ÇİLE GÜNLERİNİN PEYGAMBER VARİSLERİ

BAMTELİ MÜZAKERESİ:

Kaynaklar:

1- 268. Nağme: PEYGAMBER VÂRİSLERİ VE DAVANIN HÂDİMLERİ _ 03 Nisan 2013

2- Bamteli: PEYGAMBER VÂRİSLERİ VE McCARTHY MİRASÇILARI_ 07 Ekim 2018

3- Kırık Testi : KONUMUN HAKKI (Kitaplaşmamış)_ 03 Eylül 2012

4- Ölümsüzlük İksiri: HALKIN İÇİNDE HAK’LA BERABER_ 21 Mayıs 2007

***

İmtihan Günlerinin Kutlu Emanetçisi Peygamber Varislerinin Vasıflarından…

1- Onlar özellikle istiğna ruhuyla vazifeye kilitlenir ve millete yüsr (kolaylık) yolunu göstermekle beraber kendi hayatında azimetleri kollarlar.

2- Onlar, tebliğ ve temsil görevini sadece Allah rızası için yaptıklarını ve risalet vazifesinin karşılığında hiçbir dünyevî ücret beklemediklerini örnek hayatlarıyla ortaya koymaya çalışırlar.

3- Onlar, konumlarının kıymetini bilir [ 1 ] ve hep ona göre hareket ederler.!”

 4- Nübüvvet mesleğinin varisleri için halktan tecerrüd ve uzlet asla söz konusu değildir. Onlara göre makbul halvet, kesrette vahdeti yakalama, halk içinde Hak’la baraber olma ve bir ayağı merkezde dinî esaslara bağlayıp diğeriyle yetmiş iki milletin arasında dolaşma şeklinde cereyan eden celvet edalı bir halvettir.[ 2 ]

5- Çünkü, onlar kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve yaşatmak için yaşamayı esas almış bahtiyarlardır. [3]

6- Onlar, kendilerine emanet ettiği Kur’an hakikatlerine ve Sünnete gönülden sahip çıkar, i’la-yı kelimetullahı hayatlarının gayesi bilir..

7-  Onlar, kendilerini o ulvî gayeye birer emin emanetçi  olmaya adarlar.

8- Peygamber varislerinin kaderi o ise şayet, hassaseten  dairenin içinde bir karıncanın ayağı kırılsa, (onları) zihnen meşgul eder.

9- Sonraki nesiller için patikaları cadde yapma adına çok çekmiş [ 4 ], üzerine bir de ümit mührü vurup emaneti [ 5] omuzlarınıza (Adanmışların omuzlarına) yüklemişler;

10- Emin bir emanetçi olduğunuzu ortaya koymak için siz (Adanmış Peygamber varisleri) de çilenize razı olmalısınız!.. “O’nun emaneti”; .. “tabii başta Hazreti Sâhib-i Şerîat’a (sallallâhu aleyhi ve sellem)”.. “ve O’ndan sonra da değişik çağlarda gelen büyük insanlara emaneti…”

11- Bu çağda da Yapılan şeylerin vüs’ati/genişliği gösteriyor ki -öyle görülüyor- o emaneti, Cenâb-ı Hak, size (Adanmışlara) yüklemiş.

12- Çünkü  Adanmış Peygamber varislerinin alâkadar olduğu şeyler, semere-i sa’y değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur.

13- Adanmış Peygamber varisleri;  “Hepsi Allah’tan.”… “Tenâsüb-i illiyet prensibine göre, biz ve ef’âlimiz, bunlara vesile olamaz, sebep olamayız.” …“Yapılan şeylerde bir güzellik varsa şayet, Rabbimizi alâkadar eder, Peygamberimizi (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkadar eder, dinin ruhunu/özünü alâkadar eder.” … “güzel şeyler varsa, bunları bizim güç, kuvvet ve iktidarımız ile değerlendirmek, doğru değil. “ der ve yürür yollarına devam ederler.

14- Yol, peygamberlerin yolu…Ey günümüzün Adanmış Peygamber varisleri; Enbiyâ-ı ızâmın, sonra asfiyâ-i kiramın maruz kaldığı şeylere maruz kalmanız; bu çizgi birliği, sizin doğru bir yolda yürüdüğünüzü gösteriyor.

