“HİCRET, MÜCÂHEDE VE SABIR… AH BUNU BİR BİLSELERDİ!..”
İSTİFADE EDİLEN KAYNAK:
Bamteli: HİCRET VE CİHÂD-I EKBER_ (13 OCAK 2019)
***
A-SÜREÇTE “CEBRİ HİCRET”
1-Bamteli: MUKADDES GÖÇ VE KUTSAL ÇİLE_ (28/02/2016 )
2-Bamteli: CEBR-İ LÜTFÎ VE HASANÎ RUH_ (01/01/2017)
3-Bamteli: MAHPUSLAR, MAZLUMLAR, MUHÂCİRLER VE HİMMET_ (05/02/2017)
4-Bamteli: DİKENLİĞE DÜŞEN GÜLLER VE İNLEYEN BÜLBÜLLER_ (05/03/2017)
5- Kırık Testi: HİCRET VE MUKADDES GÖÇ_ (24/09/2017)
6-Bamteli: İÇERİDEKİ MAZLUMLAR VE CEBRÎ MUHÂCİRLER_ (29/10/2017)
7-Bamteli: DEĞMEZ Mİ?!. _ (12/11/2017 )
8- Bamteli: GURBET, HİCRET, ŞEHADET VE HİZMET_ (18/02/2018 )
9- Bamteli: MUSİBETLERİN EKŞİ ÇEHRESİ VE HİKMETİN GÜZEL YÜZÜ_ (04/03/2018)
10- Bamteli: TALEBİN KIYMETİ VE NİYETTEKİ DERİNLİK_ (29/04/2018)
11- Bamteli: HİCRET VE CİHÂD-I EKBER_ (13 OCAK 2019)
—
B-SÜREÇTE “MÜCÂHEDE”:
1- Bamteli: YANGIN, İMTİHAN VE YARDIM_ (06/01/2019)
2- Kırık Testi: LİYAKAT VE İSTİHKAK
3- Bamteli: HÂLİMİZ, YOLUMUZ VE DUAMIZ_ (25/09/2016)
4- Bamteli: HİCRET VE CİHÂD-I EKBER_ (13 OCAK 2019)
—
C- SÜREÇTE AKTİF SABIR
1-Bamteli: “ALLAH’ADIR TEVEKKÜLÜMÜZ, İTİMADIMIZ!..”_ (17/01/2016)
2-Bamteli: DEFİNEYE MÂLİK VİRÂNELER VE ÇAĞIN GARABETİ_ (06/11/2016.)
3-Bamteli: GÜZEL ÂKIBET MÜTTAKÎLERİNDİR!.._ (25/12/2016)
4-Bamteli: İTİRAFÇI KILIKLI MÜFTERÎLER VE MEDRESE-İ YÛSUFİYE_ (22/01/2017)
5-Bamteli: AKTİF SABIRLA SABREDECEĞİZ!.._ (23/07/2017)
6-Bamteli: BAHARIN VAKTİ VE SABR-I CEMÎL_ (10/09/2017)
7-Bamteli: MEFKÛRE MUHÂCİRLERİ VE YİĞİTÇE DURUŞ_ (15/10/2017)
8-Bamteli: AŞKTA SABIR VE HİCRETTE KOZADAN KELEBEĞE_( 17/12/2017)
9-Bamteli: SADÂKAT İKSİRİ VE DURAĞANLIK ZEHRİ_ (25/02/2018)
10-Kırık Testi: YEİS ZİNCİRLERİNİ KIRIN!.._ (01/04/2018)
11- Bamteli: YANGIN, İMTİHAN VE YARDIM_ (06/01/2019)
12- Bamteli: HİCRET VE CİHÂD-I EKBER_ (13 OCAK 2019)
***
GİRİŞ
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
“(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42)
***
ÖZETLE;
1- Radikalizmin kullandığı bir malzeme: “Cihad”
2- Maddî Mücadele; “Cihad-ı Asgar”
3- Sürekli iç kontrol; “Cihad-ı Ekber”
4- İhtiyari – İradi Hicret ve Siz
5- Cebri Hicret ve Mücahede”
6- Cebri Hicret açısından Yol ve Yöntem
7- Cebri Hicretin Aktif Sabır yönü
8- Cebri Hicret ve Gönüllere Otağlar kurma
9- Cebri Hicret ve Muavenet
***
1- RADİKALİZMİN KULLANDIĞI BİR MALZEME: “CİHAD”
(-) “Cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor.
