İLAHİ HIFZA SIĞINMA; “İNAYET SÖZLEŞMESİ”

BAMTELİ / KIRIK TESTİ MÜZAKERESİ

Hazreti Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) diyorlar ki:

Allahu Teâlâ ferman buyurdu: “Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir amel ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de, kulum nafileler ile bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli olurum (Yani; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım.

Bir insan için en önemli mesele kurbettir; yani, Allah’a yakın olmaktır. Allah’a yakınlık, cismin cisme yakınlığı değildir; o mânevî bir yakınlıktır. Bizim müteşâbihâta girmeme adına kullandığımız üslûb içinde, kurbet, kendi uzaklığımızı aşma demektir. Evet, O bize her şeyden, herkesten daha yakındır; gözsüz göremese, sağırlar duyamasa, hisleri, ihsasları işlemeyen mahrumlar anlayamasalar da O’ndan daha ayân, daha yakın kimse yoktur.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) insana sıkıntı ve keder verecek, onu dünya ve ahirette zillete düşürecek mevzularda Cenâb-ı Hakk’a sığınmış, ümmetine de her türlü musibete karşı Allah Teâlâ’nın hıfz ve inâyetine sığınmalarını tavsiye etmiştir. Bu şekilde, ilahî emir ve yasaklara uymanın yanı sıra, hem söz hem de amelle Allah’ın koruyup kollamasını ve bütün şerlerden muhafaza etmesini istemeye “istiâze” denmektedir.

Peygamber Efendimiz’in değişik hadis-i şeriflerine bakılırsa görülecektir ki, O, küfürden, fâsıklıktan, nifaktan, riyakârlıktan, kalbin kasvet ve gafletinden, acizlikten, tembellikten, yoksulluk ve borcun galebe çalmasından, zillet ve meskenetten, insî ve cinnî şeytanların şerlerinden, delilik ve cüzzam gibi hastalıklardan, bunamaktan ve çok yaşlanıp başkalarının eline düşmekten, yangın ve sel gibi felâketlerden, kabir azabından ve Cehennem’den… Cenâb-ı Allah’ın rahmetine, ilâhi riâyet ve inâyete iltica etmiş; aynı zamanda bize de, bu musibetlere karşı teyakkuzda olmamızı irşad buyurarak, yönelmemiz lazım gelen sığınağı göstermiştir.

Allah Seni, Sana zarar vermek isteyenlerin şerrinden koruyacaktır. Şüphen olmasın, Allah asla kâfirlerin, emellerine ulaşmasına fırsat vermeyecektir.” beyanıyla ortaya konan hıfz u inayet ve teminat u riayet ifade eden âyettir.

Şöyle ki, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bilhassa Mekke döneminde koruyucuları az, düşmanları çok ve amansız olmasına, akla hayale gelmedik onca komplo ve mekr u hileye rağmen âyet-i celîlenin haber verdiği gibi olmuş, onların kötülük plânları ve entrikaları boşa çıkmış/çıkarılmış ve o Masum-u Masûn kendi saadethanelerinde ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar hep ilâhî inayet ve riayetle korunup kollanmış ve kötülüğe kilitlenmiş o habis ruhların arzuları da kursaklarında kalmıştır.

… 

Hem ayât-ü beyyinâtta zikredilen kelimeler hem Enbiya-i İzam efendilerimizin tavırları hem de Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifadeleri bize hâl-i hazırdaki durumumuza güvenmememizi, “Bir kere bulduk, kurtulduk” şeklindeki mülahazalara asla düşmememizi ve her zaman tazarru ve niyazla Cenâb-ı Hakk’a yönelip O’nun hıfz u inayetine sığınmamızı tembih etmektedir.

Demek ki, insan-ı kâmil ufkuna yürüme ve en azından mü’minlik vasfını yitirmeme ancak böyle sürekli bir teveccühle mümkün olmaktadır.