15-  Yol, peygamberlerin yolu olduğu için katlanmak gerek… rahatsız olsanız bile, huzursuzluk duysanız bile… Çünkü “meseleye bir “emanet” nazarıyla bakmak lazım”

16- Günümüz Peygamber varisi; O işin üzerinde tir tir titremeli: “Aman bir zarar gelmesin; emanet, bize ait değil!”

17- Mü’min, emanette emin olmalıdır ve mü’min -esasen- yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir. Emanete vefanın ifadesi; “üzerlerine aldıkları bu önemli sorumluluk ve mesuliyeti bizden sonraki nesillere arızasız, zedelemeden o meseleyi intikal ettirmemiz”

18- Emanete vefalı peygamber varislerinin kafaları hep bu türlü şeyler ile meşguldur ve başka şeyler ile meşgul olma zaman zayiine/israfına girilmesinin de endişesindedir

19- Yakışıksız, şık olmayan şeylere maruz kalabilirler ve bunlar, bazen onlara dokunur, can yakıcı olur. Fakat bütün bunları, yolun bir cilvesi, esasen, yolun bir hususiyeti olarak görürler.

20- Çünkü onlar (Adanmış Peygamber varisleri),  arkadan gelenlere patikaları şehrâh yapma sorumluluğu altında, çektikleri şeyleri onların çekmemesi için, elllerinden gelen her şeyi yapmaya hazırlardır.

21- Bilirler ki; onlardan evvelkiler, (Onlar) için şehrâh yapma adına her şeye katlandılar meseleye bir “ümit” mührü [ 6 ] de vurdular,

22- (Adanmış Peygamber varisleri) , hilâf-ı vâki ve mübalağa sayılacak beyanda bulunmazlar.

23- Konuştukları her şey, onların kalblerine, kafalarına atılan varidâttır; her zaman ötelerden, ötelerin ötesinden gelen sinyallere açıktır onların (Adanmış Peygamber varisleri) kafaları.

24- İnançları tamdır. Onlar ümit mührünü okur ve nereye kadar olursa olsun, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın müjdesi [7] ve gösterdiği hedef gerçekleşeceğine inançları tamdır.

 25- Onlar ( (Adanmış Peygamber varisleri) Güller Gülü’nün [ 8 ] sabır ve metanetini (“O’nun çektikleri, Everest Tepesi’nin başına düşseydi, Lût gölüne dönüşürdü.” Fakat zerre kadar şikâyette bulunmuyor.”) örnek alırlar

26- Neticede O’nun şefaatini nail olma derdindedirler.

27- Onlar  (Adanmış Peygamber varisleri) O’nun (sav) dediği şeylere uymak ve arkasından yürümek [ 9 ] , Allah’a doğru yürümenin en önemli emaresi ve alameti bilir. Bazen dediği şeyler O’nun… O dediği şeylere cân kurban!.. Milimi milimine onları yapmak, en büyük ibadet bilir

28- Onlar (Adanmış Peygamber varisleri) yollarında yürürken tamamen dünyaya tapan o dünyaperestlerin durumuna aldırmaz; onlara gönül koymaz, darılmaz, onları ayıplamaz , kendi karakterinizin gereğini ortaya koyarlar; her şeyi hoş görmeye çalışır. Hoş görmeseler bile, nâ-hoş görmemeye Nâ-hoş görmeseler dahi, dillendirmemeye çalışırlar. “Hiç kimseyi gıybet etmeden, ta’n etmeden, Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum!” derler.

29- Onlar (Adanmış Peygamber varisleri)  Kazanma kuşağında yaşarlar, Şemsü’s-Şümûs’a doğru seyahate azmetmişler, karar kılmışlar; gölgeleri hep arkada…

30- Onların (Adanmış Peygamber varisleri)  karanlık hep arkalarındadır; Allah’ın izni-inayeti ile hep ışığa doğru yürürler,. Bugüne kadar olduğu gibi şu küçük sarsıntıdan sonra, bugünden sonra da öyle olacak… McCarthy mirasçıları “cadı avı” deyip zulümlerine devam etseler de Hakk’a adanmış ruhlar Peygamber vârisi olmanın hakkını verecek, dertlerini derman bilecek ve inşaallah sabr-ı cemîl ile kurtuluşa ereceklerdir. [ 10 ]

31-  Adanmış Peygamber varisleri Çekmişler [ 11 ] ; bir an başları dertten âzâde olmamış, çekmişler. Tokmakların biri kalkmış, öbürü inmiş; çekmişler. Fakat hiçbir zaman çizgi değiştirmemişler, hep yürüdükleri yolda yürümüşler.

