TEVECCÜH EDİN, TEVECCÜH BULUN!..

BAMTELİ  MÜZAKERESİ

GİRİŞ

Bamteli: İMTİHAN, SEKÎNE VE KURTULUŞ 28 TEMMUZ 2019

Bununla beraber, öyle bir bayramın gelmesi, o “ferec”in, o “mahrec”in zuhur etmesi bir yönüyle hem ibadet ü tâatimiz ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâmma, hem de Allah’tan sürekli aynı şeyleri istemeye vabestedir.

Balığın karnında olduğunuzun tam şuuru ile Allah’a teveccüh edeceksiniz ki, nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet inkişaf etsin ve sizin geceniz, deniziniz ve balığınız da size hizmetkâr edilsin.

İşte Efendimiz’e o sekînenin inmesi, bir mana şeklinde oluyor, kalbde bir itmi’nan hâsıl oluyor. Kalbe inen -esasen- bir itmi’nân…

Ne var ki, bunların hepsi, O’na bir teveccüh-i tam ile teveccüh etmeye vabestedir.

Siz, teveccüh ederseniz, teveccüh, teveccüh doğurur. Teveccüh edin, teveccüh bulun!..

***

BAMTELİ  MÜZAKERESİ

Bu itibarla insan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– hep gönül gözleriyle O’na müteveccih olmalı,

her zaman pusuda bekleyip tecellî avlamaya çalışmalı

ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir;

beklemeli ve O’na ulaşmak veya O’nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı,

O’nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı

ve gönlü her zaman o “Kenz-i Mahfî”nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır.

Bu suretle, eğer muhabbet bir Süleyman, gönül de taht-ı revân ise, er geç sultanın gelip tahtına oturacağı muhakkaktır.

Onlar bütün benlikleriyle Hakk’a nâzırdırlar ve O’nu takdir ve tebcilleri de kendi idrak ufuklarını çok çok aşkındır.

Bunun yanında, böyle bir vefaya Hakk’ın teveccüh buyuracağına da ümitleri tamdır.

Öyle ki, Hak nezdindeki yerlerini kendi nezdlerinde Hakk’a tahsis ettikleri yerle irtibatlı görür ve O’nun karşısında her zaman dimdik durmaya çalışırlar.[1]

Oysa, yolda kalmamanın, düşüp kaymamanın ve sâhil-i selamete ulaşmanın en önemli dinamiği Cenâb-ı Allah’a teveccüh ve duadır.

Bizler aciz, zayıf ve muhtaç birer kuluz; O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hâkim’dir.

Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman, küçüklüğümüzün şuurunda ve O’nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep iki büklüm yaşamalı

ve isteyeceğimiz her şeyi yalnızca fiilî değil aynı zamanda kavlî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O’ndan istemeliyiz.

O’na teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe mülâhazalarımızı beraber götürmeye çalışmalıyız.

Bir yandan, O’nun bize çok yakın olduğunu, dualarımıza icabet edeceğini ve rahmetinin genişliğini düşünürken,

diğer taraftan da, ululuk ve azametini hatırdan çıkarmamalı,

hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hissedip yaşamalıyız.

Zaten, bu esaslara riayet edilerek yapılan dua, Cenâb-ı Hakk’a arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en sâfiyâne ve en hâlisâne bir kulluk tavrıdır.

Haddizatında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O’na dua etmektedirler.

Hâlık-ı Kerim de bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap vermekte ve her sesi duyup ona icabet ettiği gibi bizim dualarımıza da mukabelede bulunmaktadır. [2]

Allah rızasını kazanmaya doğru yol alan aşk-şevk kahramanlarının Cenâb-ı Hakk’a teveccühleri çok önemlidir.

– Zira, fertlerin şahsî hayatları adına inkişafları, Allah’a teveccühle gerçekleştiği gibi,

-hizmetleri adına inkişaf ve inbisatları da tıpkı güne bakan çiçekler gibi, ancak yüzlerinin O’na teveccüh etmesiyle mümkün olacaktır.

