PDF LİNKİ:

MÜZAKERE ODASI_EY YOLCU_ DUAMIZ ODUR Kİ 18 mart

MÜZAKERE KAYNAK METİN:

VAY HALİNE O ZÂLİMLERİN!.. 18/03/2018 (YENİ.BAMTELİ.)

  …………………………………………………………………………………………………………………………

ALLAH’IM!

BİZE ÖYLE BİR İSLAMİYET LÜTFET Kİ, SONRA, KAYMADAN, SÜRÇMEDEN HEP MÂSUM VE MASÛN KALALIM!”

HİÇBİR ŞEY BİZİ KAYDIRMASIN, HİÇBİR ŞEY SÜRÇTÜRMESİN;

TAKILIP YOLLARDA KALMAYALIM!..AMİN…[1]

…………………………………………………………………………………………………………………………….. 

Ey Yolcu! O’na (c.c) yürünen yol, mutlaka sonuna kadar yürünmesi gerekli olan, yürünmesi Kıymetli olan bir yol

Ey Yolcu! Aman dikkatYarısına kadar yürürsünüz hakkını vererek; fakat bir yerde sürçtüğünüz zaman, her şeyi kaybetmiş olursunuz.”

 Ey Yolcu! “Gel, Allah Rasûlü (s.a.v) gibi… Devamlı, yolun her faslında, hayatın her mevsiminde; “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Benim kalbimi dininde sâbit kıl!” diye dua edelim…

Ey Yolcu! Mü’min, dağdağalı bu dünyayı ahiretin mezraası olarak değerlendirmeye bakmalı…”

Ey Yolcu! Öyle bir fasıl sizleri bekliyor ki; “ İnlemeyen peygamber yok ve aynı zamanda helak edilmedik zâlim de yok!..

Ey Yolcu! Öyle bir fasıl sizleri bekliyor ki Sen; “demesi gerekli olan şeyi deme mevsimine ulaş”ın…

Ey Yolcu!  Öyle bir fasıl sizleri bekliyor ki “O, hükmünü verdiği zaman, acılar, birden bire lezzete inkılap eder…”

Ey Yolcu!  Sen; “ Burada, amel ve emek tohumları saçar[2]; orada ötede de onun ürünlerini biçer[3]!”sin…

Ey Yolcu!  “ Burada emeğin ve amelin -aynı zamanda- bir meşakkati var… fakat öbür tarafta, semere verecek şeyler var”…

Ey Yolcu! “ Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin; “Semeresini ille ben dereceğim!..deme

Ey Yolcu! “ Hiçbir beklentiye girmeden vazifeni sırf Allah rızası için yap ve O’nun ilmine havale et”

Ey Yolcu!  “ Burada görülen acılara, sonucu itibarıyla baktığınız zaman, hepsi -bir yönüyle- çok tatlı birer menkıbe[4] haline gelecek…”

Ey Yolcu!  “Dünyada binlerce sene kalsanız, Hazreti Nûh kadar yaşasanız, Hazreti Âdem kadar yaşasanız, öbür âlemin ebediyetine nispeten, burada yaşama zerre gibi bir şey olur, deryada damla gibi bir şey olur. Gülersiniz ona; “Allah Allah! Neyin arkasından koşmuşuz!” dersiniz. Başa gelen şeylere böyle, bu mülahaza ile bakmalı!..

Ey Yolcu!  Bu  “onun neticesini, encamını, vereceği semereyi nazar-ı itibara alarak, onu tatlılaştırma yolu…”

Ey Yolcu!  Bu  “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!.” yolu

Ey Yolcu!  Siz de Peygamber ve yolundakiler gibi; “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek[5]?’ diyecek hale geldiniz… “ İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”

Ey Yolcu!  Siz de Hz.Nuh gibi; “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et[6]!  deyin…

Ey Yolcu!  Siz de O (s.a.v) gibi; “Allah’ım! Artık yenik düştüm! Ben yenik düştüm, bana yardım et..[7]!  diye yalvaralım.