32- Onlar “Uff, puff!” etmeden ona karşı, “Ooh!”lar ile karşılayarak, “Elhamdülillah! Cenâb-ı Hak, bizi imtihan ediyor. Demek ki hâlâ nezd-i Ulûhiyetinde bana izafî olarak bir kıymet atfediyor; kurban olayım O’na!” der;sabreder. [ 12 ]

33- Onlar aralarında dua halkaları kurar ve  “Nasıl ki sadaka, belayı ref eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi cezbeder.” ve Onun için bizlerde söz birliği yaparak, “Cenâb-ı Hakk’ın, belaları def etmesi, kardeşlerimizin Hizmet’te yolunu açması, patikaları şehrâh haline getirmesi adına, gece başımızı yere koyalım; seccade, bizim gözyaşlarımızla ıslansın, şâhid olsun nezd-i Ulûhiyette. Ve Cenâb-ı Hak, bize bir ferec, bir mahreç ihsan eylesin!.. dua dua yalvarırlar.

 _______________________________________________________________________

[1] KIRIK TESTİ: KONUMUNUN HAKKI: “Siz, dava-yı nübüvvetin yeryüzündeki varislerisiniz. Eğer siz, insanlık yolunda Allah rızası için yapmış olduğunuz hizmetleri, maddî manevî füyuzat hislerinize, dünyevî makam ve mansıplara, parmakla gösterilmeye, ‘ağabey’ denmeye, büyük olarak tanınmaya vesile yaparsanız, tokat yersiniz. O halde konumunuzun kıymetini bilin ve hep ona göre hareket edin!”

[2] Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, ayağının birini lâhût ufkuna perçinleyip diğeriyle insanlık âleminde seyahat etme, her an ayrı bir nüzûl ve urûcu bir arada yaşayarak Hak’tan aldıklarını halka aktarma

[3] Zaten, böyle insanlara yakışan da hayatlarını mefkurelerine bağlamaları ve sadece ferdî ibadet ü taat adına, şahsi kemâlât hesabına bu dünyada durmaya değmeyeceğine inanmalarıdır.

Her haliyle hüsn-ü misal olan Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz, bu mevzuda da bize yol göstermiştir. İbni Mesud (radiyallahu anh) hazretlerinin rivayetine göre, cin taifesi de gelip kendisine biat edince Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim bana ins ve cinnin iman edeceğini vaad etmişti. Şimdi bu vaad gerçekleşti. Öyleyse, vazifem bitti ve yolculuk vaktim yaklaştı.” buyurmuştur. Demek ki, bir mü’min, vazifesi devam ettiği sürece dünyada kalmaya razı olmalıdır; vazifesinin bittiğine inandığı zaman da, bir an önce ten cenderesinden kurtulup Refik-i A’la’ya ulaşmayı arzulamalıdır. Evet, Kuran’a adanmış bir ruh için hizmetinin sona erdiği bir dünyada yaşamanın bir anlamı yoktur; hatta ona göre, şahsî ibadetlerine devam etse bile i’la-yı kelimetullah vazifesini yerine getirmediği bir hayat abesle iştigaldir.