Şayet insanlar, Cenâb-ı Hakk’a olan teveccühlerini kesecek olurlarsa,

kendi düşünce dünyalarında gurûba kapandıklarından, batmaktan münezzeh olan ve bütün mevcudâtın kendisine teveccüh ettiği o Zât hakkında düşünce kaymalarına gireceklerdir.

Onun için inayet-i ilâhî adına tevhid, rıza, ihlâs ve araştırma buudlu Allah’a teveccüh çok önemlidir ve canlı kalabilmemizin de vazgeçilmez yollarından biridir.

Yüce bir gayeye gönül vermiş kutlular, bu önemli prensibe riayet ettikleri takdirde, yapmış oldukları herhangi bir hizmette, maddî açıdan başarılı olamasalar bile şahsî hayatlarında kazançlı çıkacakları muhakkaktır.

***

KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİNDE “TEVECCÜH”

Bakma, göz atma, mülâhazaya alma, iltifat etme diyeceğimiz “nazar” kelimesiyle;

yönelme, yakınlık duyma, iltifatta bulunma, sevme veya sevgi emareleri izhar etme… mânâlarına gelen “teveccüh” sözcüğü bir anlamda aynı şeyleri ifade ediyor gibi olsalar da, pek çok farklı yanları bulunduğu açık, birleştikleri noktalar da az değil.

Ayrıca bu kelimeler, Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet edilince farklı, yaratıklara isnat ettiğimizde ise daha farklıdırlar.

Veya biz, böyle bir nisbet ve isnatla onlara bu farklı mânâları yükleriz:

1- Cenâb-ı Hakk’ın nazar ve teveccühü, umumî bir feyiz ve bu celâlî bakış içinde rahmet edalı belli eşya ve eşhâsa hususî bir mevhibe şeklinde tahakkuk eder;

2- yaratıklarınki ise, bir kâbile, bir merâyâ ve mecâlî olabilme mahiyetinde gerçekleşir.

1.1. O, umumî himaye, sıyanet, rahmet, şefkat ve inayet... gibi celâlî ve vâhidî nazarıyla her şeyi görüp gözetmenin yanında,

1.2.  bazı kimselere özel iltifatı, kendine yaraşır şekildeki muhabbeti, fevkalâdeden merhamet ve şefkati… gibi cemalî ve ehadî teveccühlerde de bulunur.

1.3. O, bütün varlık ve hâdiselere kuşatan bir nazarla baktığı aynı anda –ki O her zaman böyle bakmaktadır– değişik cins, tür, fert ve fertçiklere de, konum, kabiliyet ve istidatlarına göre nazar eder;

1.4. hâl, kâl ve ıztırar diliyle isteyip diledikleri her şeye cevap verir

1.5. ve –hikmetine bağlı istisnalar mahfuz– hiçbir varlığı da mahrum bırakmaz...

Nebinin nazar ve teveccühü ise,

3.1.bütün o harikulâde istidadı ve o fevkalâde kabiliyetiyle Hakk’a yönelme,

3.2. zâhir ve bâtın havassıyla O’nun marziyyatının peşinde olma,

3.3. hatta tamamen O’nun hoşnutluğuna kilitlenme;

3.4. teşriî ve tekvînî emirleri düzgün okuyup doğru yorumlama,

3.5. Allah haklarını her şeyin üstünde tutma,

3.6. ilâhî mesajların ışığı altında ümmetini dünyayı imar etmenin yanında ebedî saadete ehil hâle getirme, getirip öteye hazırlama,

3.7. sıradan insanlara hakikî insan olma ufkunu gösterme,

3.8. Cennet yolunda arkasındakilere rehberlik yapma… gibi icmalî hususlardan ibarettir.

Bütün peygamberlerin, hususiyle de Sultan-ı Enbiyâ Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) O’na nazar ve teveccühünde iki durum söz konusudur:

3.9. Nebi (aleyhi efdalüssalevâti ve ekmelüttahiyyât), misyonu ve o aşkın mârifet ufku itibarıyla O’na bütün kevn ü mekânların Rabbi olarak bakar, bütün varlık ve hâdiseleri bu engin mülâhazaya bağlı olarak değerlendirir; kâinat kitabının okuyup anlayan bir mütalâacısı, bir baştan bir başa bu âlem sarayının serrehberi, eşya ve hâdiseler meşherinin/meşherlerinin bülendâvâz bir dellâlı, kulluk hakikatinin en hâlis temsilcisi, ebedî saadet yolunun yanıltmayan rehnümâsı… olma gibi küllî ve umumî nazarının yanında,

