HİDAYET REHBERİMİZ KUR’AN-I KERİM

KUR’AN OKUMALARI

MÜZAKERE TARİHİ: 18 MAYIS 2020

6.Bizi Dosdoğru Yol’a[15] hidayet et.[16]

FATİHA SURESİ ALİ ÜNAL MEALİ 

[15.] “Dosdoğru Yol” olarak çevrilen Sırât-ı Müstakîm tamlamasındaki sırat, çoğulu olmayan bir kelimedir. İnişli-çıkışlı, bazen geniş bazen dar, geçilmesi zor yol demektir. Bir hadis-i şerifte, inişli-çıkışlı, kenarlarında surlar ve sınırlar, bir de dışarıya açılan kapı ve pencereler, kapılarının üzerinde örtüler bulunan bir yol veya köprü olarak tarif edilir. (Ahmed ibn Hanbel, 4: 182−183) Tarifte yer alan surlar ve sınırlar, (İslâm’ın temel ölçüleri) demek olan Şeriat’tır; kapılar, haramlardır. Surlar veya sınırlar aşılmamalı; baş, hiçbir zaman kapılardan dışarı çıkarılmamalıdır. Kur’ân, bilhassa belirlilik takısı “lâm-ı tarif”le birlikte kullandığında, tek bir sırattan bahseder. Sırat’a uzanan ve ona götüren yollar (sebîl) çoksa da, üzerinde yürümenin zor olması açısından hem geniş hem dar, inişli-çıkışlı olan Sırat, Allah’a götüren tek ve doğru yol olması açısından cadde- i kübra, yani büyük ve geniş bir şehrah (ana yol) demektir. Sırat’ın ‘müstakîm (dosdoğru)’ sıfatıyla anılmasının çok manâları vardır. Bu yol, her türlü aşırılıktan uzak, mûtedil, hiçbir eğriliği olmayan (Kehf Sûresi/18: 1) Kur’ân yolu ve İslâmiyet yoludur. Bu yol, ekonomi sahasında ne liberal ne devletçi, idarî sahada ne mutlakiyetçi ne anarşiye açık, düşünce sahasında ne realist ne idealist, inanç sahasında ne maddeci ve dünyaya has ne de sadece uhrevîliği ve ruhbanlığı öngören bir yoldur.

O, insan psikolojisini ve yaratılış gerçeklerini gözeten bir ‘orta yol’dur. O, ahlâkı ve insan terbiyesini de bu açıdan ele alır. Ondaki akıl melekesini (fakülte) cerbeze (demagoji) ve hamakat (ahmaklık) uçlarından hikmet merkezine; şehvet duygusunu humûdet (karşı cinse alâka duymama) ve fücûr (şehevî sapkınlık, hedonizm) uçlarından iffet merkezine ve gazap melekesini, tehevvür (aşırı ve yersiz öfke), zulüm ve korkaklık uçlarından şecaat (yerinde kullanılan cesaret) ve adalet merkezine çek

[16.] Hidayet, tatlılıkla elinden tutup götürme, birlikte gitme demektir ki, burada gerçek terbiye veya eğitimin de usûlü ortaya konmaktadır. Hidayet, Kur’ân’da kullanılan ıstılahî (terim) manâsıyla “iletmek” demek değildir. “İletmek” nötr bir kelimedir; halbuki hidayet, Kur’ân-ı Kerim’- de bir-iki istisna dışında (Sâffât Sûresi/37: 23), müsbet manâda kullanılır ve kendisi bizatihî doğruluktur. Nitekim zıddı dalâlet olup, doğru yoldan sapmayı ifade eder.
Hidayet kelimesi, âyette He-Dâ fiilinin emr-i hâzır (muhataba emir) kipinde (ihdi) kullanılmıştır. Bu kip, küçükten büyüğe dua ve rica ifade eder. HeDâ fiili, hem geçişli hem geçişsiz olarak kullanılır. Bu da, hidayetin hem vasıtalı hem vasıtasız olabileceğine işaret eder. Cenab-ı Hakk (c.c.), imanı, insanların iradesi ve cehdi karşısında kalblerinde bir ışık olarak yakar. Fakat bu yakmada, insanların iradesi ve cehdi âdî bir şart olmakla birlikte, asla hidayet ve imanın asıl sebebi değildir.