[4] Kendi adıma ben meseleye baktığım zaman, hatalarımı, günahlarımı düşünüyorum. Bu mevzuda Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği şeylere göre, konumlandırmasına göre, esasen beklenen şeyi yerine getirmediğimden dolayı, O’nun ekstra bir lütfu olarak, beni arındırmak için bana çektiriyor. Fakat sizin de derecenizi yükseltmek için size çektiriyor bunu. Hizmet eden kardeşlerinize, hizmette öncülük yapan kardeşlerinize, dünyanın dört bir yanına yayılan kardeşlerinize, o yüksek gaye-i hayali realize etme istikametinde, yani, nâm-ı celîl-i nebevînin dört bir yanda şehbal açmasını gerçekleştirme istikametinde hareket eden kardeşlerinize çektiriyorsa… Bir; esasen çekme sizden evvelki büyüklerin çektiği şey olduğundan dolayı, o yolda iseniz, tevârüs ediyorsunuz onu. Evladın babasının malını miras aldığı gibi, tevârüs ettiği gibi o malı, aynen sizler de dava duygu ve düşüncesi açısından sizden evvelki o büyüklerin ortaya koydukları şeyi tevârüs ettiğinizden dolayı, onu belası ile, musibeti ile beraber tevârüs ediyorsunuz.

[5] Size olmasa bile, sizden sonraki nesillere olacak ve sizin defter-i hasenatınıza sürekli hep hayırlar akıp duracak… Bence bu iş için her şeye katlanılır. İnşaallah sizler, “Uff!” demeden “Puff!” demeden katlanacaksınız; “Off!”ların “Puff!”ların yerine “Ohh be!” diyeceksiniz, oksijen yudumluyor gibi “Ohh be!” diyeceksiniz. Şimdiye kadar dediniz, haddim değil onu size didaktik bir üslup ile teklif etmek; bundan sonra da hiç durmadan çektiğiniz şeyler karşısında hep “Oohh!” deyin, “Ooh be! Bir kere çektirdi.”

[6] Ve sonra: “Ümitvâr olunuz; şu istikbal inkılabâtı içinde, en yüksek ve gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır!” dediler.

[7] O da Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle diyor:  “O, asla hevâ ve hevesinden konuşmaz; O’nun size söyledikleri, ancak kendisine vahyolunan vahiyden ibarettir. (Kur’ân’ı) O’na o pek güçlü ve kuvvetli (Cebrail) öğretti; pek metin, kemal ve üstün melekeler sahibi.” (Necm, 53/3-6) Hevâ ve hevesine göre konuşmaz. O’na dediği şeyi doğru diyen ve hiçbir engele takılmayan birisi, Allah’tan gelen o mesajları iletiyor; o da onu söylüyor. Bazılarına “metlûv” (okunan, manası ve lafzıyla beraber indirilen) diyoruz, Kur’an-ı Kerim gibi. Belki mütevâtir hadislere ve meşhur hadislere de aynı nazarla bakılabilir. Bazıları da “varidât” şeklindedir; ona, “mevâhib-i ledünniyye” diyoruz. Dolayısıyla hepsi Allah’tan; O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk’ın o mevzuda dediği şeylere tercüman oluyor. “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır.” Bunu çok duydunuz; başkalarından da duydunuz, Kıtmîr’den de duydunuz. Dolayısıyla esas sorumluluk ve vazife, o olmalı!.. O yolda yürüyorsanız şayet, size o yol gösterilmiş ise, yolun sıkıntılarına katlanmalısınız ve bilmelisiniz ki, o yolda çekilen şeylerin kat katını başta onlar çekmişler.

[8] “Gül hâre düştü, sîne-figâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib.” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, inleye inleye oracığa yığılıverdi.) Evet, gül, hâre düşünce, esasen bülbül zâr eder; bir güle bakar, bir de döner öbür tarafta feryat koparır. Aynen şu anda maruz kaldığınız şey…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem); Mekke-i Mükerreme’de on üç sene… O tabiri O’nun hakkında kullanmak istemiyorum, fakat O’nun durumunu ve maruz kaldığı şeyleri ifade için denecek bir şey var ise, o da “kan kusturdular” ve “yapmadık şey bırakmadılar” demektir. Eğer O’ndaki o immün sisteminin gücü, o mukavemet olmasaydı, yapılan şeyler karşısında hakikaten kan kusardı. Fakat on üç sene dayandı; hiç şikâyet etmedi. Ben, Efendimiz’in, Âişe validemize “Kavminden çok çektim!” icmâlî beyanından başka, geçmişle alakalı şikâyet gibi olan bir şeyden bahiste bulunduğuna dair bir şey duymadım. Ne çekmiş, ne etmiş, neye katlanmış?!. Büyük insanların beyanına göre -bü-yük in-san-la-rın be-yâ-nı-na gö-re- “Everest Tepesi’nin başına düşseydi O’nun çektiği şey, o tepe, birden bire Lût gölüne dönerdi.” Meseleyi bu temsil ile de birkaç defa tekrar ettim, başınızı ağrıttım. “O’nun çektikleri, Everest Tepesi’nin başına düşseydi, Lût gölüne dönüşürdü.” Fakat zerre kadar şikâyette bulunmuyor.

