CENÂB-I HAK, “KALB-İ SELÎM” VE HULUK-İ HASEN İLE SERFİRÂZ KILSIN BİZİ!..

BAMTELİ MÜZÂKERESİ

İSTİFADE EDİLEN KAYNAK

1-Bamteli: SONSUZ HAMDOLSUN!.. 17 Şubat 2019

2-Kırık Testi: DAR BİR AÇIDAN AHLÂK_04 Kasım 2018

3-Kırık Testi: DAR BİR AÇIDAN AHLÂK_11 Kasım 2018

4- Asrın Getirdiği Tereddütler-4: KALB-İ SELİM NEDİR?

***

GİRİŞ

Kalb-i selîm olma, enbiyâ ile aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşma demektir.

“Cenâb-ı Hak, “kalb-i selîm” ile serfirâz kılsın bizi!..”

 O gün ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda verir; ancak tertemiz ve her türlü (manevî) hastalıktan uzak bir kalble Allah’a varan güzel ahlaklı kullar kurtulur.

Huluk-i İlahînin bir aynası olmuş “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” demiş… fakat başta kendisi o ahlak ile tahalluk etmiş.[1]

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) selîm kalbli; katiyen o kalbe rüyada bile gıllügiş misafir olmamış. O’nun kalbi zerre kadar kir görmemiş, leke görmemiş, sis-duman bilmemiş; hep pırıl pırıl bir ayna gibi O’nu (celle celâluhu) aksettirmiş.

Yemin olsun, kasem olsun, muhakkak ki Sen, ahlakın en güzeli üzerinesin!” (Kalem, 68/4)

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hali de o… Ve bütün büyükler -esasen- o hali yakalamaya çalışmışlar.

Huluk-i hasen… Elde etmeye Allah, muvaffak eylesin!.. 

Güzel ahlak, ibadetin en önemlisidir, zirvesidir

“Hasan, Hasan’ın babasından, o da Hasan’ın dedesinden rivayet etmiş ki: Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.[2]

Güzel ahlak;  Günümüzde ona çok ihtiyaç var.

hem Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlığa düşmeme adına,

hem de bir kısım musibetler karşısında istikameti bozmama adına.

Badireler var, gâileler var, rencide olmalar var, üst üste gelen hadiselerin şoku var… İnsanlarda moral bozulmaları oluyor… Bütün bunlar karşısında, bütün bu şokların tesirinde kalmayarak, hep güzel ahlak ile hareket etmek..

Evet, bu da bir imtihandır. Esasen sabır da zordur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek, nûr-efşân beyanları çerçevesinde: “Sabır, hadisenin şoku yaşandığı dönemdedir.” Her şey zâil olup gittikten sonra, ortalık güllük-gülistanlığa döndükten sonra, hâristan birden bire kuruyup gittikten sonra, her şeyi ve her tarafı bâğistanların, bostanların sardığı bir dönemde neşelenmek kolaydır. [3]

Bir tekme yiyorsunuz, sallanıyorsunuz böyle, hafif bir sallanıyorsunuz. “Yahu niye sallanıyorsun, sallanma!” diyemezsiniz.

İşte bu katlanılması gerekli olan şeyler, değişik vesileler ile hep ifade edilmiştir, kadimden bu yana. Bize ait değil. En son Çağın Sözcüsü de üç şeye ircâ ederek üzerinde duruyor; onları da biliyorsunuz. Malumu i’lâm etmemek, israf-ı kelama gitmemek lazım…

Şimdi bu türlü şeyler dokunduğu zaman, insana biraz dokunur. İnsanız… İzzet Molla’nın ifade ettiği gibi, çok tekrar ettim bu lafı, sizi sıkmasın: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan, ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” 

Her şeye rağmen, o esnada “Niye bu oldu?!.” gibi -böyle- Cenâb-ı Hakk’a hesap sorarcasına -hâşâ ve kellâ- O’nunla cedelleşmeye giriyor gibi bir tavır sergileme yerine,

meseleyi kalb-i selîm havuzunda eriterek, kalb-i selim değirmeninde öğüterek onu, bir yönüyle işe yarar hale getirmek lazım.

Tâbir-i diğerle, çoklarının kaybettikleri kuşakta meseleyi “kazanma kuşağı” haline getirmek lazım.