Bu gerçeği çok güzel anlatan bir sözde, “O, aramakla bulunmasa da, O’nu bulanlar, ancak arayanlardır.” denmiştir. Hidayette birinci vasıta, kitap ve peygamberlerdir. Peygamberlerin olmadığı zamanda ise onların çizgisini hiç sapmadan takip edenlerdir ki, bunlar, hemen bir sonraki âyette ifade edilecektir.

***

İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Hidayet rehberidir müttakilere.

BAKARA SURESİ  BİR İ’CAZ HECELEMESİ ESERİNDEN 

Şu şanı yüce kitaba, Allah’tan (celle celâluhu) gelmiş olma mülâhazasıyla bakın; nazarlarınızı maddeye inhisar ettirip, aklı gözüne inmiş olanlar gibi bakmayın; onu lâhûtî hususiyetiyle ele alıp değerlendirin.

Zira iradenizin hakkını verip onu iyice tetkik ettiğinizde, siz de o kitabın içinde şek ve şüphenin bulunmadığını ve onun ilâhî bir kelâm olduğunu anlayacaksınız.” dedikten sonra هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesiyle de onun, yukarıda arz edilen şekliyle teemmül, tefekkür ve tedebbürde bulunarak vikâye-i ilâhiyeye (ilâhî korunmaya) girip Allah’tan korkan müttakiler için tam bir hidayet kaynağı olduğu bildirilmektedir.

Çünkü Kur’ân bütün insanlığa hidayet için inmekle beraber bu hidayetten istifade etmenin ilk şartı, Allah’tan gereği gibi korkma ve müttakilerden olmadır.Burada Kur’ân’ın hidayeti, ittikâ (sakınma) şartına bağlanmış gibi gözükmektedir.

Dolayısıyla bir taraftan Kur’ân-ı Kerim’in bizzat hidayet kaynağı olması, diğer taraftan da insanların tedebbür ve tefekkür yoluyla O’nun getirdiği hidayeti elde etmesi hasebiyle bu meselede bir devr-i bâtılın (Mantıkta, bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisiyle ispatlamaya çalışma yolu, fâsit daire) söz konusu olduğu zannedilebilir.

Ancak Kur’ân-ı Kerim’de hidayetin farklı farklı mânâlarda kullanılması, bir başka açıdan da hidayetin farklı mertebelerinin olması itibarıyla burada o şekilde bir devirden bahsetmek söz konusu değildir ve meselenin “devir” olarak anlaşılmaması için bu farklılıkların iyi bilinmesi lazımdır.

Mesela kişinin,

-küfürden vazgeçip imana gelmesi,

-imanda derinleşip rüsuh kazanması,

-sonra onu tabiatına mâl etmesi;

-meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn yollarından geçerek kemale ermesi…

-evet, işte bütün bu mertebeleri cüz’î ve küllî dairede duyup zevk etmesi, Kur’ân’ın hidayetinin çeşitliliği adına ortaya konabilecek farklılıklardandır.

-Yine kişinin iradesini tedebbür ve tefekkür istikametinde kullanıp, Kur’ân’ın hidayetinden istifade adına ona teslim olup onun himayesi altına girmesi;

-daha sonra içten bir teslimiyetle kendini o “el-menhelü’l-azbü’l-mevrûd’a” salması…

gibi hususlar hep bu hidayet farklılığını işaretlemektedir.

Evet insan, Kur’ân’ın kullandığı üslup, kelimeler ve bu kelimelerin ihtiva ettiği mânâlar üzerinde tefekkür ettiği nispette; Cenab-ı Hak, hidayeti arayan bu kulunun gözünü açar ve ona Kur’ân’ın hidayetinden istifade etme imkânları bahşeder.

Bundan sonradır ki Kur’ân, hidayet dairesine giren bu kişinin elinden tutar ve onu, o yanıltmayan rehberliğiyle, yukarıda bir kısmı arz edilen farklı hidayet seviyelerinden biriyle taçlandırır. Zira Kur’ân-ı Kerim, ibtida (başlangıç) ile intihayı (sonu) cem etmiş bir mukaddes kitaptır.