Ey Yolcu!  Allah’ım, Hazreti İbrahim’in[8] ateşine dediğin gibi bizim etrafımızı saran musibet alevlerine deDokunma, serin ve selâmet ol onlara!” buyur” diye yalvaralım…

Ey Yolcu!  Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir gibiYâ Rabbî! Benim hakkımda da ateşe ‘Serin ve selâmet ol!’ de, Hazreti Halîl hakkında ‘Ey ateş, serin ve selâmet ol!’ buyurduğun gibi.” Ey Allah’ım! Hazreti İbrahim’in ateşine dediğin gibi, Ebu Bekir’i yakacak ateşe “Ey ateş, serin ve selâmet ol!!” de.” diyerek niyaz edelim[9]

Ey Yolcu!  İsrailoğulları tereddüt yaşarken, Hazreti Musa gibiHayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir![10]” deyin…

Ey Yolcu!  Efendimiz(s.a.v)’in Sevr sultanlığında, esbâb bilkülliye sukût ettiğinde yanındaki arkadaşı Hazreti Ebu Bekir, endişesini izhar etiğinde, hiçbir endişeye kapılmadan, Allah’a tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde dediği gibiHayır, asla! Rabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir![11]” deyin…

Ey Yolcu!Devrin Nemrutları, Şeddâdları, Firavunları da bir bir devrilecekler; siz de geçilmez gibi görünen deryaları geçecek ve nice Yesrib’leri medeniyet merkezi birer “Medîne” haline getireceksiniz![12]..”

 Ey Yolcu!  “Çünkü niyetiniz sizin, o idi; Derdiniz, davanız, o idi:  O Güzeller Güzeli’ni bütün insanlığa kendi güzelliği ile gösterme idi.

Ey Yolcu!  “Çünkü niyetiniz sizin, o idi; Derdiniz, davanız, o idi:  Dünyada bir dikili taşınız olmasın! Sarayı, rüyalarınızda bile görmeyin! Filoyu, rüyanızda bile görmeyin! Saltanatı, rüyanızda bile görmeyin! Ama bir gün, nâm-ı celîl-i Muhammedî, en yüksek yerlerde, bir bayrağın dalgalandığı gibi dalgalansın

Ey Yolcu!  “Çünkü niyetiniz sizin, o idi; Bütün derdiniz-davanız, bu idi:  Varsın, arkadan birileri mırıldanıp dursunlar; “Bunlar, terörist!” desinler, “Bunlar, eşkıya!” desinler, “Güçlendikleri zaman, başınıza dert açacaklar bunlar!” desinler O Güzeller Güzeli’ni bütün insanlığa kendi güzelliği ile gösterme idi.[13]

Ey Yolcu!  “Allah’ım! Bizlere ekstra lütuflarda bulun ve bizleri ‘ihsan’ pâyesine erdir; erdir ki, hak ölçülerine göre iyi düşünebilelim, iyi şeyler planlayabilelim, iyi işlere mukayyet kalabilelim ve kullukla alâkalı bütün davranışlarımızı, Sen’in teftişine arz etme şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde olabilelim. Bu lütfun öyle bir keyfiyette olsun ki, Sen’den gayrısına teveccüh etmekten bizleri müstağnî kılsın!..” diyelim[14].

Ey Yolcu!  “Siz, hâlinize şükredin ki, peygamberlerin yolunda yürüyorsunuz.”

Ey Yolcu! “Allah (celle celâluhu) kabule karîn eyleyecek; beklentilerin üstünde bir lütuf ile Cenâb-ı Hak, sizi şereflendirecek!..”[15]

Ey Yolcu!  “Hadiseler, “ayniyet” çizgisinde değil de “misliyet” çizgisinde cereyan eder. Dolayısıyla, her zaman hayat adına aynı dantela örülüyor gibi olur; fakat bir de bakarsınız, onun içine zaman kendi rengini de sokuyor..[16]

Ey Yolcu!  “Unutmayın; sizler, Allah’ı bilen insanlar iseniz -ki öylesiniz– “Ârifin gönlün Hudâ, gamgîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbulünü mevlâsı âzâd eylemez!” Ârif iseniz, O’nu biliyorsanız, Hudâ sizin gönlünüzü şâd eylemez; çektirir kısmen, yüzünüzü O’na dönesiniz diye.[17]

Ey Yolcu!  “Şimdi, başınıza gelenlere ve arkadaşlarınızın başlarına gelenlere, aynı zaviyeden bakacaksınız.[18]

…………………………………………………………………………………………………………………………….. 

“ZÂLİMİN ZULMÜ VARSA, MAZLUMUN ALLAH’I VAR

 BUGÜN HALKA CEVRETMEK KOLAY, YARIN HAKK’IN DİVANI VAR!”

…………………………………………………………………………………………………………………………….. 

***

…………………………………………………………………………………………………………………………….. 

“ALLAH ALLAH!..