Fakat bunları görünce, diyeceksiniz ki: Seyyidinâ Hazreti Nuh, ondan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Hûd, âzâde kalmadı ki!.. Hazreti Sâlih, âzâde kalmadı ki!.. -Kur’ân-ı Kerim’de, kronolojik olarak zikredilen çizgiye göre arz ediyorum.- Hazreti Lût, bundan âzâde kalmadı ki!.. Hazreti İbrahim, bundan âzâde kalmadı ki!..

[9] O’na doğru yürümeyenler, bence, Şemsü’ş-şümûs’a (Güneşler Güneşi’ne) (celle celâluhu) doğru yürümüyorlar; gölgelerine takılmışlar demektir. Dünyaya takılan insanlar, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) sırtlarını dönmüşler demektir; O’na sırtını dönen de -hâşâ ve kellâ- Allah’a sırtını dönmüş sayılır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gâye ölçüsünde bir vesiledir, bir vâsıtadır. Bir vesiledir, bir vâsıtadır, bir sebeptir ama gâye ölçüsünde. Zaten Allah (celle celâluhu) da لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demek suretiyle, Lafza-ı celâl ile beraber “Muhammed” ism-i şerifini yan yana getirerek zikrediyor; o maiyyete dikkati çekiyor. “Bakın!” diyor Allah (celâluhu), onu o mahiyette yapıyor, değişik yerlerde. Hususiyle dinin esası olan, nazarî inanmanın esası olan لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ikrarında veya أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ şehadetinde aynı meseleyi görüyorsunuz, o maiyyeti görüyorsunuz.

Onun kıymet-i harbiyesini bununla değerlendirmek lazım ki, bizim nâkıs idraklerimiz, o meseleyi -zannediyorum- tam ihata edecek durumda değil. Esas, O’nu bilemiyoruz; bilsek, belki her gün başımızı yere koyduğumuz zaman… Bugün bir münasebetle arz ettim; böyle başımı yere koyduğum zaman, ayaklarının altını öpüyor gibi… “Ne olur ya Rabbi! Böyle bir temessül etse de ben bir ayaklarının altını öpsem veya ayağının bastığı türâbı yüzüme sürsem!..” “O Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!” diyor Kuddûsî hazretleri: “Medine’nin izi-tozu, Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır!” diyor. Evet, meseleyi tam bilsek, O’nu kıymet-i harbiyesiyle tanısak, zannediyorum, her başımızı yere koyduğumuzda, “Keşke o mübarek ayağını başımıza bassa, kaldırım taşı gibi; o kadar şeref bize lütfeylese!” falan derdik.

O’nu tam bilsek… Ama insanlığın çoğu -size demiyorum- O’nu kıymet-i harbiyesiyle bilemediler, vazife ve misyonu itibarıyla kavrayamadılar, nezd-i Ulûhiyetteki yerini anlayamadılar. Sabah da okuduğumuz gibi orada, O, gaye ölçüsünde bir vâsıtadır. O, çok önemlidir Ahmedî yanıyla, Muhammedî yanıyla. O, ilk; kâinat, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılıyor: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ اَلْقَلَمَ “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir.” أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” buyuruyor O. Ve mahşerle alâkalı, kendi durumunu ve misyonunu ifade ederken de orada herkesin “Nefsî, nefsî!” dediği anda O, şefaat bayrağını dalgalandırmak suretiyle, “Livâu’l-hamd” altında başkalarına kucak açacak; Allah’ın izni-inayetiyle, başkalarının râh-i selâmete ulaşmalarına vesile olacak.

