BAMTELİ  MÜZAKERESİ

KONUMA İHANET  (BAMTELİ _ 07 NİSAN 2019)

 “Adanmış ruhlar, Cennet’ten tapu dağıtan gafiller gibi davranmamalılar; kâfir olarak ölme ihtimali karşısında tir tir titremeli ve mutlaka konumlarının hakkını vermeye çalışmalılar.”

Yol, Efendimiz’in ve Ashabının yoludur; yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan gerçek müminler, hal ve temsilleriyle, binlerce insanın o yolun yolcusu olmalarına vesile teşkil ediyorlar.

Allah, adanmış ruhları, şefkat tokatları mesabesindeki bela ve musibetlerle arındırıyor; onları Allah Rasûlü ve O’nun Hâle’si ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.

Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın konumlandırdığı yerin hakkını vermiyorsa şayet, o mevzuda o da ona göre bir tokat yer.

Çünkü o duruma getirme mevzuu, Cenâb-ı Hakk’ın bir iltifatıdır; o iltifat, bir karşılık ister.

Cenâb-ı Hak, o kadar iltifat etmiş ise şayet, senin de ona göre bir karşılıkta bulunman lazım!

Allah’ın lütfuyla bir noktaya getirilmiş bir insan, ona göre bir duruş sergilemiyor ve oranın hakkını vermiyorsa, konumuna ihanet ediyor demektir.

Her yere girme, her yerde -bir yönüyle- Allah’ı soluklama, Peygamberi soluklama; o nefeslerimle, soluklarımla gönüllere girmeye çalışma.” diyenler…

Kendini bu işe adamış bir insan, bunun dışında kendince en önemli gördüğü meselelere bunun önünde -bakın, bu-nun ö-nün-de- bir yer veriyor ise şayet, diğer şeylere ehemmiyet verdiği kadar yirmi dört saat içinde bu meseleye o denli önem vermiyor ise, konumuna ihanet ediyor demektir; o, “konum hâini”dir. Tekrar ediyorum: o noktaya getirilmiş bir insan, konumunun hakkını vermiyor ise, o, konum hâinidir!.. Dolayısıyla Allah, tokat vurur.

“Cenâb-ı Hak, sizi öyle bir konuma getirmiştir ki, bu, Peygamberler yolunda en önemli bir mevkidir. Bu, bin tane başbakanlığa değiştirilmez.”

İÇ DERİNLİKLERİYLE İNSAN

(IŞIĞIN GÖRÜNDÜĞÜ UFUK BAŞYAZI- Ağustos 1999)

 Evet, varlık ve hâdiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir.

Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakikî mânâsıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz.

Hakikî insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvî sayılan insanın, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ [1] fehvâsınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.

KONUMUN HAKKI (KIRIK TESTİ- 2/09/2012)

YÜKSEK BİR KULEDEN DERİN BİR ÇUKURA DÜŞME İHTİMALİ VAR

Evet, her konum bir mazhariyet olduğuna göre her konumun kendine göre bir hakkı, eda edilmesi gereken belli vazife ve sorumlulukları vardır.

Bu durumu, “Bi hasebi’l-mağnem, el-mağrem” sözüyle ifade etmişlerdir. Yani bir insan ne kadar ganimete mazhar, ne kadar lütuflarla serfiraz ise, onların kadr u kıymetini bilmediği takdirde Allah onu o kadar perişan eder.

Harem odasına kadar girmiş bir insan, oranın kıymetini bilmez ve oranın hususiyetlerine karşı saygısızca davranırsa onu çıkarıp salonda oturtmazlar, kapının önüne koyarlar. Bu sebepledir ki, Hz. Pîr, ihlâs kulesinin başından düşen bir insanın düz bir zemine değil, derin bir çukura düşme ihtimalinin olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Keza eğer bugün belli konumları ihraz eden insanlar, hizmet etme imkânlarını değerlendirmeyip bu mevzuda ahesterevlik ederlerse, onların da kulakları çekilebilir.

