NUR REHBERLİĞİNDE “MARİFETTEN MUHABBETE”
RİSALE-İ NUR MÜZAKERESİ
GİRİŞ
“İnsan, bunu hedefleyip yürür ise, farkına varmadan bir gün bakarsınız, iman-ı billahtan marifetullaha sıçramış; marifetullahtan da muhabbetullaha. Gazzâlî’nin İhyâ’sında, şimdilerde okuduğumuz şey: Marifetten muhabbete… Bilmeyen sevemez; her şey ile bileceksiniz O’nu!..
İman-ı billahtan marifetullaha… Marifetullahtan muhabbetullaha… Muhabbetullahtan zevk-i ruhânîye… Sonra Hazret’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, aşk u iştiyak-ı likâullaha.
O ufka talip olmak lazım. Zira bir insanın kıymet-i harbiyesi -bir yönüyle- talip olduğu şeylerin kıymet-i harbiyesi ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Neye talip iseniz, kıymetiniz odur sizin!.. (BAMTELİ_ ÇÜRÜME, TİRANLAR VE PARANOYA_20 OCAK 2019)
***
ONUNCU HUCCET-İ ÎMÂNİYE
YİRMİNCİ MEKTUB’UN BİRİNCİ MAKAMI’DIR
Mukaddeme:
“Ey insan! Kat‘iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, îmân-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, îmân-ı billâh içindeki ma‘rifetullâhtır.
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı ni‘meti, o ma‘rifetullâh içindeki muhabbetullâhtır. Ve rûh-u beşer için en hâlis sürûr ve kalb-i insan için en sâfî sevinç, o muhabbetullâh içindeki lezzet-i rûhâniyedir.
Evet, bütün hakîkî saadet ve hâlis sürûr ve şirin ni‘met ve sâfî lezzet, elbette ma‘rifetullâh ve muhabbetullâhtadır.
Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihâyetsiz saadete, ni‘mete, envâra, esrâra ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır.
Onu hakîkî tanımayan, sevmeyen, nihâyetsiz şekāvete, âlâma, evhâma ma‘nen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev‘-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sâhibsiz, hâmîsiz bir surette,âciz, miskin bir insan, dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?
İşte bu âvâre nev‘-i beşer içinde, bu perişan fânî dünyada, insan sâhibini tanımasa, mâlikini bulmasa, ne kadar bîçâre, sergerdân olduğunu herkes anlar.
Eğer sâhibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine ilticâ eder. Kudretine istinâd eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner. Ve bir ticaretgâh olur.”
—
İman, Marifet, Muhabbet, Aşk, İncizab ve Fenâ-fillah Şerbetleri
Ben o Hazret’in sözünün başına bazı şeyler ilave ediyorum: “İmân-ı billah” menba-ı nezihinden, menba-ı pâkinden fışkıran “marifetullah”; sağlam bir iman kaynağından fışkıran marifetullah. Bu, Hazreti Pîr’in mülahazasıyla da örtüşüyor; “İman-ı billah”, sonra “marifetullah” diyor.
İman-ı billah menbaından fışkıran marifetullah şerbetini içmek.. sonra, marifetullah kaynağından fışkıran veya rampasından yükselen ya da limanından açılan “muhabbetullah” şerbetini içmek.
Evet, Sadreddîn-i Konevî hazretleri “şerbet içme” sözüyle ifade ediyor; “muhabbet şerbeti” diyor. Muhabbet şerbeti. Sonra, muhabbet menbaından (rampasından, limanından, rıhtımından da diyebilirsiniz) açılan, açıyı biraz daha genişleten, “aşkullah”. (Bamteli: ŞERBET_ 18/12/2016)
—
Hepsinin temelinde “iman-ı billah” var; mebde, o; zemin, o; esâsât, o. Statiğin temel hesapları ona bağlı; riyâzî mülahaza, ona bağlı: İman, “iman-ı billah”.
Sonra inandığın o şeyi çok iyi bilme, “vicdanî kültür” diyebileceğimiz şekilde kalbine mal etme, kendi iç derinliğin haline getirme: Ona da “marifet” diyebilirsiniz; marifet.
Marifet, ârifin küheylanıdır. İnsan, marifete biner, Allah’ın izni ve inayetiyle, “muhabbet” ufkuna/zirvesine ulaşır.
Oturur-kalkar, hep Allah sevgisini mırıldanır. “Mırıldanır”, bana göre; “vird-i zebân eder”, size göre. “Diline dolar” demek “vird-i zebân”; Farsça mürekkep bir kelime. Sürekli diliyle tekrar eder durur; “Sevgi, sevgi, sevgi!..” der.
Geçenlerde de bir mülahazayla ifade edildiği gibi, “aşkın âşığı” olur, “sevginin âşığı” olur. Sevgi, sevgi olduğu için sevilir/sever. Ve sonra o istemese bile, Allah’tan farklı tayflar halinde gelen -bir yönüyle- “zevk-i rûhânî” olur. Öyle derin bir zevk duyar ki, daha şimdiden âdetâ kalbindeki Cennet çekirdeği olan imanın inkişaf etmişliğini hissediyor gibi olur.
Herkesin kalbinde, bir çekirdek halinde, “iman”, neşv ü nemaya hazır. Kalb, kuvve-i inbâtiyesi çok güçlü; bazen, belki hemen bir saatte, iki saatte, insanı zirvelere çıkarabilecek bir kuvve-i inbâtiyeye sahiptir.
“Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Birincisine “taşıyor” diyor, öbürüne de “saklıyor” diyor.