Çokları dökülüp duruyor orada. Öyle bir irade -Allah’ın izni-inayeti ile- ortaya koymalı, öyle bir tavır sergilemeli ki, o kandan-irinden deryalardan geçerken şehrâhta yürüyor gibi yürümeli, yerinde üveyik gibi kanat açmalı, O’na doğru yükselmeli!..

Bu açıdan da insan hiç farkına varmadan, içinde hafif kırılmalar olur, küsmeler olur; farkına varmadan…Hemen, anında onun tepesine bir balyoz indirmeli!..

“Marifet” ile, marifetin doğurduğu “Muhabbet” ile, muhabbetin doğurduğu “Allah ile münasebet” ile, “Zevk-i ruhânî” ile ve “O’na olan Aşk u iştiyak” ile mutlaka o meseleyi baskı altına almalı;o negatif şeyi pozitif şeye çevirmeli,

Allah’ın inayeti ile, izni ile, riayeti ile!..

***

BAMTELİ MÜZÂKERESİ:

TEVHİDNÂME-35.BÂB:

Allah’ım! Bizleri; huy, tabiat ve seciyye itibariyle “ahlak-ı hasene” ile serfiraz kıl; “halk”a, huluk-u hasene urbası giydirebilen bahtiyarlardan eyle! Öyle ki her türlü kötü ahlaktan bizleri alıkoyacak keyfiyette olsun!

TEVHİDNÂME-97.BÂB:

“Allah’ım! Bizlere “kalb-i selim” lütfeyle; bu sayede her türlü hıyanet, düşmanlık ve kin duygusundan, halkı münâfıkâne aldatma sahtekârlıklarından uzak duralım!”

Huluk” kelimesinin çoğulu olan ahlâk; seciye, karakter, huy, iyilik ruhu, fenalıktan kaçınma tavrı, ahsen-i takvîme mazhariyet şuuruyla davranma manalarına gelmektedir.

Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha ışığında konuyla alakalı i’mâl-i fikirde bulunan ulemâ-i benâm, iyi huy ve fazilet edalı davranışlara “ahlâk-ı hasene”, “mehâsin-i ahlâk” ve “ahlâk-ı hamide diyegelmişler.

Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’da ahlâk; kökü itibarıyla, yerinde beyandaki siyak-sibak ve müstetbeâtü’t-terâkip açısından iyilik, hilm, takva, hidayet-i tâmme, ismet, istikamet, sadâkat, emanet, iffet, her türlü salih amel, şer’î ve aklî maruf, sağlam beşerî münasebetler ve en engin manasıyla ihsan duygusu… gibi hususları ihtiva etmektedir. Bunlara “ahlak-ı hasene”, “Kur’ân ahlâkı” veya “münciyât” denir.

İnsanlık var olduğu günden bu yana -fetret ve cahiliye dönemleri müstesna- hemen her zaman, “huluk” kelimesiyle ifade edilen “ahlâk” üzerinde durulmuş ve o, insanın yaratılış (hilkat) gayesinin çok önemli bir derinliği olarak yâd edilegelmiştir.

Cesaret, şecaat, civanmertlik, iffet, ismet, istikamet, sadakat, adalet, hakkaniyet, vefa ve îsâr duygusu… gibi hususlar, tarihin en karanlık dönemlerinde bile vicdan erbabınca hep korunagelmiş ve bütün bütün yok edilememiştir.

İnsanlık tarihinde bu husus belli aralıklarla da olsa en mükemmel şekliyle yalnız vahyin aydınlatıcı tayfları altında peygamberân-ı izâm tarafından gerçekleştirilmiştir.

O yüce kametler, incelerden ince hâl, tavır ve davranışlarıyla Allah’ın istediği ahlâk-ı âliye-i ilâhiyenin nurefşan birer meclâsı ve mazharı olarak bu konudaki ilâhî muradı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun en mükemmel şekilde temsil etmişlerdir.[4]

Bu dinamiklerle [5] çerçevesi belirlenen İslam ahlâkı, kat’iyen bir kısım pedagog ve psikologların zannettiği gibi dar gözlemlere dayalı nazarî bir kitle ahlâkı, bir sınıf ahlâkı değildir.

