RAHMANIN HAS KULLARI”

KUR’AN OKUMALARI :

FURKAN SURESİ (25 / 63-77 AYETLER)

Furkan sûresinin son kısmı bu dini benimseyen “Rahman’ın hâs kulları” nın faziletli hayat programlarını vermektedir.

*** 

SUAT YILDIRIM MEALİ FURKAN 63Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler. 

[=Zorba, mağrur, saygısız, kaba ve haşin değil, sükûnet ve vakar ile, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Etrafa sıkıntı vermezler. Cahillik edenlere çatmaya tenezzül etmezler.]

A.Ü MEALİ FURKAN 63Rahmân’ın kulları o kimselerdir ki, yerde mütevazı ve nazik hareket eder, yol bilmez cahiller (cehalet ve karakterlerinden kaynaklanan bir tarzda) onlara muhatap olduğunda, onlara sağlık ve selâmet dileyerek geçip giderler.

PIRLANTA SERİSİ/İKİNDİ YAĞMURLARI/ Ciddiyetin ve Mizahın Bizcesi

Aslında, bir Müslüman her işinde ve her zaman ciddî olmalıdır. Ne var ki, ciddiyet ve vakarın kibre dönüşmemesi, ciddî ve vakur bir insanın aynı zamanda mütevazi (alçak gönüllü) olması gerekir. Kur’an-ı Kerim, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” der geçer giderler.” (Furkan, 25/63) sözleriyle hakiki mü’minleri anlatır ve onların yürürken dahi sükûnet ve vakar ile hareket ettiklerini; terbiyeli, nazik ve alçak gönüllü olduklarını; cahillere çatmaya tenezzül etmediklerini ve asla mağrur, saygısız, kaba ve haşin davranmadıklarını nazara verir.

Diğer taraftan, mü’minlerin, ciddiyeti bir adım öne çıkarıp tevazuyu onun arkasında tutacakları ya da ciddiyeti tevazunun bir adım gerisine alacakları yerler ve durumlar da vardır. Bediüzzaman hazretleri bu hususa dikkat çeker ve “Meselâ, bir ulü’l-emrin (idarecinin), makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.” der. Sonra da bu sözlerini şerh sadedinde, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit makamın izzetini muhafaza edecek tavırlar içinde olması ve vakarını koruması gerektiğini; onun her ziyaretçi için tevazu göstermesinin tezellül ve makamı tenzil olacağını; fakat kendi evindeyken, ne kadar mütevazi davranırsa davransın bunun ona daha çok yakışacağını, aksine aile fertlerine karşı vakarın tekebbür sayılacağını ifade eder. Tabii ki, bu hususta, ciddiyetsiz ve lâubâlî olmakla mütevazi davranmayı birbirinden ayırmak icap eder; tekebbüre girmemek için vakarı terketmenin, kendini lâubâlîliğe ve sululuğa salmak olmadığının da bilinmesi gerekir.

PIRLANTA SERİSİ / CENNET YOLUNUN BURAKLARI

 Ayrıca, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” der geçerler” (Furkan, 25/63) ilahî beyanıyla, has kullarının edep ve nezaket dolu tavırlarını takdir etmektedir. Evet, Allah’ın seçkin kulları, gururlu, saygısız, kaba ve haşin değil, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Kendileri etrafa hiç sıkıntı vermedikleri gibi, cahillerin cahilce tavırlarla onları muhatab almaları, çok kaba hareketler sergilemeleri ve yakışıksız sözler sarf etmeleri karşısında bile asla çirkin bir laf etmez, nezaketlerinden taviz vermezler. Dillerini edep ve nezahete o denli alıştırmışlardır ki, başka bir şey söylemez, sadece “selam” der geçerler.

S.Y. MEALİ FURKAN 64Geceyi Rab’lerine secde ve kıyam ile, ibadetle geçirirler.

[=Yatışları, kalkışları hep Allah için olur.]

A.Ü MEALİ FURKAN 64  Gecenin bir kısmını Rabbilerine secdede ve kıyamda ibadetle geçirirler.

S.Y. MEALİ FURKAN 65-66“Ey Kerîm Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır! Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir. Ne kötü bir varış yeri, ne fena bir yerleşim yeridir orası!”

A.Ü MEALİ FURKAN 65 – (İbadet ânında olsun, başka zaman olsun), “Rabbimiz, ” diye dua ederler: “Cehennem azabını bizden sav; çünkü onun azabı, tahammülü zor ve yakaladığını bırakmaz, ömür tüketen bir azaptır.

A.Ü MEALİ FURKAN 66  “Gerçekten o Cehennem ne fena bir yerleşme ve ne fena bir ikamet yeridir!”