Nitekim Hz. Pîr, Lem’alar’da başta kendisinin, sonra da yazmak için izin aldığı talebelerinden bazılarının yediği şefkat tokatlarını bize nakletmiştir. O, çektiği sıkıntıları, Kur’an’a hizmeti maddi, manevi füyüzat hislerine feda etmesine bağlamıştır.

Baştan sona bütün hayatı gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Üstad Hazretleri, bu mevzuda azamî derecede bir kemal-i hassasiyetle yaşamıştır. “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen bir insanın Kur’an-ı Kerim’e hizmeti, maddi, manevi füyüzat hislerine feda edebileceğine ihtimal verilemez.

Öyleyse siz, onun bu sözlerini, önünüzdeki bir rehberin, düşünmeniz gerekli olan mevzularda size ışık tuttuğu şeklinde algılayabilir ve onun bu sözlerini kendiniz hakkında düşünebilirsiniz.

Yani rehber, bu sözleriyle iç mülahazalarınızda da size rehberlik yapmış ve size şöyle bir ikazda bulunmuştur: “Dikkatli olun! Sizin konum ve mazhariyetleriniz farklıdır. Siz, dava-yı nübüvvetin yeryüzündeki varislerisiniz. Eğer siz, insanlık yolunda Allah rızası için yapmış olduğunuz hizmetleri, maddî manevî füyuzat hislerinize, dünyevî makam ve mansıplara, parmakla gösterilmeye, ‘ağabey’ denmeye, büyük olarak tanınmaya vesile yaparsanız, tokat yersiniz. O halde konumunuzun kıymetini bilin ve hep ona göre hareket edin!”

GAYRETULLAH

YENİ*: KIRIK TESTİ- 31 Mart 2019)

Bütün bunların yanında, zalimin zulmünün gayretullaha dokunması mevzuunda mazlumun tavrının da çok önemli olduğunu ifade etmek gerekir. Bazen zalimin zulmünü, mazlumun kendi nefsine yaptığı zulüm nötrler.

Yani Allah, zalim hakkında hükmünü vereceği zaman, onun zulmü yanında mazlumun gerçekten konumunun hakkını verip vermediğine de bakar.

Eğer mazlum Allah’a vefalı bir kul değilse, yürekten O’na yönelememişse, hatta bir kısım olumsuz tavırlar içinde bulunuyorsa Allah zalimin cezasını tehir eder.

Bu itibarla gayretullahın tecelli etmesi için bir taraftan işlenen zulümlerin bir safhaya ulaşması gerekirken, diğer yandan da mazlum ve mağdur konumundaki insanlarda onu kırabilecek tavır ve davranışların bulunmaması gerekir.

AKTİF SABIRLA SABREDECEĞİZ

(BAMTELİ-23 /07/ 2017)

Cenâb-ı Hak, her birimizi ayrı ayrı mağduriyetlerle imtihan ediyor; bize düşen, nerede bulunursak bulunalım, konumumuzun hakkını vermeye çalışmaktır.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41) Bir ayet, bu.

“Zulme uğradıktan sonra hicret edenler var ya, dünyada, Ben onlara güzellikler hazırladım.” buyuruyor Allah (celle celâluhu). İnşaallah, günümüzdekiler de gittikleri yerlerde, Güzeller Güzeli’nin (celle celâluhu) güzelliklerini anlatmak suretiyle, “Şimdiye kadar niye gitmedik?” dedirtecek şekilde, çok önemli bir misyonu edâ etmiş olurlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Hicret, bu. Cenâb-ı Hak, oralarda geniş imkânlar bahşeder, çok rahat hareket edebilirler.

Önemli olan, içinde bulunduğumuz konumu “rantabl” olarak değerlendirmektir. Şimdi buraya -min gayr-i haddin- çıkardınız. Ben buranın hakkını verdim veya veremedim, ayrı bir mesele. Fakat demek ki buraya çıkma bir şey ifade ediyor; öyle ise, buranın hakkını vermek lazım.

Orada duran da, oranın hakkını vermesi lazım; şu mihraba geçen kimse de onun hakkını vermesi lazım; o minbere çıkan insan da oranın hakkını vermesi lazım.