Bu itibarla, hidayeti, hem ibtidası hem de intihasıyla Kur’ân’da görmek mümkündür. Hidayetin başlangıcını, Allah ve ibadet telakkisiyle İslâm dairesine giren bir bedevinin çok basitçe iz’an ve kabulü şeklinde görürsek; zirvesine de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhar olduğu hidayet diyebiliriz.

Bazı sosyologların da ifade ettiği gibi şimdiye kadar hiçbir fikir, doktrin ve kitap, Kur’ân-ı Kerim’in toplum bünyesinde meydana getirdiği inkılabı gerçekleştirememiştir. Zira böyle seviyeli bir inkılabın meydana gelmesi, onun çeşitli devrelerden geçmesine ve bu mevzuda birkaç neslin fedakârane çalışıp didinmesine vâbestedir. Tarih de şahittir ki, inkılaplar tahakkuk ederken ilk nesil, çok defa çeşitli medeniyetlerin tesiri altında taklitçiliğe düşmüş; ikinci nesil ancak onların ortaya attıkları fikir, doktrin, sistem veya mezhebi realize etmeye muvaffak olmuştur. Hatta bazen bu fikir, sistem veya mezhepleri bunların arkasından gelen nesiller ancak istikrara kavuşturabilmişlerdir. Sadece Nebiler Serveri’dir ki Kur’ân-ı Kerim sayesinde üç neslin mevcudiyetine vâbeste onca inkılabı tek bir nesille tamamlamıştır.

Evet, vahşi ve bedevi bir toplum, vahşet ve bedeviyetin en korkuncunu yaşarken, Kur’ân ve İnsanlığın İftihar Tablosu sayesinde –hem de daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken– en medeni ve en yüce milletlerin varabileceği son ufka ulaşmıştır. Dahası bu hayretengiz inkılap, gerek içtimaî, gerek siyasî ve gerekse akidevî olarak hayatın hemen her karesinde böylesine baş döndürücü bir hızla gerçekleşmiştir. Binaenaleyh ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ifadesi, yukarıda zikrettiğimiz gibi, ilk plânda hidayetin bir parçasını elde etmiş olsalar da müttakilerin terakkilerinin Kur’ân’ın rehberliği sayesinde tahakkuk edeceği hakikatine işaret ediyor gibidir.

HÜDA TAKVA VE KUR’AN-I KERİM İLİŞKİSİ

(KIRIKTESTİ: HİDAYET, TAKVA, İFFET VE GINA)

Hüdâ, doğruyu, dinin tarif ettiği istikamet yolunu, Allah’a açık olmayı temsil etme gibi mânâlara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki, Elif lâm mîm. İşte Kitap! Onda şüphe yoktur. O, müttakiler için bir hidayettir.”  âyet-i kerimesindeki “hüden” kelimesi de bu mânâya gelmektedir. Ayrıca bu âyette “hüdâ” ile “takva” kelimeleri arasında da ciddî bir irtibatın olduğu görülmektedir.

Nitekim âyet-i kerimede, Kur’ân’ın kendisinde herhangi bir şüphenin bulunmadığı ve bu durumu da ancak müttakilerin sezebileceği vurgulanmaktadır. Bu açıdan da ikinci kelimeyle birinci kelime arasında bir irtibat vardır. Fatiha sûresinde geçen  Bizi doğru yola hidayet eyle.âyetiyle de işte bu hidayet istenilmektedir.

Doğruyu bulmaya müsait olarak yaratılan insan, doğruyu bulma yollarına intisap edecek ve neticede de hep doğruluğun yamaçlarında dolaşacaktır. Daha sonra gelen âyetlerle de, “mağdûbîn ve dâllîn” kelimeleriyle, hidayete erdikten sonra “gazaba uğrayanların” ve “sapkınlar”ın gittiği yoldan kaçınılması vurgulanmaktadır.

Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân’dan tam istifadesi de işte bu ölçüde bir takvaya vâbestedir. Hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Nitekim yukarıda izah edildiği gibi Kur’ân’ı anlama, duyma, onun ulviyet ve azametine ulaşabilme takvaya bağlıdır ve takvanın derecesine göre de istifade nispeti artmaktadır.. evet takvada derinleşen mü’minin, Kur’ân’ı anlayışı, sezişi ve duyuşu da derinleşir.