Zulm ile âbâd olanın, âhiri berbâd olur!” denmiştir ki,

tarih, bunun yüzlerce misali ile mâlemâldır.

Dahası iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı “BİR GÜN” var ki,

O GÜN, VAY HALİNE O ZÂLİMLERİN!..[19]

…………………………………………………………………………………………………………………………….. 

 

[1] Sohbet başlarken elektronik tabloda çıkan dua

[2] Bazen dünyada da onun semeresini biçebilirsiniz. Birileri bir şey yapar, başlatır, tohum saçar; arkadan gelen birileri ona su verir; birileri, hava ile temasını temin eder onun. Birileri de gelir, tırpan ile yamacına geçer, biçer ve alır onları, götürür ambarlarda stok yapar.

[3] Fakat asıl ürünün derilmesi/toplanması, öbür âlemdedir. Onun için, “Bu dünya, âhiretin bir mezrasıdır.” deniyor.

[4] Hazret’in ifadesine meseleyi ircâ ederek ifade edecek olursak, bu acılar, bu zehir zemberek şeyler, orada insanların değişik koltuklarda zevkle anlatacağı hadiselere dönüşür. Bu üzerinde oturduğum koltuk gibi değil, güzel koltuklarda, yerinde -böyle- oynayan, kıpırdayan, “Şöyle olsun, böyle olsun!” aklından geçtiğinde, şöyle olan, böyle olan koltuklarda, karşılıklı, arzu ettiğiniz bütün dostlarınızla yâd edersiniz. Evvelki günkü dostum, dünkü dostum, bugünkü dostum; onlarla karşılaşmak istiyoruz!” dediğinizde, karşınızda hemen anında bulursunuz. Ve sonra dünyada geçen o acı şeylerin, o zehir zemberek şeylerin, ballar/kaymaklar haline döndüğünü, tatlı birer menkıbe haline dönüştüğünü görürsünüz; birbirinize nakledersiniz onları. “Âdeta burada olup biten o şeylerin hepsi unutulmuş gitmiş olur. Biri, “Yahu böyle bir şey var mıydı, yok muydu?!” filan der; diğeri de “Yahu boş ver!..”

[5] Sizden evvelkilerin başlarına gelen o belalar ve musibetler başınıza gelmeden, Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onların başlarına öyle sağanak sağanak belalar yağdı, onlar öyle belalara maruz kaldılar ki, peygamber… -“Peygamber” diyor; “encâmı bilen insan” demek, belanın sonucunun ne olduğunu bilen insan.- Demek ki mesele öyle tahammül-fersâ bir hal aldı, bir keyfiyet aldı ki, peygamber/rasûl ve arkasındakiler, “Allah’ım! Nusretin ne zaman?” dediler. Bu, umumî manada, umum peygamberlerin sergüzeştisi içinde görülen bir şeydir.

[6]  Hazreti Nuh (aleyhisselam) ise, öyle musibetlere maruz kalmıştı ki, nihayet  “Rabbim, ben mağlup oldum, ne olur bana yardım et!” demişti. Kullanabileceği bütün argümanları kullanmıştı; özellikle Nuh sûre-i celîlesinde anlatıldığı üzere, “Açık dedim, kapalı dedim.. topladım dedim, teker teker dedim.. kapı kapı dolaştım, dedim; tokmaklarına dokundum, dedim.. topluluklarıyla karşılaştım, söyledim; evlerine gittim, dedim.. ve her defasında değişik şeylere maruz kaldım.” Bunları dillendirerek Rabbine arz-ı halinde bulunmuştu.

[7] O (aleyhisselam) ; Allah’ım! Artık yenik düştüm!.. Sen, nusretini öyle bir ortaya koy ki, (o nusret -bir yönüyle- benim tabiatım ile tam uyuşma içinde olsun. O (aleyhisselam) diyor:. -Çünkü mutavaat var orada, kullanılan fiil kipinde.- Öyle bir nusret olsun ki, ben ona “tam nusret” diyeyim; “İşte buna nusret denir, yardım denir!” diyeyim. Mesele o kerteye gelince… “Bunun üzerine Rabbine, ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.” (Kamer, 54/10) “Biz de (duasını kabul buyurup), göğün kapılarını açtık da sular boşalmaya durdu. Yeri de göz göz yarıp, suları fışkırttık. Nihayet, (gökten boşalan, yerden fışkıran) sular, takdir buyurulan işin yerine gelmesi için yükselmesi gereken noktaya kadar yükseldi.” (Kamer, 54/11-12)