(-) Bu, Radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele…
(-) Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. [1]
(+) Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor
(+) Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.
—
2- MADDİ MÜCADELE; “CİHAD-I ASGAR”
(+) Cihâdda aynı zamanda “maddî cihâd” deniyor. (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor.
(+) O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor.
(+) “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; usûl-i hamsenin (-“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.-) muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor.
(+) Maddî mücadele de esas “müdafaa savaşları”…[2]
(+) Ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya usûl-i hamseyi müdafaa adına tedâfuî savaşlar…[3]
(+) Kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşma; Müslümanlar üzerine tamamen yok etmeye niyetlenerek daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar.
(+) O (cihâd-ı asgar) , insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir.
(+) Bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; “küçük cihâd” olarak adlandırılmış.
(+) iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; “küçük cihâd” olarak adlandırılmış.
(+) üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış.
(+) Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor.
—
3- SÜREKLİ İÇ KONTROL; “CİHAD-I EKBER”
(+) Meseleye derinlemesine baktığınız zaman bir “arınma mevzuu”
(+) İnsanın sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(“cihâd-ı ekber” o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması)
(+) Bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır.
(+) Bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.
(İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan…)
(+) “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” …
(İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.) [4]
(+) O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme ve arınma adına, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz” .[5]
(+) O küçük cihâdın nöronlarımızda bıraktığı izleri,( nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme ) tozu-toprağı silme ve arınma adına…“Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz“
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın nefsine, hevâsına karşı, arınma cehdi
(“Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!..) ”[6]
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın şeytanına karşı, arınma cehdi
(O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah.) [7]
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı arınma cehdi
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın halkın takdir etmesine karşı, sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın alkışlamasına karşı, sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) O, (“büyük cihâd”) dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) O, (“büyük cihâd”) tûl-i emele karşı, sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) O, (“büyük cihâd”) tevehhüm-i ebediyete karşı, sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) O, (“büyük cihâd”) insanın dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı… sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına alması
(+) Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı
(+) Bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı
(+) Bir yerde bir makam ile karşılaşır.. sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı
(+) Bir yerde bir paye ile karşılaşır.. sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı
(+) Bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı [8]
(+) Bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… sürekli iç oto kontrol ile kendisini zapturapt altına almalı..
(+) O, (“büyük cihâd”), insanın kendi ile yüzleşmesi;
(+) O, (“büyük cihâd”), insanın bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi..
(+) O, (“büyük cihâd”), insanın bir yönüyle, kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi..
(“Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum?
Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi…)
(+) O, (“büyük cihâd”), insanın hem kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi…
( Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı,
“Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…)
(+) Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler.
—
4- İHTİYARİ – İRADİ HİCRET VE SİZ
(+) İlk Hicret: İhtiyari Hicret : Daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar..
(+) İlk Hicret: İhtiyari Hicret : Kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı.
(+) Hakk’a adanmış ruhlar, haritadaki konumunu dahi bilmedikleri yerlere irâdî hicret ile gittiler; gittiler ve “cihâd-ı ekber” yörüngesinde, hal ve temsil kanatlarıyla mücâhede ettiler.
(+) Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti.
(+) Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; [9]
(+) Allah’ın izni-inayetiyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu..
(Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu.)
(+) Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi.[10]
(+) İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. [11]
(+) Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar. Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara.