***

ALİ ÜNAL MEALİ 

2 . İşte (eşsiz, mucize) Kitap: Onun (Allah tarafından indirildiği ve baştan sona hakikatler mecmuası olduğu) hakkında hiçbir şüphe yoktur; o, müttakîler (Allah’a gönülden saygı besleyip isyandan kaçınan, Din ve hayat kanunları olarak koyduğu bütün emir ve yasaklara hakkıyla hakkıyla riayet edenler) için baştan sona bir hidayet kaynağıdır.

KUR’ÂN-I KERİM BİR HİDAYET KAYNAĞIDIR.

Kur’ân-ı Kerim bir hidayet kaynağıdır. Ondan ancak Allah’ın diledikleri istifade edebilir ve Kur’ân sadece onlar için bir hidayet vesilesi olur. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Müttakiler için bir hidayet kaynağıdır.” denilmekle bu hakikate işaret edilmektedir.

Kelimenin mânâ-i masdarî olmasından anlıyoruz ki, kul evvelâ müttaki olmaya çalışacak ve Kur’ân’dan istifade etme liyakatini ortaya koyacaktır ki, bu kula ait yöndür. Bu hususun Cenâb-ı Hakk’ın meşîetine bakan tarafı ise birkaç âyet aşağıda anlatılmakta ve şöyle denmektedir:

İşte onlar Rabbilerinden bir hidayet üzeredirler.( Bakara sûresi, 2/5.)

Onlar ki gaybe inanmışlar, namaz kılmışlar, oruç tutmuşlar, zekât vermişler ve kendilerine gelen kitaba da kendilerinden öncekilere gelen kitaplara da inanmışlar ve ahireti tasdik etmişlerdir. Bu davranış onları müttaki olma seviyesine çıkarmış ve Allah (celle celâluhu) da onlar için hidayet dilemiş ve hidayet yaratmıştır.

 Ve yine Allah (celle celâluhu), Peygamberine hitaben şöyle buyurur:

Ey Habibim! İşte sana da buyruğumuzla Cebrail’i gönderdik. Sen kitap nedir, iman nedir, bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki, işler sonunda Allah’a döner.(Şûrâ sûresi, 42/52-53.)

İşte bu âyette de anlatıldığı gibi, hidayette iki mertebe görüyoruz. Birinci mertebede sadece vesile ve vasıtalık var ki, Kur’ân-ı Kerim bu vesile ve vasıtalığı da bazen hidayete erdirme olarak vasıflandırmaktadır. Esasen bu tür hidayete erdirme vesilelikten öteye de geçmez.

Hidayetin ikinci mertebesine gelince bu, Cenâb-ı Hakk’ın insan gönlünde hidayeti yaratmasıdır. Bu yaratmayı Cenâb-ı Hak, vesilelerle yaptığı gibi bazen de doğrudan doğruya yapmaktadır. O’nun bu şekilde hidayete erdirmesi ise, sırf bir lütuftur. Büyüklerimiz buna “Cebr-i Lütfî” demişlerdir. Rabbimiz’den niyazımız, bizleri de böyle cebrî bir lütuf ile hidayete erdirmesidir.

Neticede bir kere daha ifade edelim ki, hem hidayet hem de dalâlet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıyla vücuda gelir. Bu mânâyı ifade eden şu hadis-i şerif de bu hakikati tam tenvir eder:

Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve salâhiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve salâhiyeti yoktur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 3/204; Deylemî, el-Firdevs, 2/12.)

İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Hâlbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hak’tan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. Onun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (celle celâluhu), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet, bu zaviyeden bakılacak olursa herkes için ve her zaman ve zeminde lâzımdır.

KIRIK TESTI: Kur’ân ve Biz (

Kur’ân-ı Kerim’in ahir zamanda maruz kalacağı hali ifade eden;

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Kur’ân bir vadide, onlar başka bir vadide olacaklar.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 6/348) hadis-i şerifinde de ifadesini bulduğu gibi, asırlar var ki, Kur’ân bir vadide, biz ise başka bir vadideyiz.

Evet, biz belli bir dönemde Kur’ân’ın, özellikle tekvînî emirlere bakan yanını ihmal ettik, ona karşı kapıları kapadık ve o kapıların ardına sürgüler sürdük. Âdeta jaluzileri indirip, onun aydınlık ikliminden dünyamıza sızacak ışıkların önünü kestik. 