Kullandığı kelimelerdeki nüansa da çok dikkat etmek lazım. Evet, “taşıyor” ve “saklıyor”. Daha dünyada iken o kalbinde inkişaf eden, bir çınar gibi boy atıp gelişen, dal-budak salan, gölgesi ile seni serinleten iman âdetâ bir Cenneti sana yaşatıyor. Dünyada iken… Ama işte o iman-ı billah, o marifetullah, o muhabbetullah, o zevk-i ruhânî.
İmanını bu üç küllî muarrif ile derinleştirme… İmanı “marifet”e çevirme, içtenleştirme ve işte o elli türlü şeytan entrikasının söküp atamayacağı şekle getirme. Talep, o olmalı!..
Bu iş ise, çok ciddî konsantrasyon ister, im’ân-ı nazar ister, onun üzerinde bakış teksîfi ister; ister ki o marifet, muhabbete dönüşüversin. Muhabbet de zevk-i ruhânîyi doğurur bağrında.
Âdetâ, “Salkım salkım meyveleri elle koparılacak mesafededir. Kendilerine şöyle denilir: Artık geride kalmış günlerinizde işleyip de, buraya gönderdiğiniz güzel işlerinizden dolayı afiyetle yiyin, için!” (Hâkka, 69/23-24) İsterseniz burada alabilirsiniz o zevk-i ruhânîyi. (BAMTELİ: İMAN’DAN AŞK’A_(14/05/2017)
***
23.SÖZ BİRİNCİ BAHİS
Demek ki, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla mükemmelliğe ulaşmak için gelmiştir. Mahiyet ve kabiliyet itibarı ile her şey ilme bağlıdır ve bütün hakiki ilimlerin esası, madeni, nuru ve ruhu marifetullah, yani Allah’ı bilmek ve tanımaktır. Bunun temel esası da Allah’a imandır.
—
22.SÖZ HÂTİME
Ey aklı uyanık, kalbi tetikte arkadaş! Eğer şu Yirmi İkinci Söz’ün başından buraya kadar anladıysan, on iki “lem’a”yı birden elinde tut. Binlerce elektrik lambası kuvvetinde bir hakikat ışığını bularak arş-ı âzamdan gelen Kur’an ayetlerine yapış. Cenâb-ı Hakk’ın yardımının burağına bin, hakikatin semâsına yüksel, Allah’ın marifetinin arşına çık, “Şehadet ederim ki, Senden başka ilah yoktur. Sen teksin, Senin ortağın yoktur.” diyerek her şeyin üstünde, bu büyük âlem mescidinde Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ilan et!..
—
24.SÖZ BEŞİNCİ DAL
Yani, sen cismaniyetin itibarı ile küçük, zayıf, aciz, aşağı ve sınırlı bir varlıksın. Onun ihsanıyla küllî ve nuranî bir mahiyet kazandın. Zira Cenâb-ı Hak, hayatı vermekle seni sınırlı ve küçük bir varlık olmaktan bir tür külliyete, insanlığı vermekle hakiki külliyete, İslamiyet’i vermekle yüce ve nuranî bir külliyete ve marifet ve muhabbeti vermekle her şeyi içine alan engin bir nura çıkarmıştır.
İşte, ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Kulluk gibi lezzetli, nimetli, rahat ve hafif bir hizmetle vazifelisin ama onda da tembellik ediyorsun. Kulluğunu yarım yamalak yapsan da sanki bu ücretler sana yetmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri zorbaca istiyorsun. Hem, “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun. Senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, cenneti ve ebedî saadeti, mutlak lütfu ve keremiyle ihsan eder. Sen daima O’nun rahmet ve keremine sığın, O’na güven ve şu fermanı dinle:
“De ki, Allah’ın lütfuyla, rahmetiyle, evet sadece bununla ferahlanın. Çünkü bu, onların dünya malı olarak topladıkları her şeyden daha hayırlıdır.” (Yûnus sûresi, 10/58)
—
Kırık Testi: TEYAKKUZ_ 08/03/2015
Vâkıa Üstad Hazretleri’nin, ulaşılması gereken bir hedef olarak, iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullah dedikten sonra zevk-i ruhânîyi/lezzet-i ruhaniyeyi de eklediği söylenebilir. (Bkz.: Mektubat, s.324, (Yirminci Mektup, Mukaddime))
Fakat burada dikkat edilmesi gereken şöyle bir incelik vardır: Sayılanların ilk üçü iradeye bakan hususlardır. Yani iman-ı billâhın da, mârifetullahın da, muhabbetullahın da arkasında şart-ı âdi planında insanın iradesi vardır.
Başka bir ifadeyle siz iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullah hususunda iradenizin hakkını verip dileyecek, isteyecek, okuyacak, araştıracak, tekvinî emirler âleminde dolaşacak, teşriî emirlere riayet edecek, zikr u fikirde bulunacak ve bu konuda hırz-ı can edeceksiniz.
Zevk-i ruhanî meselesine gelince o, iradî olarak istenilmez fakat Allah (celle celâluhu), mârifet ve muhabbet yolunda bulunanlara böyle bir lütufta bulunabilir.
Ama siz, başta bunu talep eder, iman-ı billâh, mârifetullah ve muhabbetullahı ona bağlarsanız, çok küçük bir neticeye talip olmuşsunuz demektir.
Çünkü kulluğunuzu sadece O’nun rıza ve teveccühüne bağlamanız öyle bir değere tekabül eder ki, dünyada bunu tartacak bir kantar yoktur.
Zevk-i ruhanî ise bunun yanında çok küçük kalır. Bu açıdan iradî olanla gayr-i iradî olan birbirine karıştırılmamalıdır.
Biz, hep iradînin arkasından koşmalı ve bu konuda iradenin hakkını vermeliyiz. Gayr-i iradî, isteğimizin dışında bize lütfedildiğinde ise bunu hamd ve şükür ile karşılamalı, tahdis-i nimetle minnet ve şükran duygularımızı dile getirmeliyiz.