—
5- CEBRİ HİCRET VE “MÜCAHEDE”
(+) Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” (HİCRET VE CİHÂD-I EKBER) durumu…
(+) Kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar.[12]
“(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42)
(+) Cebrî hicret” etmiş arkadaşlar “Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler.” “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelenler cebri hicrete maruz kaldılar. [13]
(Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar.)
(+) Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..
“Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)
(+) “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.[14]
(+) “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) [15]
—
6- CEBRİ HİCRET AÇISINDAN YOL VE YÖNTEM
(+) Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…
(+) Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).
(+) Bir yol değil..Yollar..
(+) Değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar.
(+) Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı.
(+) Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar…
(+) Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…
—
7- CEBRİ HİCRETİN AKTİF SABIR YÖNÜ
(+) “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler… dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler.
(+) Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır…
(+) “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” [16]
(+) Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. Ama Sabrettiler, şikâyet etmediler
(+) vize sıkıntısı çektiler.. Ama Sabrettiler, şikâyet etmediler
(+) geçim sıkıntısı çektiler.. Ama Sabrettiler, şikâyet etmediler
(+) muâvenetlere muhtaç oldular.. Ama Sabrettiler, şikâyet etmediler
(+) himmetlere muhtaç oldular… Ama Sabrettiler, şikâyet etmediler.
(+) Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek; gözlerinizin görmediği, kulaklarınızın duymadığı ve akıllarınızın alamayacağı güzellikler içinde o menkıbeleri birbirinize anlatıp sohbet edeceksiniz.[17]
(+) Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan…
(“Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.”) [18]
(+) Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş.
(Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…) [19]
—
8- CEBRİ HİCRET VE GÖNÜLLERE OTAĞLAR KURMA
(+) Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi.
(+) Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor.
(Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. )[20]
(+) İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar.
(+) Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular,
(+) Manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular.
“Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)
(+) Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. [21]
(+) O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır.
(“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın)
(+) Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım.
(+) O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım! [22]
—
9- CEBRİ HİCRET VE MUAVENET
(+) “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”
(Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”)
(+) Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.[23]
(+) Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!..[24]
(+) Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde gerekirse bütün servetini Allah yolunda infak etme [25]
—
[1] “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”
Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.
Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.
Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahttı.”
Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben kendi kafamda, böyle ihtimalî hesaplar ile kendime göre değerlendiriyorum; on beş milyon insanın gönlü kırılmış!.. Neden? Çünkü bir milyona yakın insan mağduriyet yaşıyor ise, annesi, babası, amcası, dayısı, teyzesi, halası, komşusu, akrabası, aynı masada oturduğu sınıf arkadaşı, öğretmeni/muallimi, talebesi… Biri, yirmi ile çarpacaksınız; bir milyon ise, yirmi milyon insanın içine sürekli kan damlıyor demektir.
Bu, öyle bir cinayettir ki, şeytan, öbür tarafta bu cinayeti gördüğü zaman -Zaten bazı yerlerde o kaçamak diyalektiğini yapıyor; Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.- diyecek ki: “Vallahi, billahi, tallahi; ben bunların hiç birini yapmamıştım!”
[2] Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, bunlar.
[3] Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…
[4] Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.
[5] Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey…
[6] Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…
[7] Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…
[8] Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…
[9] Kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler.
[10] Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi.Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.
[11] Âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler.
[12] Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.
[13] “Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.
“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..
Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem.
İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..
İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…
Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.
Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.
[14] Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.
[15] Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; فِينَا deniyor.
[16] Buna bir şey ilave ediyoruz: Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!..
Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”
[17] Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.
[18] O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.”
[19] Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”
İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”
Hizmetlerin “Kur’ânî Makuliyet” etrafında toplanmış adanmış ruhlarca yapıldığını göremeyen basar ve basiret mahrumları “Milyarlara hükmediyor!” diyorlardı; keşke anlayabilselerdi!..
Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.
“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)
[20] Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.
Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.
[21] Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!” Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti.
[22] Hiç göz, görmemiş… سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.
[23] Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar!
[24] Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.
[25] Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar…
Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.