[8] Bir başka Ulû’l-azim peygamber, Hazreti İbrahim (aleyhisselam). Şu kısım, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmiyor: Cebrâil (aleyhisselam), “Cenâb-ı Hakk’ın selamı var, ateşe atacaklar seni! Ben, ne yapayım!” deyince, Hazreti İbrahim, “O (celle celâluhu), benim halimden haberdar ise, Allah, bana yeter; o ne güzel vekildir!” diyor. Bunun üzerine, “Biz ateşe şöyle ferman ettik: Dokunma İbrâhim’e! Serin ve selâmet ol ona!” (Enbiyâ, 21/69) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

[9] Evet, ateş, berd ü selâm oldu. İşte bu da yine demek gibi.. demek gibi bir şey. Bir kerteye geliyor; o, sâhil-i selâmete çıkıyor, Nemrut da müstahak olduğu belayı buluyor, çok küçük bir şey ile. “Sinek” diyorlar; sinek de olabilir, bir başka çağın nemrudunda olduğu gibi bir virüs de olabilir, bir AIDS virüsü de olabilir; musallat olur, yere serileceğini aklının köşesinden bile geçirmeyen o Nemrut, bir de bakarsınız, birden bire yere serilivermiş. Tarihi tekerrürler devr-i dâimi içinde değişmiyor bu.

[10] Burada antrparantez bir şey ifade edilebilir; unutmazsam, arz ederim. Rabbim, benim ile beraberdir.Mutlaka bir yol gösterecektir! Nerede diyor? Karşıda derya, girince boğulacak; arkada derya gibi bir ordu, geriye döndükleri zaman, Firavun, onları derdest edecek ve hepsinin hakkından gelecek. Böyle bir yerde, tereddüt etmeden, bir Peygamber tevekkülü, teslimi, tefvîzi, sikası içinde.. veya “nefs-i mutmainne”, “nefs-i zâkiye”, “nefs-i sâfiye” ruhu içindeRabbim benimledir ve O muhakkak ki bana kurtuluş yolunu gösterecektir!” diyor. Hem de “Sin-i istikbal” ile diyor: Şu anda öyle görünmüyor ama O (celle celâluhu), bize “Çıkın, gidin buradan!” dediğine göre, her halde, şimdi olmasa bile yakın bir zamanda… Sin harfi, yakın istikbale delalet ediyor; uzak istikbal olsa “sevfe” veya “sümme” der, “sonra, daha sonra” der. Ama “Çok yakın bir anda Rabbim bir yol gösterecektir!” diyor. O zaman Cenâb-ı Hak nusret ve necat lütfediyor. Yine esbâb, bil-külliye sukût etmiş, bakın!.. Hazreti Nuh’tan alın, Hazreti İbrahim’e meseleyi getirin; berd ü selâma vesile oluyor. Orada da “Vur asânı deryaya!” deniyor; derya iki şâk oluyor: “Biz de Musa’ya, ‘Asânla denize vur!’ diye vahyettik. Musa vurur vurmaz deniz yarıldı ve sular, (koridor benzeri açılan yolun iki yanına) birer büyük dağ gibi yığıldı.” (Şuarâ, 26/63) Sonra, o dalgalar, âdetâ dağlar cesâmetinde oluyor; Hazreti Musa ve beraberindekiler aradan geçiyor, Firavun boğuluyor. Hazreti Nuh’a eziyet edenler boğuluyor; Hazreti İbrahim’e eziyet eden insan bir yönüyle bir virüs ile yere seriliyor; bütün Firavunların yere serildiği, Nemrutların yere serildiği gibi…