Her konumun hakkını vermek lazım; her konumu, rantabl değerlendirmek lazım. Efendim, bunun açılımı şu: “Şimdi bu durumda daha ne yapılabilir? Bu imkânlar içinde daha ne yapılabilir?” مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden, haybet yaşamaz!”

“Şimdi bu pozisyonda olan insan, ne yapabilir? Ne yapmalı ki, yarın ‘Keşke şunu da yapsaydım!’ dememeli!..”

Ortak akla müracaat ederek, meşverete başvurarak, işte o yapılmalıdır.

Bazıları öbür tarafa gidince, “Keşke, keşke!” diyecekler. “Yarınlarda ‘Keşke, keşke!’ dememek için, şimdi ne yapmalıyım?” demeli, konumunu rantabl olarak değerlendirmeli, Allah’ın izni ve inâyetiyle..

EMANETTE EMİN MİYİZ?

(BAMTELİ- Emanette Emin miyiz?_ 31/05/2010.)

Günümüzde bizden daha zeki, çok donanımlı, oldukça mükemmel ve hemen her meseleye aklı eren insanlar var. Fakat, onların çoğu, sıradan bir mü’min kadar bile iman hakikatlerini kavrayamıyorlar.

Bu açıdan, O’nun yolunda olmak ve O’na ulaşma peşinde bulunmak da Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhîbesidir.

O’na karşı kulluk şuuruyla dolmak ve i’lâ-yı kelimetullah uğrunda çeşit çeşit hayırlı faaliyetlere koyulmak da O’nun ekstra bir lütfudur.

Her insana özel olarak lutfedilen istidat ve kabiliyetler, makam ve mevkiler, yer ve konumlar da birer bahşedilmiş hak sayılır. İnsan, bunları Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde değerlendirebildiği sürece nimetlerin şükrünü edâ ediyor ve konumunun hakkını veriyor demektir.

Cenâb-ı Hak, bizi bir şekilde belli bir yere kadar çekmiş; kalbimize iman nuru koymuş ve bize başkalarının imanı hususunda hizmet etme imkânları lütfetmişse, bahşedilmiş o hakkı bir sermaye gibi değerlendirmemiz, nemalandırmamız ve onun yedi veren, hatta yetmiş veren bir başak haline gelmesi için var gücümüzle çalışmamız gerekmektedir ki konumumuzun hakkını vermiş olalım.

Özellikle önemli mevkilerde bulunanlar, yapılması gerekli olanları yerine getirmek için “öz beynini burnundan kusarcasına” çalışmazlarsa, kendilerine bahşedilen imkânları harcamış ve konumlarına terettüp eden vazifeleri ihmal etmiş sayılırlar. 

 KEŞKE ÇIĞLIKLARI

(KIRIK TESTİ- KEŞKE ÇIĞLIKLARI_01 May 2016)

Bir mü’min, dünya ve ukbasını keşke nedametleriyle kirletmek istemiyorsa, en başta Allah’ı (celle celâluhu) bilmeli, O’nun yolunda yürümeli, O’na ulaşma gayreti içinde olmalı ve O’nun lütfettiği bütün imkânları yine O’nun yolunda rantabl olarak değerlendirmeye çalışmalıdır.

Bu hedefe ulaşabilmek için ise o mü’min, hayatını hep basiret üzere yaşamalı, temkini hiçbir zaman elden bırakmamalı, hâdiseleri hep doğru okumaya çalışmalı, sorumluluğunun ve konumunun gereklerinin de her zaman farkında olmalıdır.

İşlediği haltlarıyla kendi konum ve insanî mahiyetine saygısızlık yapan, Allah’ın enisi olmaya namzet olarak yaratılmasına rağmen şeytana enis ü celis olan, vazifesinin şuuruna varamayan, kendisine yakışmayan işler yapan ve böylece mazhar olduğu donanımlarını kirleten insan, “Keşke benim hakkımda yokluk kararı verilseydi de, bütün bunları görmeseydim, duymasaydım!” diyecek ve daha sû-i akıbete maruz kalmadan, defterinde yazılı olan şeyler karşısında derin bir vicdan azabı duyacaktır.