Aksine o

  • topyekûn beşerî hayatı şekillendirecek,
  • insanların ruhlarından bütün menfi şeyleri söküp atacak,
  • kalbî ve ruhî hayatta potansiyel olarak bulunan ve insanın melekler üstü gerçek derinliğinin melekûtî dinamikleri sayılan metapsişik unsurları harekete geçirerek ruhanîlere, “Yürü top da senin çevkân da senin!” dedirtecek

meknî bir zenginliğin olmazsa olmaz esaslarındandır.

Bu yüce ahlak sisteminin temel dinamiği,

-sağlam iman,

-imanda iz’an ufku,

-hakka’l-yakîn cehd ü gayreti

ve bunlarda devam ve temadi;

“menhelü’l-azbi’l-mevrûd”u ise, Kitap, Sünnet, selef-i sâlihînin cadde-i nurâniyesi, isim-müsemma birliği içinde

-tekye, zaviye, mektep, medrese ve mabet gibi yerlerde mahrûtî bakışlı hakikat eri muallim rehberlerin,

-Allah’a dilbeste olmuş kâmil mürşitlerin,

-dünya ve mâfîhâyı doğru okuyan beklentisiz vaiz, nâsih ve imamların

Kitap ve Sünnet çerçevesinde ciddi bir adanmışlık ruhuyla yerine getirdikleri irşad ve rehabilitasyonlardır.

Ayrıca ehli irfan arasında çok şayi olmayan

1-Avamın huluk-ı haseni,

2-Havasın huluk-ı haseni

3-ve Ehass-ı havassın huluk-ı haseni

gibi bir taksim de söz konusudur:

1-AVAMIN HULUK-I HASENİ:

1.1. Avam, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla, taklit edalı, dar ufuklu ve derinliği olmayan hoş ve sevimli bir ahlak sergiler ki, bunun her zaman “Peygamber size ne getirip sundu ise ona sımsıkı sarılın, sizi neden de men etti ise ondan da vazgeçin ve uzak durun.” (Haşr, 59/7) ilahî mesajına uygun düştüğü söylenebilir.

1.2. Böyleleri, idrak ve şuurları seviyesinde vazife ve sorumluluklarını yerine getirir

1.3. ve Allah’a karşı saygılı, insanlara karşı da belli ölçüde edepli davranırlar.

2-HAVASIN HULUK-I HASENİ:

2.1. Havassa gelince, bunlar, farz, vacip, sünnet ve adap adına her mükellefiyeti yerine getirmenin yanında,

2.2. memnûat ve menhîyâttan da tiksinti duyarcasına uzak dururlar.

2.3. Yürekleri hep peygamber yolunda yürüme heyecanıyla çarpar;

2.4. akılları emirlere ve nehiylere uymayı tabii birer insiyak gibi hatırlatır ve uymaya sevk eder;

2.5. böylece onlar sürekli kemal yörüngeli bir yol takip ederler.

2.6. Değil tavır ve davranışlarının emir ve nehye muhalefet kirleriyle kirlenmesi, tasavvur ve tahayyülleriyle bile böyle bir muhalefeti ciddi bir kirlenme sayarak hemen tevbe ve inâbe duygusuyla kanatlanırlar.

3- HASLAR HASI MUKARREB RUHLARIN HULUK-I HASENİ

3.1. Haslar hası mukarreb ruhlar ise, memur oldukları şeyler ve yasaklandıkları hususlar mevzuunda, her şeyi tabiatlarının bir derinliği haline getirdiklerinden hayatlarını melekûtî bir nurâniyetle melekler gibi “Allah’a karşı asla isyan mülahazasına girmez

3.2. ve emrolundukları hususları (gök ehli hassasiyetiyle) yerine getirirler. (Tahrîm Sûresi, 66/6)

3.3. Bunlar, memur oldukları mükellefiyetleri en derin cismani zevklerin üstünde bir aşk u iştiyakla yerine getirir;

3.4. büyük-küçük her türlü münkerâtı da bir iç bulantısıyla karşılarlar.

3.6. Akıl, mantık, muhakeme ve vicdan dinamiklerini taakkul, tasavvur ve tahayyül kirlenmelerine karşı sürekli aktif bulundururlar.