Evet, gerçekten inanmış ve rüşde ermiş bir mü’min, her türlü günahı çok kerih gören ve günaha, hataya, hiçbir ma’siyete asla bulaşmamaya çalışan insandır. O, işleyeceği her günahla, kendisine bahşedilen iman kristalinin kirleneceğine, hatta çatlayacağına inanır. Bir yerde, herhangi bir şekilde sürçüp günah işlediği ve isyan atmosferine kaydığı zaman ise, hiç vakit kaybetmeden kalkıp tevbe ve istiğfarla yeniden arınır.

“Onların kalb-i ruhanîlerinde hastalık var. Allah Teâlâ bunların hastalıklarını daha da artırmıştır…” (Bakara sûresi, 2/10)

Bazı tefsirler فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا cümlesini açıklarken اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ şeklinde bir yorum getirmişlerdir. Şöyle bir yaklaşım daha doğru olsa gerek: Allah, onların kalblerindeki hastalığı artırdı; zira onların niyet plânında kötülüklerle içli-dışlı olmaları, bununla da kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeleri, sebeplerin artışıyla neticenin katlanması demektir ki, bu da tam bir fasit dairedir. Yani bir türlü kalbten sökülüp atılamayan, hatta sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni kötü ameller doğurmuş ve böyle bir fasit daire içinde münafık helâk olup gitmiştir. Bu itibarla, فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا cümlesi tefsir edilirken, “fasit dairenin tabiî ve olağan neticesi” denilmesi her hâlde daha muvafık olacaktır.

Bir kere insan sağlığının tabiî, hastalığın tâli, fıtrat-ı selimenin esas, ruhî rahatsızlığın arizî olmasına binaen, kalbin hıfz u sıhhatine bakmayanlar ve ona mânevî karantina şartları hazırlamayanlar bu latîfe-i rabbaniyeye virüs kaptırmış olurlar. Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük bir mâsiyete, hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre değişik yollar bulunması itibarıyla, mebdede gayet küçük başlayan bir şey bazen tasavvurları aşkın geniş bir açı ile noktalanabilir.

Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hak’la mukavele yapmışçasına hıfz u himaye ve inayet seralarına alınmış olur ki فَاذْكُرُونِۤي أَذْكُرْكُمْ “Anın Beni ki anayım sizi” ilâhî fermanı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifade etmektedir.

Yani siz,

  • Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak..
  • siz dua ve münâcâtlarla hep O’nu mırıldanınca, O da icabetle size lütuflar yağdıracak..
  • siz onca dünyevî işlerinize rağmen O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gailelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek..
  • siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak..
  • siz rahat zamanlarınızda O’nu dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet esintileri gönderecek..
  • siz O’nun uğrunda yollara dökülüp O’nu cihana duyurunca, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak..
  • siz bütün davranışlarınızda ihlâslı olunca, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek…

Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi; zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfik ve hidayet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir derinleştirecektir ki, وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ “Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!” emr-i rabbânîsi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu “salih daire”yi ihtar etmektedir.

… 

Ayrıca evrad ü ezkârla ilâhî inayete sığınma da insanı koruma altına alacak sırlı bir güç kaynağıdır.

Siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım.” âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere, şayet biz Allah’ı tesbih, tahmid ve tekbirlerle yâd edersek, problemlerle yüz yüze gelip sıkıştığımızda, O da bizi inayetiyle yâd edecektir.

Bu âyet-i kerimeyi şöyle de anlayabiliriz: “Siz acz ve fakrınızla bana yönelin ki, Ben de güç ve kuvvetimle sizi destekleyeyim.” Mukavele şeklindeki bu sözleşmede, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühlerinde, bir lütuf tecelli dalga boyu sezilmektedir. Yani Allah (celle celâluhu) âdeta bizi anlaşmanın bir tarafı kabul ediyor ve “Siz Bana bunları yapın, Ben de size bunları yapayım.” buyuruyor.

Hâsılı, göz, kulak, dil gibi uzuvları günahlardan temizleme, kalbleri arındırma ve şarj olma adına herkesin böyle muvakkat bir tecrit hayatına ihtiyacı vardır. Fakat bu tür beraberliklerde zihinler kitap okumaya, kalbler evrad ü ezkâra kilitlenmeli; ulvî meseleler dışında laubali şeyler konuşulmamalı, lağv u lehve girilmemelidir.