KONUMU DEĞERLENDİRMEK

(220. Nağme: Konumu Değerlendirmek ve Çaresizliğin Mahkumu Olmamak- 06/02/2013)

Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşılmış ve nice yüksek tepeler azmin, iradenin ayaklarına yüz sürmüştür. Bu itibarla, yolların yürünerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini biz de hatırdan çıkarmamalıyız.

Her şeye rağmen, doğrulmalı, kendimizi yenilemeli, konumumuzun hakkını vermeli, yerimizde sebat etmeli; herkesin başvuracağı bir güç, bir ümit kaynağı olmalı ve sönmeye yüz tutan bütün meş’aleleri yeniden tutuşturmaya çalışmalıyız.

Unutmamalıyız ki, hiç yılmadan usanmadan ve çaresizliğin mahkumu olmadan mevcut şartları gözden geçirip “Şimdi ne yapılır?!.” diyerek konumu çok iyi değerlendirmek ve Allah’ın nasip ettiği o konumun hakkını vermek adanmış ruhların ve gerçek dava adamlarının şiarıdır.

DAHA YOK MU?

(Daha Yok mu? KIRIK TESTİ 17/04/2006)

Hakiki mü’min, Allah’ın rahmet ve inayeti sayesinde her türlü zorluğun altından kalkabileceğine inanmakla beraber fıtrat itibarıyla diğer insanlara muhtaç olduğunu ve insanî yanlarının ancak çevresinin desteğiyle ortaya çıkacağını daha baştan kabul eder ve hiçbir zaman, hiçbir açıdan kendisini yeterli görmez.

O, bir iş ya da makam teklif edildiğinde hemen ileri atılmaz, o yere kendisinden daha ehil kimselerin olup olmadığına bakar ve şayet böyle birini görürse bir adım geriye çekilip onu işaret eder.

Bulunduğu konumun hakkını verdiğine hiç inanmaz; sürekli daha verimli olabilmenin yollarını araştırır.

Mevcut bilgi birikimiyle yetinmez; okuyup öğrenmeyi mezara kadar sürecek olan bir vazife bilir ve yeni marifet ufuklarına ulaşma gayretinden asla dûr olmaz.

Özellikle de, Allah’a yaklaşma mevzuunda durumunu kat’iyen yeterli saymaz, kurb (yakınlık) adına kat’ettiği mesafeleri kâfi görmez ve her zaman dergâh-ı ilâhîye daha yakın olma cehdinde bulunur.

Evet, mü’min kendini yeterli görmeyen ve “Hel min mezîd – Daha yok mu?” deyip her meselede daha iyiyi, daha güzeli arayan bir kuldur.

KENDİNE RAĞMEN YAŞAMA

 (MERKEZ MUHİT HATTINDA İSTİKAMET ÇİZGİSİ- KIRIK TESTİ- 15/09/2013)

Yüce bir mefkûrenin temsilcisi konumunda görülen insanların tavır ve davranışları çok önemlidir. Çünkü arkadan gelenler onları takip eder.

Şayet önden gidenler doğru yürürlerse, onları örnek aldıklarından dolayı arkadan gelenler de doğru çizgide yollarına devam ederler. Fakat önden gidenler -Allah korusun- bir kısım hata ve yanlışlıklar içine girerlerse, bunlar arkadan gelenler arasında katlanarak büyür ve bir virüs gibi hızla yayılır.

Esasen insan iş olup bittikten sonra fayda getirmeyecek bir kısım mülahazalara girmemek için, tavırlarını, davranışlarını, sözlerini, hareketlerini tashihe lüzum olmayacak şekilde ayarlamalı ve buna göre bir hayat yaşamalıdır.

Bir insanın dimağı tek başına buna güç yetiremeyeceği için de, bilhassa idareci konumunda bulunan insanlar her meselede mutlaka başkalarıyla istişare etmelidir.

Evet, onlar karar verecekleri her meselede danışma heyetleri oluşturmalı ve bu heyetlerle meşverette bulunmadan herhangi bir mevzuda karar vermemelidir.