3.7. Şöyle-böyle bu sistemlere gelip bulaşan, esip konan en küçük sis-duman karşısında hemen istiğfar ve evbe kurnalarına koşar;

3.8. bir kirli tasavvur ve tahayyül için elli defa “elfü elfi estağfirullah” der

3.9. ve yeniden ciddi bir arınma ile Hazîratü’l-Kuds’e teveccühlerini yenilerler.

3.10. Görülüyor olma mülahazası bunların her zamanki halleri, görüyor gibi olma da olmazsa olmaz hedefleridir;

KALB-İ SELİM NEDİR?

Selim “selime”den gelir. İslâm kelimesiyle aynı köktendir. Lügat mânâsı itibarıyla kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir.

Daha has mânâda ise o, İslâm’dan başka her şeye kapalı olan kalbdir.

Kalb-i selim sahibi olmak, Kur’ân’da bir mü’min adına ortaya konan vasıfları yaşamaktır.

Bir de biz, selim kalbi, daha ziyade insanlara zarar veren şeylerden salim olan kalb olarak düşünürüz.

Çünkü bir hadiste “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.” buyrulmaktadır. Bu biraz hususî, fakat enfes bir tariftir. Müslüman, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyecektir.

Kalb-i selim”, Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. İkisi de Hz. İbrahim ile alâkalıdır.[6]

Hz. İbrahim selim bir kalbe sahipti. “Nitekim Rabbine selim bir kalble geldi.” âyeti bize bu hakikati anlatmaktadır. Ve o, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylüyordu.[7]

Kalb-i selimin, evvelâ küfürden, tereddütten, şirkten salim olması lâzımdır.

İçinde küfrün, tahammülsüzlüğün, kinin, nefretin kol gezdiği bir kalb ne kadar insanca davranışlar içinde de bulunsa selim olamaz. [8]

İkincisi ise, o kalbin İslâmiyet ile mamur ve Kur’ân ahlâkı ile donanmış olması lâzımdır. Şayet kalb, Kur’ân’ın tarif buyurduğu ve teklif ettiği ahlâk ile mamur değilse, o kalb selim değildir.

Bütün bunlardan sonra Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüce ahlâk ve ulvî seciyeleri de kalb-i selimin tezahürleridir.

Bir insan, ahlâkını Efendimiz’in ahlâkına uydurduğu ölçüde selim kalbe sahip sayılır. Aksine kendi kendini aldatmış olur. Ümit ediyoruz ve Rabbimiz’den niyaz ediyoruz ki, bizi O’nun yüce ahlâkıyla serfiraz kılsın.[9]

Selim ve salim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’ân âyetleri onu mal ve evlâdın karşısına koymuş ve: “Mal ve evlât fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir.” buyurmuştur.

“Sanma ki ey hâce senden sim ü zer isterler,

Yevme lâ yenfe’uda kalb-i selim isterler.”

EK OLARAK:

269.Nağme: Kirli Sinelerden Taşanlar ve Kalb-i Selîme Ulaşanlar

http://www.herkul.org/herkul-nagme/269-nagme-kirli-sinelerden-tasanlar-ve-kalbi-selime-ulasanlar/

Sözlerimizi “kalb-i selîm” talebiyle noktalayalım:

“Allah’ım! Bize selîm kalbler ihsan eyle; her türlü gıll u gıştan âzâde ve müstağnî kılacak şekilde temiz gönüller lütfet!..”

“Âmin, binlerce, milyon kere âmîn. Kabul buyur ey bütün âlemlerin Rabbi!..”

***

[1] İncitmemiş, kırmamış; incitseler de incinmemiş. “Âşık der inci tenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden.” (Alvarlı Efe Hazretleri) “İncinme incitenden…”

[2] İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, Hazreti Hasan efendimiz -Allahu a’lem- yedi-sekiz yaşlarındaydı. Ama cins dimağlar onlar; peygamber torunu, firâsetli; “Hepsi dâhi idi!” denebilir. O gün ne denmiş, ne söylenmiş ise, onları bir teyp bandına kaydediyor gibi kaydetmiş. Yaşadığı sürece, zehirlenip ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar, duyup ettiği şeyler ile başkalarını aydınlatmaya çalışmış Hazreti Hasan.