Kâinat, ilim programına göre Allah’ın kudret ve iradesinden gelen bir kitap olduğu gibi, Kur’ân da ilim programıyla Allah’ın kelam sıfatından gelen ayrı bir kitaptı. Fakat biz zihin ve fikir dünyamızda o iki hakikati birbirinden ayırdık. Tabir caizse, talak-ı selase ile de değil, 3’ten 9’a deyip talak-ı tis’a ile, kalb ve kafayı, tekvînî emirlerle teşriî emirleri birbirinden kopardık. Bunun yanında İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatına karşı da çok ciddi bir yabancılık içine girdik. Dolayısıyla da izafî ve nisbî fetret devri diyebileceğimiz uzun bir dönem Kur’ân cemaati, Kur’ân’dan habersiz yaşadı.

Kur’ân’a Gönülden Teveccüh

Şimdi Kur’ân’dan bu kadar uzaklaştıktan ve ona yabancılaştıktan sonra, yeniden onu derinlemesine duyma ve bizim ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, psikolojik, pedagojik ve kültürel hayatımızda onun nurdan mesajlarını hayatımıza tatbik meselesi birdenbire olacak bir iş değildir. Ve hele birileri bizim güzel ve güzide müesseselerimizin içine sızarak bir şekilde bu tahribatı devam ettiriyorlarsa, yani Kur’ân hâlâ değişik şekillerde sorgulanıyor, hâlâ o sahib-i Kur’ân olan Resûl-i Zîşan’ın (aleyhissalâtü vesselâm) hadis-i şeriflerine dil uzatılıyor, hâlâ O’nun mucizeleri yerden yere vuruluyor ve hâlâ Kur’ân’a ait meseleler bir tarihsellik mülâhazasıyla ele alınıyorsa meselenin zorluğu daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, bizim şu an bile Kur’ân’a yürekten yöneldiğimiz söylenemez. Gerek dil, gerek terminoloji ve gerekse kalbî hayat açısından Kur’ân’a öyle bir yabancılaşmışız ki, bütün bu yabancılıkları aşarak Kur’ân’la yeniden irtibata geçmemiz çok ciddi bir gayrete vabestedir. İnsanların bir kere daha dinin hakkaniyetine ve Resûl-i Zîşan, Sahib-i Kur’ân’ın hak bir peygamber olduğuna yürekten inanmaları lazımdır. 

Evet, asıl mesele, Allah’ı yürekten duymak ve O’nun marifetini varlığımızın asıl gayesi bilmektir. Zira Kur’ân-ı Kerim’e göre bizim yaratılışımızın gayesi, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve bir de Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda bir lütuf olarak ihsan buyurduğu zevk-i ruhanîdir. Eğer Allah yaratılışın gayesi olarak bunu ifade etmişse ve biz de bunu değiştirmişsek, evvela kendimizle yüzleşmemiz ve ihmallerimizi gözden geçirmemiz gerekir. Asırlarca yapılmış tahribatı göz önüne alarak tamir edilmesi gerekli olan hususları tamir etmeye çalışmalıyız.

Ancak unutulmaması gerekir ki, iç içe yaşanan bu korkunç deformasyonları formuna koyma ve kendi şekline irca etme meselesi hemen, birdenbire olacak bir iş değildir. Hz. Pîr, asırlardan beri rehnedâr olan bir kalenin tamir edilmeye çalışıldığını ifade ediyor. 

Yeni Bir Dip Dalga ile Kur’ân’ı Anlama

Evet, öncelikle meselenin eksik ve gediğinin bize ait zikzaklardan kaynaklandığını, tâ İmam Gazzâlî veya Fatih döneminden bu yana meydana gelen bir kısım eksiklerin zamanla teraküm ettiğini bilmeliyiz. Yani bizler zamanla, eksik düşünceli, eksik heyecanlı ve kalbî hayatı itibarıyla da eksik olan insanların temsilcileri hâline gelmişiz. Bu açıdan dipten bir dalga ile vira bismillah deyip işe yeniden başlamalıyız.