[11] Antrparantez bir şey arz edeceğimi söylemiştim: Efendimiz’in Sevr sultanlığında, yine esbâb bilkülliye sukût ediyor; nur-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Hazreti Ebu Bekir, endişesini izhar ederken, “Eğilip baksalar, mağara içinde bizi göreceklerdi!” diyor. Oraya kadar takip etmişler; o işin arkasını da artık bırakmazlar. Fakat Efendimiz’in oradaki sözü, çok farklı; daha farklı bir şey diyor Efendimiz: “Tasalanma dostum “Allah bizimle beraberdir!” Se (Sin-i istikbal) yok; “Gelecekte, Allah bizimle beraber olacak, necat verecektir!” değil. “(O, hiçbir endişeye kapılmadan, Allah’a tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde) yanındaki arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Allah, sekînesini (iç huzur ve güven kaynağı rahmetini) daima O’nun üzerinde tuttu; O’nu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve inkâr edenlerin davası ve düşüncelerini alçalttı. Allah’ın Kelimesi ve davası ise, zaten her zaman yücedir. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Tevbe, 9/40) Hiç görülmedik bir ordu ile teyîd buyuruyor, Allah (celle celâluhu). Kim; ordu kim? İki tane güvercin, bir tane örümcek!.. Evet, burada bir espri ile meseleyi ifade edelim: Onlar, bütün hışım ve bütün cesametleriyle gelip şuraya kadar dikilmişler; Allah, bir örümcekle, iki tane güvercinle onları bertaraf ediyor, savuruyor; Kendi Kudret-i nâmütenâhiyesini gösteriyor. Ve orada da bir kere daha siz, şunu görüyorsunuz: Değişen bir şey yok arada. Aynı şeyi seyyidinâ Hazreti İsa’da da görürsünüz. Hazreti Musa’da gördüğünüz gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nda da görürsünüz aynı şeyleri.

[12] Bu açıdan da ne zaman olursa olsun, esbâb bilkülliye sukût ettiğinde, Firavunlar gemi azıya aldıklarında nûr-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Dünün Firavunları: Bir yerdeki Şeddâd’ı, Şâbur’u, Nemrud’u -Nümrûz” diyorlar, Nemrud’u- Amnofis’i… Veyahut da Efendimiz’e musallat olan Ebu Cehil’i, Utbe’si, Şeybe’si, İbn Ebî Muayt’ı… Kim ise o dönemin Nemrutları?!. Daha sonraki dönemlerin Hitler’i olabilir bu, Saddam’ı olabilir, Kazzâfî’si olabilir, başka ülkelerde başka firavunlar olabilir. Ve bunlar, birer güve gibi Müslümanlara musallat olurlar. Anneyi, evladından ayırırlar; evladı, annesinden ayırırlar; karıyı, kocasından ayırırlar; kocayı, karısından ayırırlar; insanlara, çeşitli mahrumiyetler yaşatırlar. Fakat “Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse / Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse.” Taş atmıştır firavunlar, altın kâseye; ne taşın kıymeti artmıştır, ne de kıymetten düşmüştür kâse. Kıyamete kadar hep o kâseye taş atacaklardır. Hiç olmayana, karıncaya basmayan insana “terörist” diyeceklerdir. Karalamaya çalışacaklardır. Kendileri ezdikleri gibi, aynı zamanda dünyada da, dünya insanlığınca da onların ezilmesini arzu edeceklerdir. Etek etek paralar dökeceklerdir. Etekler dolusu vaatlerde bulunacaklardır: “Yol yapalım!” diyeceklerdir; “Hava meydanları yapalım!” diyeceklerdir; “Size limanlar yapalım!” diyeceklerdir. Diyecekler ve “Yeter ki, bunları bize teslim edinin!” falan, diye direteceklerdir. Değişmeden, aynı karakter, hep devam edecek; tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde… Fakat bütün bunlara katlanan -sizin gibi- insanlar, sebeplerin bilkülliye sukût ettiği anda, birden bire bakacaksınız ki, çok şiddetli bir fırtına karşısında o ölçüde mukavemeti olmayan ağaçlar gibi, bir bir Nemrutlar, Şeddâdlar, Saddamlar, Hitlerler devrilecekler ve siz de geçilmez gibi görünen geçitleri/deryaları geçeceksiniz. Ve aynı zamanda yakan ateşleri aşacaksınız; etrafı su bastığı zaman بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır. Gerçekten Rabbim gafurdur, rahîmdir (affı, rahmet ve ihsanı pek boldur).” (Hûd, 11/41) fehvasınca, “Bismillah!” diyecek, Allah’ın izni ve inayetiyle yürüyeceksiniz. İnsanlığın İftihar Tablosu gibi, sâhil-i selâmete çıkacaksınız; “Yesrib”i medeniyet merkezi bir “Medîne” haline getireceksiniz ve sizden çok kısa bir zaman sonra da Allah’ın izni ve inayetiyle, nâm-ı Nebevî, dünyanın dört bir yanında şehbal açacak.

[13] Bu mırıltıların, bu hırıltıların hepsi, olduğu yerde kalacak; Allah, sizin niyetlerinizi gerçekleştirecek, nâm-ı celîl-i Muhammedî, güneşin üzerine doğup-battığı her şeye ulaşacak, her yere ulaşacak. Sizin muradınız da odur; Allah, onu gerçekleştirmiş olacaktır.