Ve onun için deniyor: رَوَاهُ الْحَسَنُ Seyyidinâ Hazreti Hasan rivayet etti. عَنْ أَبِي الْحَسَنِ Ama bunu babasından duymuş, demek Hazreti Ali’den. عَنْ جَدِّ الْحَسَنِ O da ana tarafından dedesi Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.”

[3] Fakat o belaların sağanak sağanak, musibetlerin sağanak sağanak yağdığı anda sabır, gerçek sabırdır. اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَىHadisenin şokunun yaşandığı ânda dişini sıkıp katlanma demektir sabır.

[4] İslâmî düşünce sistemlerinde ahlâkın yanıltmayan esas kaynağı, “metlüv”, “gayr-i metlüv” ilâhî mesajlar ve o mesajların ilk muhatapları, tebliğcileri, temsilcileri enbiya ve mürselîn hazerâtı olmuştur. Onlar, aldıkları mesajları tebliğ, temsil, hâl, tavır ve davranışlarıyla sergilemişler; ikinci derecedeki muhataplar da onların etrafında birer hâle haline gelmişlerdir. Zaten “Her şeyin en doğrusunu Yaratan bilir” temel disiplinine binaen ilâhî vahiy ve onun ilk muhatapları olan enbiya-i izâmın daire-i irşatları dışında, ahlâk üstadı, pedagoji uzmanı ve farklı alanlardaki düşünürlerin ahlâk konusuyla alakalı ortaya koydukları hiçbir disiplin ve kural uzun ömürlü, kalıcı olmamış ve insanoğlunu insanî kemalâta -kâmil manada- yönlendirememiştir.

Bu hususun en zirve temsilcisi ise, peygamberlik manzumesi adına bestelenen ve hükmü bu manzumenin kafiyesi gibi en sonunda gelen, Ehadiyet hakikatinin ilk tecellisi ve Vâhidiyet sırrının en mümtaz meyvesi olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Daha sonra güzel ahlak, o Kamer-i Münîr’in nurani hâlesi sayılan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizle topyekûn dünyaya, bütün insanlığa, en azından onun büyük bir bölümüne ulaştırılarak vicdanlar ahsen-i takvîme uygun vaziyet almaya tevcih edilmiştir.

Evet, insan, ahsen-i takvîme mazhardır ve bütün esmâ ve sıfât-ı sübhâniyenin fihrist mahiyetinde mücellâ bir aynasıdır. O mücellâ ayna, aslî ve en geniş mânâsıyla da Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Bunu ifade sadedinde bir hak dostu ne hoş söyler:

“Bir âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.”

[5] İnsanoğlu şayet kalbî, kavlî, fiilî Allah’a müteveccih olup O’nunla münasebetini koruyamaz ve hayatını Kitap ve Sünnetin hısn-ı hasîn seralarında güven altına almazsa her zaman ciğeri de ısırılır, kalbi de ısırılır; ısırılır da iç içe kırılma fasit dairelerine maruz kalır ve hevâ-i nefsin felç eden tesirinden kurtulamaz. Böylesi bir çöküş ve çözülüşe karşı, imanda yenilenme ve derinleşme mülahazasıyla sürekli “Hel min mezîd!..” diyerek iman, irfan ve aşk u iştiyak adına devamlı Hakk’a teveccüh edip O’na sığınma, haram-helal konularında kılı kırk yararcasına yaşama, günde birkaç kez nefis ile hesaplaşma, nefs-i emmâre dürtülerine bütün bütün kapanarak “levvâme” ufkuna yönelme, böyle bir yönelmenin yol azığıyla mutmainne zirvelerine gözünü dikme, Râziye-Marziye heyecanıyla soluklanma, sâfiye-zâkiye hülyalarıyla oturup kalkma, ihlas ve ihsan “habl-i metin”ine sımsıkı sarılarak “iştiyak-ı likâullah” rüyalarına dalma, O’nun rızasını rızamızın biricik esası sayarak, ihlas, rıza, iştiyak-ı likâullah temcitleriyle kalben hep uyanık kalma, sonra da muhtemel muhalif rüzgârlar karşısında dimdik durabilme ve bu duruşu temadiyle taçlandırma… Evet işte bütün bunlar Kur’an ve Sünnet-i Sahîha ile ortaya konan ilahî ahlakın temel dinamikleridir.