Her ne kadar bizim elimizde, temel kültür kaynaklarımız ve geçmişten bize miras kalan değerlerimiz olsa da, bunların günümüze göre yorumlanması da yine ortak akla müracaat etmeyi gerektir.

Bazı insanların bulundukları yer itibarıyla, “Burayı ben iyi bilirim.” diyebilecek tecrübe ve birikimleri olabilir. Fakat hadiselere mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakan insanların olabileceği de hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Bu konumdaki insanlar, sadece söz konusu hususa bakmakla kalmaz, onun başka yerlerle olan münasebetini de hesaba katarlar. Ayrıca bazı kimselerin kendi bulundukları konumdan bakarak maslahat olarak gördükleri bazı uygulamalar, hakikatte maslahat olmayabilir, kim bilir belki o, sadece maslahat görünümündeki maslahat-ı merdudedir.

Aslında bir insanın “bana göre” deyip de aldığı bir kararın, söylediği bir sözün makul olduğunu iddia etmesi, o şeyin makul olduğu mânâsına gelmez. Çünkü makulün “bana göre”si olmaz.

Makul demek, ortak aklın kabul ettiği hakikat demektir. Hususiyle makul, Muhasibi’nin ifadesiyle, Kur’ân aklının, Kur’an mantığının kabul ettiği hakikattir. Dolayısıyla bir insan herhangi bir düşüncesinin makul olup olmadığını test etmek istiyorsa, onu önce Kitap ve Sünnet’in kriterlerine vurmalıdır. Bunlar yapılmadığı takdirde insanın makul olarak gördüğü düşünceler her zaman için, nefis hesabına söylenmiş sözler olabilir.

KONUMA GÖRE HAREKET ETME

(HİZMET VE İNSANÎ MÜNASEBETLER_ YENİ* Kırık Testi: 30/12/2018)

Konumun hakkını verme ve onun gereklerine göre davranma, sık üzerinde durulan hususlardan birisidir.

Fakat münasebet geldiği için bir kere daha hatırlatmayı fazla görmüyorum. Hiçbir büyüğün, kıdem ve büyüklüğünü tahakküm vesilesi yapmaması gerektiği gibi, yaşça küçüklerin de saygı ve hürmette kusur etmemeleri gerekir.

Biraz daha açacak olursak, büyüklüğün emaresi, tevazu ve mahviyettir. Hâlbuki bir insanın turnikeye önce girmesini ve önde yürümesini başkalarına sözünü dinletmek için kullanması, gurur ve kibir alâmetidir. Kibir ise küçüklük emaresidir. Boyu kısa olan insanlar, bulundukları konumdan daha yukarıda görünebilmek için büyük görünmeye çalışırlar. Bir yönüyle bu da kompleksten kaynaklanır.

Dahası bir kişinin tahakkümle kendisini ifade etmeye ve seviye kazanmaya çalışması, onun sağlam bir karaktere ve mazbut bir cibilliyete sahip olmadığını gösterir.

Hatta bir insanın, tavır ve davranışlarına yansıtmasa bile içten içe, “Bu insanlar sözümü dinlemeli ve gözümün içine bakmalı.” gibi mülâhazalara girmesi de tasvip edilemez. Bütün bunları Müslümanlıkla telif etmek mümkün değildir.

DİNE HİZMET MAZHARİYETİ

Hâsılı, bence inanmış bir insan,

hususiyle de ihsan şuuruyla serfiraz bir mü’min, karınca kararınca yapıp ettiklerini ortaya koyduktan, durumu ve konumu hakkında arkadaşlarına bilgi verdikten ve kendisinin düşünemeyip de çevresindekilerin aklına gelen daha başka şeylerin olup olmadığını sorup sorguladıktan sonra, oturup kalkıp her zaman “Acaba daha yapabileceğim bir şeyler var mı; acaba Cenâb-ı Hakk’ın bana ihsan ettiği şu konumun hakkını tam verebildim mi; lütfettiği imkânları tastamam olarak değerlendirebildim mi, onları rantabl olarak kullanabildim mi?” demeli; demeli ve bir “Hel min mezîd” kahramanı olarak sürekli kendini sorgulamalıdır.