O’nu, kıymet-i harbiyesiyle, çoğumuz bilemedik, takdir edemedik… Bir taraftan bütün güç ve kuvvetimiz ile dünyaya bakarken, dünyayı yaşarken, dünyanın zevklerinden istifade ederken, saltanat ve debdebe arkasından koşarken, servet ü sâmân arkasından koşarken, konsantre olmamış/olamamış insanların O’nu kendine has derinliği ile duyması mümkün değildir. Onun için birilerine gönül koymayın!.. Dünyaya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Servete tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Makama tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Saraya tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Alkışa tapıyorlar, ne yapsınlar?!. Bir sürü şeye tapınca, O sevilemez ki, Allah’a kulluk yapılamaz ki! O kadar dağınık bir insan, konsantre olamaz o mevzuda, O’nu idrak edemez. O’nu idrak edemeyen bir insanın dediği şeyler de sadece dilin-dudağın ifadesidir; mızrap yemiş kalbin sesi-soluğu değildir, dilin-dudağın ifadesidir.

[10] Yolunuz, bu; Allah’ın izni-inayetiyle. Ama Cenâb-ı Hak, ekstradan bir lütufta bulunur, ufkunuzda yalancı şafakların bile atmadığı bir dönemde birden bire bakarsınız ki güneşin doğuşu, şafağın önüne geçmiş. “Allah Allah!” dersiniz, “Biz şafak bekliyorduk, birden bire güneş doğdu!” Doğurur doğurur; esasen doğmaya bakmayacaksın, güneşi doğuran Zat’a (celle celâluhu) bakacaksın orada. O, her şeye kâdir mi, değil mi?!. مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، أَعْلَمُ أَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَأَنَّ اللهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا “Allah Teâlâ neyi dilerse, o olur; olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilirim ki, Allah her şeye gücü yeten kadîrdir ve O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.” Sabah-akşam, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın vird-i zebânı içinde söylenen mübarek bir beyan. وَاللهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Allah her şeye gücü yeten kadîrdir.” Allah, buna da kâdirdir.

[11] Bazı insanlar, sadece çektikleri belalarla evc-i kemâlât-ı insâniyeyi ihraz etmişler. Bazıları da bunu iradî olarak çekmişler; yani, seyr-u sülük-i ruhânîler ile, aç durmak, susuz durmak suretiyle. Şimdi bu, meselenin bir yanı; faktörlerden bir tanesi esasen “çekme” mevzuu. Hani Fuzûlî’nin bir şiirini biraz değiştiriyorum, Alvar İmamı’nın ifadesine göre çeviriyorum. Fuzûlî “aşk” adına kullanıyor o iki mısrayı, diyor ki: “Ya Rab, belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni!..” Herhalde, diyorum, “Dertten büyük bir derman mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var?” diyen Alvar İmamı, Fuzûlî’nin yerinde olsaydı, şöyle derdi: “Belâ-ı derd ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı dertten eyleme cüdâ beni.” Çünkü bela-ı derd ile amudî olarak, dikey olarak yükselecek. Adam, onun derdinde, esasen, Allah’a yaklaşmanın derdinde. Yani bir; belâ ve musibetin, insanı böyle yükseltici bir yanı var.

[12] Dolayısıyla sabrediyorsun orada. Böylece, bir kanat sana o belâya katlanma olurken, bir diğer kanat da esasen sabır oluyor. Laf etmiyorsun orada, “Uff, puff!” etmiyorsun, “Ohh!” ediyorsun. Bunlarla insan, başka şekilde ibadet u taat ile elde edeceği çok yüksek pâyeleri elde ediyor, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sizler, başınıza gelen bu şeyler karşısında inşaallah, “Ooh!” diyorsunuzdur. Bu “Oohh!” demeler, Cenâb-ı Hakk’a karşı da atılmış öyle isabetli adımlardır ki!.. Siz farkına varsanız da varmasanız da Cenâb-ı Hak sizi öyle bir noktaya ulaştırır ki, orada Ebdâl gibi, Evtâd gibi, Aktâb gibi, ağzınızı açıp dilinizden dudağınızdan döktüğünüz kelimeler hüsn-ü kabul görür izn-i İlahî ile ve Cenâb-ı Hak, duanıza icâbet buyurur.