[6] Hz. İbrahim, kavminin ve bilhassa babası Âzer’in dalâleti ve sapıklığı karşısında iki büklümdür ve ızdırap içinde kıvranmaktadır. Bunun böyle olması gayet tabiî ve fıtrîdir. Zira her insanda cibillî olarak, yakın çevresine karşı bir sevgi ve alâka vardır. Hele bu çevre daraldıkça sevgi ve alâka daha bir artmaktadır. Hiçbir salih evlât babasını sapıklık içinde görmek istemez, istemek bir yana, onun sapıklığı salih evlâdı her şeyden daha çok üzer ve dilgîr eder. Hele bu, Hz. İbrahim gibi şefkatin doruk noktasında bir peygamber ise; onun ızdırabı herkesten fazla olur. İşte Hz. İbrahim böyle ızdıraptan iki büklüm bulunmaktadır.

Bir gün yine, içinde babasının da bulunduğu bir topluluğa tevhid dersi vermekte ve onları hak dine davet etmektedir. Ancak kavmi ve babası ona karşı diretir, onun davetine icabet etmez. Atalarının dini üzere olduklarını söylerler. Bu hemen her devirde, gerçeğe inanmayan insanların mazeret veya dayanakları olmuştur. İşte böyle bir manzara karşısında Hz. İbrahim ellerini kaldırır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır:

“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni salihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemil yap ve “Naim” Cennet’ine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla, o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalble gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!”

[7] Yani küfrün hâkim olduğu bir kalbin, selâmete ermesi kat’iyen düşünülemezdi. Kâfir olan kimsenin evlâdı Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibarıyla, ahir zamanda gelecek, en büyük nebi, Nebiler Sultanı’nın, “Ben ona benziyorum.” diyerek iftihar ettiği bir insandır.

İşte bu zatın babası Âzer’in kalbi küfürle doludur ve onun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, “Rabbim! Ne olur bu benim babam!” diyecek… Fakat Allah, Âzer’i meshederek, Hz. İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak.” Böylece “Halilim, dostum!” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecellî edecek.

[8] Günümüzde çok hümanistler var, “Benim kalbim temiz, zira ben insanları çok seviyorum, hep onlar için hayra koşuyorum.” diyorlar, ama boştur; çünkü inkâra kilitli, gözü başka hiç birşey görmeyen bir kalb kat’iyen selim ve salim olamaz. Çünkü o kâinatın sahibini inkârda anlaşılmaz bir temerrüt göstermektedir. Aslında insanî değerlere saygılı olmak çok önemlidir. Ancak hem o değerleri gerçek yüzleriyle idrak hem de bu idrakin sürekliliği, insanın insanlığının esası olan imana bağlıdır. İman ve imandan kaynaklanan hakikî sevgi dinamiği olmayınca bütün iyilikler, güzellikler, faziletler ya yalan veya süreksizdir. Dolayısıyla da değersizdir.

[9] Bugün, İslâmiyet’e hizmet eden mü’minler, öyle ümit ediyoruz ki -inşâallah- ellerinden geldiğince ibadet ü taatte bulunmakta ve onunla gönüllerini mamur kılmaya çalışmaktadırlar. Aynı zamanda insanların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin maksadına matuf olarak da çok defa kendi maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmakta ve kendi yaşama zevklerini, yaşama hazlarını bir tarafa iterek başkalarını yaşatma, onları mesut etme arzu ve iştiyakıyla gerilime geçmekte ve küheylanlar gibi koşmaktadırlar. Bir yerde bir araya geliyorlarsa, bu sadece ve sadece hizmet düşüncesini, hizmet azmini kuvvetlendirmeye matuftur.

Gerçekten kulak verip onların heyecanlarını dinlediğiniz zaman, sinelerinin “i’lâ-yı kelimetullah” mülâhazasıyla attığını duyacak ve bunların o -vaad edilen zatlar olduklarını- anlayacak ve hissedeceksiniz. Müslümanlık bu fedakâr ruhlarla her zaman iftihar edecektir. Zira onlar gelecek adına dirilişimizi tekeffül etmiş, desteklemiş ve omuz vermiş gerçek mü’minlerdir. Ve işte bunlar, selim ve salim kalb sahibi insanlardır.