Nasıl ki çocuğa yaşına göre bir beslenme programı uygulanıyorsa, aynen öyle de kalbî ve ruhî hayatımız adına öyle bir beslenme vetiresi ve stratejisi oluşturmalıyız. Herkes kendi çapında bunu gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ancak bundan sonra Kur’ân’ı doğru anlama imkânı doğacaktır.

Devr-i risalet-penahide içtihat, istinbat ve istihraca açık o kadar çok malzeme var ki, bunları bugün yapacağımız içtihat ve istinbatlara menat yaparak günümüzü aydınlatabilir ve günümüz insanının problemleri adına çok farklı çözümler ortaya koyabiliriz. Fakat evvela bizde güçlü bir heyecanın canlandırılması ve imanı hayata gaye yapma duygusunun oluşturulması gerekir. 

İlle de bir kurtuluştan bahis söz konusuysa, işte kurtulanlar da bunlardır.”

Dar bir meâl çerçevesinde, basit ve kısaca yukarıdaki âyetlerin mealini arz etmeye çalışmamın sebebi şudur: Kur’ân’ı, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ’den مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ ’e kadar, mânâ tabakalarına inerek, derinlemesine üzerinde düşünerek yeni bir dip dalga ile baştan sona müzakere ve mütalaa etmeliyiz.

Öyle ki, “Allah’ım, Senin müstesna ve muhtevası engin olan o mükemmel kitabına uymaya çalışıyor; bu istikamette cehd ve gayrette bulunuyor ve bu işi yaparken de ins ü cin şeytanlarından Sana sığınıyoruz.” mülâhazasıyla dinin bize tahmil ettiği esasların neden ibaret olduğunu baştan sona ele almamız gerekiyor.

Kur’an’ın Aydınlık İkliminde Yeni Ufuklara

Hz. Pîr, Kur’ân’ı, Allah’tan dinliyor gibi veya Cibril-i Emîn’den dinliyor gibi ya da Hazreti Sadık u Masduk’tan dinliyor gibi okumak gerektiğinden bahsediyor. Şayet bir insan Kur’ân’ı, Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibiyse, bu çok ciddi bir meseledir. Kur’ân’ı böyle okuyan bir insan, onun bir kelimesini duyduğunda, onu on defa aklında evirip çevirir, sonra da o kelimeyi aklının bütün nöronlarına emanet eder. Kortekse, “sen biraz bekle, ben yeniden sana müracaat edeceğim” der. Bir dosyayı karıştırıyor veya kurcalıyor gibi onu alıp bir kere daha baştan sona kadar gözden geçirir. Kur’ân’a bu nazarla bakıldığında, hayatın ferdî, ailevî, içtimaî ve kültürel bütün alanlarıyla alâkalı problemlerimizi ve onların çözüm yollarını onun içinde bulmak mümkündür.

Elbette ki bugün biz, kılıç, kama, ok ve yayla değil; Kur’ân’ın elmas düsturlarıyla, tabiatımıza mâl olmuş insanî değerlerimizle, inkıtaa uğramayan temsildeki gücümüzle, her zaman aynı istikameti sergileyen müstakim tavır ve davranışlarımızla böyle bir seviyeyi yakalayabilmek için uğraşmalı ve Kur’ân’a ait güzellikleri bütün dünyaya duyurmaya çalışmalıyız.

Fakat daha öncesinde, mânâ ve muhteva noktasından meseleyi kendi aramızda çözüp halletmemiz gerekiyor. Yoksa camilerde sadece bir mukabele okumakla böyle bir hedefe ulaşılamaz. Bu ifadelerimle camilerde mukabele okunmasını hafife alıyor değilim. Bu çok güzel bir âdettir. Ama asıl, “Okunan bu âyetlerdeki murad-ı ilâhî ve maksad-ı sübhani nedir?” deyip işin özüne, mânâ ve muhtevasına ehemmiyet verilmesi gerektiği kanaatindeyim.

İşte bütün bunların müzakere meclislerinde uzun boylu ele alınması, müşterek akılla tahlile tâbi tutulup ortaya konulması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde, duygu ve düşünce dünyamız itibarıyla bir kez daha yenilenecek, yeni ufuklara açılacak ve günümüzün bize yüklediği o tarihî sorumluluğu yerine getirmiş olacağız.