S.Y. MEALİ FURKAN 67Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.

[=Masraf, mutlaka gerekli bir durum (zarûriyyat) veya ihtiyaç (hâciyyat) yahut tamamlayıcı güzellik (kemâliyyat) için olur. Bu sınırın ötesi israftır.]

A.Ü MEALİ FURKAN 67  O has kullar, (kendilerinin ve yakınlarının ihtiyaçları için olsun, başkaları için olsun) harcama yaptıklarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar. (Bilirler ki, ) bu ikisi arasında (tutturulması gereken) bir denge vardır.[16]

[16: Harcama, ya aslî bir ihtiyacı karşılamak için veya Din’in yasaklamadığı meşrû bir güzellik ihtiyacını gidermek için olmalıdır. Hayatı sürdürecek kadar yemek aslî bir ihtiyacı, şişmanlığa sebep olmaması kaydıyla doymak meşrû iştahı veya ihtiyacı, canın çektiği güzel yemekler yemek ise, bir güzellik ihtiyacını gidermektir. Aslî ihtiyaç için harcamak vacip, iştah veya meşrû ihtiyaç için harcamak mübah, en fazla tavsiye edilebilir, bir güzellik ihtiyacını karşılamak ise, toplumun genel durumuna göre zararsız olabilir. Ama toplumun, hattâ bütün dünya Müslümanlarının çoğunluğu ihtiyaç içinde iken rahat bir hayat ve güzellik için harcamak israftır, caiz değildir.

Buna karşılık, çok az miktarda bile olsa gayr-ı meşrû yerlere, meşrû yerlere ise gereğinden fazla, yani kendisini ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri muhtaç duruma düşürecek ölçüde harcamak veya lüks için harcamada bulunmak, hiç şüphesiz israftır ve haramdır. El sıkılığı veya cimrilik ise, insanın kendisi, bakmakla mükellef olduğu ailesi ve varsa başkalarının zaruri ihtiyaçlarından kısmak, zekât ve sadaka vermekten kaçınmak veya gerektiği kadar vermemek, ayrıca İslâm yolunda imkânları olduğu halde gerekli harcamayı yapmamaktır. ]

S.Y. MEALİ FURKAN 68Onlar, Allah’la beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur.

A.Ü MEALİ FURKAN 68  Onlar, Allah’ın yanısıra başka bir ilâh tanımaz ve ilâh diye Allah’tan başkasına yalvarmazlar; Allah’ın muhterem ve öldürülmesini haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmez ve zina etmezler. Kim bunlardan birini işlerse, çok ağır bir ceza ile karşılaşır.

S.Y. MEALİ FURKAN 69Kıyamette, o büyük duruşma gününde onun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır.

A.Ü MEALİ FURKAN 69  Cezası Kıyamet Günü kat kat olur ve azapta zillet içinde sonsuzca kalır.17]

[17.] Allah, Kıyamet Günü yalnızca şirk, küfür ve aslında küfür olan itikadî nifakı ebedî olarak cezalandıracaktır. O, bunların altında kalan günahları dilediği kimse için affeder (Nisâ Sûresi/ 4: 48). Bir insanı haksız yere öldürmek ve zina etmek küfür, şirk ve itikadî nifakın altında bir günahtır.

Bu sûrenin Mekke’de indiğini nazara aldığımızda, 68’inci âyette geçen cezanın daha çok dünyevî açıdan olduğunu düşünebiliriz. Allah, şirk karşılığı da dünyada felâketler, mağlûbiyetler, helâk ve hastalıklar gibi cezalar verebilir. Cana kıyma ve zinanın hukukî cezası Medine’de vahyedilmiştir. (Bakara Sûresi/2: 178–179, not 131; 194–195, not 140; Mâide Sûresi/5: 45, not 10; Hac Sûresi/22: 60, not 17; Nûr Sûresi/24: 2–3, not: 1–6) Bununla birlikte, kendilerinden tevbe ile vazgeçilmediği takdirde bütün bu suçlar için Âhiret’teki ceza elbette çok daha çetin olacaktır.

S.Y. MEALİ FURKAN 70Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler ve yararlı işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).

A.Ü MEALİ FURKAN 70  Şu kadar ki, kim tevbe ile yolundan döner, iman eder ve imanının gerektirdiği sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik işler yaparsa, işte Allah böylelerinin kötülüklerini siler ve yerlerine iyiliklerini yazar; (onlardaki kötülük işleme melekelerini iyilik yapma melekelerine çevirir.) Allah, (her zaman için) çok bağışlayandır; (bilhassa tevbe ile Kendisi’ne yönelen kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.