3.10. Efendimiz’in kendi hususiyetinden kaynaklanan özel istekleri, kimsede görünmeyen farklı arzu ve talepleri de vardır ki, buna da O’nun, –Hazreti Vâhid ü Ehad’in nazar ve teveccühüne mukabele-i kâmile ve müvâcehe-i tâmmesi mahfuz– cüz’î ve hususî, fakat ekstra istimdatları nazarıyla bakabiliriz.

3.11. Enbiyâ ve hakikî evliyânın bakışları, teveccühleri böyledir; onlar ilâhî feyizlerin ümmet ve müntesiplerine sirayetleri adına da birer nuranî vasıta mesabesindedirler. Sadece nazar değil, el tutmak, sohbetinde bulunmak, onun atmosferini paylaşmak birer sirayet vesilesidir.

Hazreti Feyyâz-ı Mutlak, kuluna böyle bir teveccühte bulununca,

– onun mecazî mahiyeti sayılan vücud-u cismanîsi âdeta silinir gider

– ve onun yerini bir vücud-u câvidânî alır ki, bu sayede tâlib veya sâlik bir hamlede ve bir nefhada hemen muhlasîn ufkuna yükselebilir.

Bu şekilde ekstra bir mazhariyet, ilimle, hatta “ilmü’l-yakîn”le elde edilmesi muhtemel makam ve pâyelerden çok farklıdır.

– Böyle bir nazara ehlullah, “tecellî-i ilim” demişlerdir ki, “ilm-i ledün” dalga boylu böyle bir teveccüh sayesinde birdenbire her şeyin mahiyeti değişir;

–  insan âdeta melek oluverir,

– cisim ruh keyfiyetini alır,

– ateş “berd ü selâm”a dönüşür, tuzlu deryalar kevser ırmakları hâline gelir, zehir de panzehire inkılâp eder.

– Böyle bir nazarla taltif edilen sâlik veya tâlib, bâtınî duygularının inkişafıyla bir kalb ve ruh kahramanı olma ufkuna ulaşır;

–  arzda bulunduğu aynı anda semavîlik soluklar

– ve Hakk’ı gösteren bir mir’ât-ı mücellâya dönüşür.

– Her şeye, hususiyle de insan mahiyetine ve insan simasına basîretle bakabilenlerdir ki, bu aynalarda her zaman ilâhî isimleri temâşâ eder,

– Müsemmâ-i Akdes mârifetine dalar;

– latîfe-i rabbâniyenin gözüyle sıfât-ı sübhaniyeyi müşâhedeye koşar,

– çok defa dehşetlere kapılır, sırrın temâşâ ufkundan öteleri, ötelerin de ötelerini seyir iştiyakıyla şahlanır

– ve sürekli kalak ve heyman arası gel-gitler yaşarlar.

Mârifet ufkunda muhabbet duymuş, aşk u şevk zirvesinde ruhanî zevk yudumlamış kimseler için Hak kapısında, Hakk’a teveccühte bir yorgunluk ve usanma söz konusu olmasa da, bu ölçüde mârifetten nasip alamamış mübtedîlerde bazen gevşemeler olabilir.

Bu itibarla da, Hak rızası ve O’nun muhabbetine tâlip olanlar, ne olursa olsun o kapının önünde her zaman iki büklüm bulunmalı ve asla melâlet ve ülfete girmemelidirler.

Zaten, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühlerinin temadisi de buna bağlıdır.

 “Siz yorgunluğa düşüp melâlet yaşamadıkça Allah teveccühlerini kesmez. fehvâsınca, insan hiçbir zaman gözünü O’nun kapısından, kapısının aralığından ayırmamalıdır;

ayırmamalıdır ki seviyesine göre nazar ve teveccüh esintilerinden mahrum kalmasın;

ikbâli, ikbâl mukabelesi görsün; nazar ve niyazı da, teveccüh atiyyelerine dâî olsun…

Aslında, ilâhî vâridât da ancak, Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh, teveccühte devam ve O’nun da bu mütemadi yönelişe karşı merhamet teveccühleri sayesinde gerçekleşebilir.

