet, O’nun çözdüğü problemlere bakınca, O’nun arkasında bütün varlığa hükmeden Sonsuz Kudret’i görmemek mümkün değildir.

Ayrıca, O’nun, bu Kafdağı’ndan ağır meselelerin altından rahatlıkla kalkmasının arkasında, Kudret Eli’ni, O’nun sıyanetini, riayetini, hıfzını, himayesini ve O’nu korumasını, “Bu benim Peygamberimdir.” demesini görüyor ve bütün benliğimizle coşarak “Muhammedün Resûlullah” (sallallâhu aleyhi ve sellem) diye haykırıyoruz.

Evet, Allah Resûlü karar verirken çok hızlı karar veriyor.. bu hızlı karar için de işin içine girebiliyor.. ve içine girdiği her işin de üstesinden gelebiliyor. Evet, nasıl oluyor da O’nun hayatında -siyer şahitbir kerecik olsun tamir isteyen bir davranışa rastlamıyoruz, hatta başkalarına göre hezimet, mağlubiyet, sarsıntı durumlarında bile, işin bir kenarından tutar-tutmaz o hezimetten bir zafer çıkarabiliyor ve kendi hesabına idbârları ikbâl yapabiliyor!

Evet, mağlubiyetler, O’nun elinde muvaffakiyete inkılâp ediyor, hezimetler de zafere dönüşüyor.. ve bozgunlar, O’nun sayesinde, fütûhat şeklinde arz-ı endam etmeye başlıyordu.. O, âdeta eşyanın akışına, tabiatına, fıtratına zıt, ayrı bir akış, ayrı bir tabiat, ayrı bir fıtrat meydana getiriyordu.

Oysaki bunlar Allah’a (celle celâluhu) ait şeylerdi: وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de sizin işinizi de yaratan Allah’tır.”177 Allah (celle celâluhu), en ekmel, en eşref, en efdal mahlukunun eliyle kendi işlerini yaratıyor… Niçin yaratıyor?: “Bu benim kulum, bu benim peygamberim, bilesiniz.” demek için ve: “Bilesiniz ki, Ben, her şeyde O’nu destekliyorum. Siz milyonlar, milyarlar olsanız;

O Benim biricik kulum da bir tane olsa yine hepinize galebe çalacaktır. Neden? Çünkü Ben O’nu, nezdimdeki bütün kuvvet hazineleriyle destekliyorum. لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إلاَّ بِاللّٰهِ O’nun arkasında Ben varım ve hiç kimse unutmamalıdır ki, arkasında Allah’ın (celle celâluhu) bulunduğu Zât’a karşı ilan-ı harp etmek, Allah’a (celle celâluhu) karşı ilan-ı harp etmek demektir.”

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mağlup olmadı, mağlup olmayacak. O’nu mağlup etme sevdasında olanlar, akıllarıyla zıtlaşıyor, kalbleriyle de ters düşüyorlar demektir. Daha doğrusu, kendilerini olmazların kuruntularına salmış bahtsızlardır. Böylelerini Allah, ırgalar, sinyaller verir, ikaz eder, “Kendinize gelin, ey haddini bilmezler!” der.. bütün bunlardan bir şey anlamayınca da derdest eder ve işlerini bitirir.

Evet, Hz. Muhammed’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) muharebe yapılmaz, O’na karşı çıkılmaz. Müeyyidi Allah’tır (celle celâluhu) O’nun. Hatta bir yerde O’nun biricik Hâmisi, zevcelerinin dahi küçük bir tavır almalarına karşı, O’nu teselli sadedinde mealen buyuruyor ki “Allah senin arkandadır, melekler senin arkandadır.”178 Yani semavatın bütün ruhanî sekenesi seni teyit etmektedir. Senin orduların bunlar olunca, artık milyonlarla, milyarlarla sana karşı çıkılmaz ki! Karşı çıkan kafasını sert bir yere çarpıp kendi kafasını parçalamış olur.

Evet, Allah (celle celâluhu) belki imhal eder, ötede herhangi bir itiraz ve mazeretleri kalmasın diye, onlara on defa, yirmi defa, otuz defa mehil verebilir ve âdeta onlara şöyle der: “Görün, anlayın, doğru yola gelin, ahirette itirazınız kalmasın.” Ama, hadisin ifadesiyle, “Bir kere de yakaladı mı artık iflah etmez.”179

DİPNOTLAR

171 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 4/252; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/240.

172 Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 2/146; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/238.

173 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/137; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/371.

174 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 4/252; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 4/238.

175 İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 4/12.

176 Nasr sûresi, 110/2.

177 Sâffât sûresi, 37/96.

178 Tahrîm sûresi, 66/4.

179 Buhârî, tefsir (11) 5; Müslim, birr 61.