PIRLANTA SERİSİ / İnabe-İman-Amel-i Salih

Kur’ân-ı Kerim, Furkan sûresinde, haksız yere insan öldürmüş, zina etmiş, şirke girmiş insanlara kıyamet günü verilecek azabı anlattıktan sonra “Allah’a yönelen, iman edip ve imanının gereğini yapan, yani amel-i salih işleyen insanların bu hükümden müstesna olduğunu” bildirir. Burada inabe (Allah’a yönelme), iman ve amel peşi peşine zikrediliyor. Bana öyle geliyor ki bu âyet, her gün, her saat, her dakika, her saniye Allah’ı farklı bir derinlikte tanıyan, O’nu vicdanında daha engince duyan, hisseden ve bunun tabiî neticesi olarak da inabe, iman ve amelini yenileyen insanı anlatmaktadır. Böyle bir insan, tasavvufî yaklaşımla, “fenâ filmürşit, fenâ firresûl” mertebelerini yaşamış, “fenâ fillâh”a ulaşmış demektir. Daha önce de çeşitli münasebetlerle arz etmeye çalıştığım bu üç kavramı birer cümle ile bir kere daha hatırlatmak istiyorum.

S.Y. MEALİ FURKAN 71Kim tövbe edip yararlı işler yaparsa, gereğince tövbe eden işte odur.

A.Ü MEALİ FURKAN 71  Gerçekten, kim tevbe eder ve meşrû, yerinde, sağlam ve ıslaha yönelik işler yaparsa, hiç şüphesiz böylesi, Allah’a içten ve makbul bir tevbe ile yönelmiş demektir.

S.Y. MEALİ FURKAN 72O kullar, yalan şahitlik etmezler. Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.

A.Ü MEALİ FURKAN 72  O has kullar, hiçbir yalan ve bâtıla seyirci olmaz, iştirak de, şahitlik de etmez (ve bir konuda kesin bilgi sahibi olmadıkça onun doğruluğuna veya yanlışlığına hükmetmezler); boş ve manâsız söz ve davranışlara rastladıklarında vakar içinde geçip giderler.

S.Y. MEALİ FURKAN 73Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar.

A.Ü MEALİ FURKAN 73  Bulundukları yerde Rabbilerinin (Kur’ân’daki ve tekvinî) âyetleri anıldığı ve onlardan söz edildiğinde, bu âyetler karşısında asla sağırlar ve körler gibi davranmazlar.

S.Y. MEALİ FURKAN 74Ve şöyle niyaz ederler: “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere önder eyle!”

[Yalnız müttaki olmakla yetinmeyip, müttakilerin önderi olmak arzusu, ne ulvî bir düşüncedir! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme ve ideal düşünülemez.]

A.Ü MEALİ FURKAN 74  Onlar, şöyle niyazda bulunurlar: “Rabbimiz! Ne olur kerem et: eşlerimiz ve soyumuz bizim için göz aydınlığı olsun ve bizi takvada başkalarına rehber ve onun insanlar arasında yayılmasında öncü kıl!”

S.Y. MEALİ FURKAN 75-76İşte onlara, hak yolda sabır ve sebat göstermelerine karşılık, kendilerine cennetin üstün sarayları verilecek. Oraya selâmla, hürmetle buyur edileceklerdir. Hem de devamlı kalmak üzere oraya gireceklerdir. Orası ne güzel varış yeri, ne güzel bir yerleşim yeridir!

A.Ü MEALİ FURKAN 75  İşte bu kutlu insanlara, Allah’a kullukta ve hak yolda sabır ve sebat göstermelerine karşılık Cennet’te en üstün makam verilir ve onlar oraya selâm ve hürmetle buyur edilirler;

A.Ü MEALİ FURKAN 76  Hem de sonsuzca kalmak üzere. Sürekli oturmak için ne güzel bir yerleşme, ne güzel bir ikamet yeri.

S.Y. MEALİ FURKAN 77De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? Ama siz, ey inkârcılar! Size bildirdiklerimi yalan saydınız. Artık bu günahtan yakanızı kurtaramayacaksınız.”

A.Ü MEALİ FURKAN 77  De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki![18] (Ama ey inkârcılar!) Siz O’nun Mesajı’nı yalanladınız ve bunun günahı yakanızı bırakmayacaktır.”

[18.] Bediüzzaman hz., dua hakkında şöyle yazar: İman, Allah’a ulaşmada duayı bir vesile olarak gerektirdiği gibi, insan fıtratı da onu şiddetle ister. Eğer, “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet (Bakara Sûresi/2: 186), her duaya cevap var buyuruyor.” derseniz, şu birkaç noktayı dinleyin:

Duaya cevap vermek ayrıdır, onu kabul etmek ayrıdır. Her duaya cevap verilir, fakat onu kabul etmek, hem duada istenenin aynısını vermek, Cenab-ı Hak’kın hikmetine bağlıdır. Meselâ, hasta bir çocuk doktora “Bana şu ilacı ver!” der. Doktor, söz konusu hastalık ve tedavisi nasıl davranmayı gerektiriyorsa ona göre, ya çocuğun istediğinin aynısını veya ondan daha iyisini verir veya hastalığına zarar olacağı için hiç vermez.

İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, her zaman her yerde hazır, nâzır olduğu için kulun duasına cevap verir. Yalnızlık ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevesine göre davranmaz; hikmeti neyi gerektiriyorsa onu yapar. Dolayısıyla ya duada istenenin aynısını veya daha iyisini verir, ya da hiç vermez.

Hem dua bir kulluktur. Kulluğun karşılığı ise Âhiret’tedir. Dünyevî maksatlar, dua türü ibadetlerin vakitleridir. Yoksa dua ile takip edilen maksatlar, bu kulluğun asıl gayesi değildir.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet halis olmadığından kabule lâyık görülmez.

Nasıl ki güneşin batması akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki hususî ibadetin vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nûranî âyetleri perdelenmekle azamet-i İlâhiye’yi ilân ettiğinden Cenâb-ı Hak, kullarını o hadiseler üzerine bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam edeceği astronomi hesabıyla belli olan ay ve güneşin açılması için değildir.

Aynen bunun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve belâların istilâsı ve zararlı şeylerin tasallutu bazı duaların hususi vakitleridir ki, insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına sığınır. Eğer dua çok edildiği halde belâlar def olunmazsa, denilmeyecek ki “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti henüz bitmedi.” Eğer Cenab-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı kaldırsa ne alâ; o vakit o duanın da vakti biter.

Demek ki dua, bir kulluk sırrıdır. Kulluk ise, sadece Allah için olmalı. İnsan, aczini ortaya koyup, dua ile O’na yönelmeli, O’na sığınmalı, fakat O’nun rubûbiyetine karışmamalı. Tedbiri O’na bırakmalı, hikmetine itimat etmeli, rahmetini itham etmemeli.

Evet, gerçekte ve açıkça görüldüğü üzere, bütün varlıkların her birinin hususî bir tesbihi, ibadeti, kendine has bir secdesi olduğu gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır:

Varlıklar, ya kendilerine verilen kabiliyet ve kapasite diliyle dua ederler –bütün bitkiler ve hayvanların duaları gibi ki, her biri kabiliyet ve kapasite diliyle Feyyaz-ı Mutlak’tan bir şekil talep ederler ve O’nun isimlerinin tecellilerine mazhariyetle gelişme isterler.

Veya varlıklar, hayatî ihtiyaçları diliy le dua ederler. Bütün canlıların güçleri haricindeki zaruri ihtiyaçlarının temini için yaptıkları dua, bu türden duadır. Onlar, bu ihtiyaç diliyle Mutlak Cömert olan Zat’tan hayatlarının devamı için bir nevi rızık hükmünde bazı şeyler isterler.

Veya dua, ıstırar (çaresizlik) lisanıyla yapılır. Çaresiz kalan her bir canlı, tam bir iltica ile dua eder, Rabb-i Rahîmine yönelir.

Bu üç tür dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

Duanın dördüncü türü ki, dua deyince daha çok akla gelen biz insanların duasıdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kâlî, yani dille yapılanıdır. Meselâ, bir işin hâsıl olması için gerekli tedbirleri alıp, gerekli sebepleri yerine getirmek fiilî duadır. Sebepleri eksiksiz yerine getirmek, isteneni icat etmek için değildir; belki hâl diliyle onu Cenâb-ı Hak’tan istemek, O’nun razı olacağı bir vaziyet almak demektir.

Meselâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu tür fiilî dua, Mutlak Cömert olan Zât’ın Zâtî ismine yönelik olduğundan, genellikle kabul görür.

İkinci kısım ise, kalbden dille yapılan duadır. İnsan, bu dua ile elinin yetişmediği, gücünün yetmediği bazı şeyleri Allah’tan ister. Bu duanın en önemli yanı, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur: Dua eden insan anlar ki, Birisi var, onun kalbinden geçenleri bile işitir, her şeye gücü yeter, onun her bir arzusunu yerine getirebilir; güçsüzlüğüne merhamet, yoksulluğuna medet eder.

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin kaynağı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, insanlığın en yüksek mertebesine çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al ve bütün kâinatın, bütün varlıkların vekili bir kul gibi ve kâinatın en güzel kıvamda bir modeli ol. (Sözler, “23. söz, Birinci Mebhas, Beşinci Nokta”)