Her şeyden evvel, daimî teveccüh ve sürekli murâkabe her maksada ulaşmada ve her engeli aşmada en önemli bir dinamiktir.

Sâlik ve tâlib, zâhirî sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken teveccüh ve murâkabede de kusur etmemelidir ki, vefa, sadakat ve sebata esip gelen meltemlerden mahrum kalmasın.

Ne var ki O, her şeyde esbabı izzet ve azametine perde yaptığı gibi, değişik konumdaki kullarına bir kısım iltifatlarında da bazen bir nebi, bazen bir veli ve bazen bir üstadı perde yapabilir; yapar, hediye ve behiyyelerini onların eliyle bu kabîl muhtaç ve muntazırlara sunar.

Böyle bir muamele O’nun tarafından nebiye, veliye ve üstada bir taltif işaretlemesi sayılmasının yanında, bazen de sâil ve tâlib için bir imtihan vesilesi olabilir.

Ancak bütün bu verip almalarda nazar ve teveccüh Hakk’a olmalıdır.

Bizim tevhid telakkimize göre, makro âlemden normo âleme, ondan da mikro âleme kadar meydana gelen bütün değişim ve dönüşümler O’nun teveccühünden, bütün görülüp gözetilmeler de O’nun her şeye nazarındandır.

 Aksine, Hakk’a teveccühü yamuk yumuk, eşyaya bakışları da maddiyatları itibarıyla olan vech bilmez yüzsüzler hiçbir şeyi doğru göremez ve doğru değerlendiremez;

zira, Hak nezdinde yüzü olmayanda –basîret mânâsında– göz de olmaz; gözü olmayanlar nazar bilmez, nazar bilmeyenlere de nazar edilmez.

Umumun Cenâb-ı Hakk’a nazar ve teveccühü ise,

-herkesin istidat ve kabiliyeti ölçüsünde, esmâ ve sıfât ufku itibarıyla O’nun tasarruf ve icraatını kavramaya çalışma,

-aczini, fakrını idrak etme,

-nisbeten de her zaman vicdanında duyup hissettiği bir istinat ve istimdat noktası arama hissiyle O’na dayanma,

-O’ndan medet isteme,

-böyle bir bakış ve teveccühe lütfedilen mevhibeleri şükranla karşılama,

-şevk ile “mezîd” avlama şeklinde gerçekleşmektedir ki,

böyle bir nazar herkese açık olmanın yanında âlâyiş ve gösterişten uzak bulunması itibarıyla da daha emin görülmektedir.

Bu amellerin başında Allah’a teveccüh gelir. Günebakan çiçeklerin güneşe yöneldikçe âdeta gülümsemeleri ve daha bir serpilip gelişmeleri misillü, insanlar da ancak yüzlerini Cenâb-ı Hakk’ın dergahına çevirirlerse hem şahsî hayatları hem de iman hizmetine müteallik işleri zaviyesinden inkişaflara erişebilirler.

İnsan, hiçbir zaman gözünü O’nun kapısından ayırmamalıdır ki seviyesine göre nazar ve teveccüh esintilerinden istifade edebilsin.

Yoksa, O’na teveccühte kusur eden, nazar-ı merhamet ve şefkatten mahrum kalır; ubûdiyetle O’na yaklaşma azminde olmayan da hizlâna uğrar.

 “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” beyanı da bu hakikati ifade eder.

Bu itibarla, ilâhî inayete mazhariyet, bilhassa Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh, teveccühte devam ve O’nun da bu mütemâdî yönelişe karşı merhamet teveccühleri sayesinde gerçekleşir.[3]

[1] SIZINTI BAŞYAZI_ Allah Sevgisi

[2] KIRIK TESTİ_ Sevdir Bize Sevdiklerini!..

[3] KIRIK TESTİ_ İnayet Altındayız!..