[14] Bu duanıza icabet edip, Cenâb-ı Hak, ihsan-ı etemme mazhar kılacak sizi; başkalarının o mevzudaki teveccühünden, desteğinden de müstağnî olacaksınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.

[15] Şimdiye kadar bu mesele, böyle cereyan edegeldiği gibi, bundan sonra da böyle cereyan edecektir.. Ama “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var!” “Yâr, yüreğim yâr / Gör ki neler var / Bu halk içinde / Bize gülen var.” (Yunus Emre) “Sizler birer aptalsınız! Dünyayı bırakmış, çok ötelerde, ötelerin de ötesinde bazı şeylere dilbeste olmuş, onların arkasından koşuyorsunuz!” deyip gülenler var! “Yâr yüreğim, yâr / Gör ki neler var / Bu halk içinde / Bize gülen var!” Allah’ım, ne halimiz varsa, hepsi Sana ayan; dileğimiz, duamız, perişan dillerden sadece birer beyan

[16] “Tarihî tekerrürler devr-i dâimi” dedik. Hadiseler, “ayniyet” çizgisinde değil de “misliyet” çizgisinde cereyan eder. Çünkü zamanın, şartların, konjonktürün girdileri olur, katkıları olur orada. Dolayısıyla, her zaman hayat adına aynı dantela örülüyor gibi olur; fakat bir de bakarsınız, onun içine zaman kendi rengini de sokuyor. Onun için Hazreti Nuh döneminde, farklı olur; Hazreti İbrahim döneminde biraz farklı olur. Farklılık olur; fakat öyle bir farklılıktır ki, “ayniyet ölçüsünde bir misliyet” ile cereyan eder. Bakarsınız, kâfirlik yapanlar, münafıklık yapanlar, aynı şeyleri yapıyorlardır; zulüm yapıyorlar, gadirde bulunuyorlar, insanları mahrum ediyorlar, azlediyorlar, ihraç ediyorlar, konumlarına dokunuyorlar, en yararlı insanlardan yararlanılacağı zamanda onları -bir yönüyle- kaldırıp bir kenara atıyorlar… Hep aynı şey cereyan ediyor. Günümüzde de aynı şeyler cereyan ettiğinden dolayı, meseleyi o tarihî tekerrürler devr-i dâimine bağlayarak, Kur’an’ın hadiselere, dünyaya, insanlara bakışı zaviyesinden arz etmeye çalıştım.

[17] “Bende-i makbulünü mevlâsı âzâd eylemez!” Bir kölesini, efendisi şayet seviyorsa, onu âzâd eylemez, hep yanında tutar, yanında tutar, yanında tutar!.. Yusuf’u kuyuya atar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu Sevr sultanlığına sokar, Hazreti İbrahim’i ateşin içine atar, Hazreti Nuh’u dalgalar ile karşı karşıya getirir, Hazreti Musa’yı bir derya ile karşı karşıya getirir, (sallallâhu alâ seyyidinâ ve aleyhim ecmaîn). Âdet-i İlahîdir, hiç değişmeden devam eder durur.

[18] Bir gün, bunu onlara yapan insanlar, Haccâc gibi delirerek ölecekler, Yezîd gibi âh u vâh ederek yok olup gidecekler ve sonra lânet ile yâd edilecekler. Biri için söylenmiş bir sözdür: “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur.” Birilerinin mezar taşına yazılacak sözler bunlar: “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!” Demişler, diyecekler. Evet, hiç tereddüdünüz olmasın! O âdet-i İlahî, değişmemiştir, değişmeyecektir de; zâlim, cezasını görecek; mazlum da mükâfatla serfirâz olacaktır.

[19] ve “Zulm ile âbâd olanın, âhiri berbâd olur!” demişler ki tarihte -arz edildiği gibi- yüzlerce misaliyle hep bu mesele sahnelendirilmiş, gösterilmiş; birileri için inkisara sebep olmuş, başkalarında da ümide vesile olmuş dedi ve tam sözün burasında elektronik levhada çıkan tablo da aynı konuyu ifade ediyordu; Büyüğümüz onu okuyarak sohbeti bitiyor…

 

PDF LİNKİ:

MÜZAKERE ODASI_EY YOLCU_ DUAMIZ ODUR Kİ 18 mart