GİRİŞ

Bamteli: HUZUR VESİLELERİ VE SOHBET-İ CÂNÂN _ 31/03/2019

İm’ân-ı nazar ve konsantrasyon marifet ve muhabbetin anahtarıdır; kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gâye-i hayâl olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır.

İnsan, aklını, kalbini, ruhunu, hissini, ihtisaslarını hep bu istikamette, ciddî bir metafizik gerilim içinde tutar ise, zannediyorum, öyle bir dünyanın içine, onlar ile çevrili, surlar ile muhât bir dünyanın içine girmiş olur ki!.. İstanbul’un surları ne oluyor? Roma’nın surları ne oluyor?!. Öyle çevrili surların içine girmiş olur ki, şeytanî duygular, beşerî kirli mülahazalar akıp içeriye giremez, Allah’ın izniyle. Çünkü o kapıları bu duygular kapamıştır; arkasına da sürgü vurmuşlardır ve kalbleri şöyle bağırıyordur: “Beyhude yorulma! Kapılar sürmelidir!..” Bey-hu-de yo-rul-ma, ka-pı-lar sür-me-li-dir!..

BAMTELİ MÜZAKERESİ

Zaten bugün biz, kendimizi bir muhasebe ve murakabe süzgecinden geçirsek, gereksiz ve faydasız konulara im’ân-ı nazar ettiğimizden dolayı, esas konsantrasyon temin etmemiz gerekli olan önemli ve hayatî mevzulardan uzaklaştığımızı göreceğiz. Bundan dolayı diyoruz ki, keşke im’ân-ı nazar etmemiz gerekli olan konulara tam eğilsek, asıl onlar üzerinde yoğunlaşsak.

İç âlemimize ait problemlerimiz varsa asıl onları halletmekle meşgul olsak. Bizi, potansiyel insan olma hâlinden hakiki insan olma ufkuna taşıyacak alternatif sistemler geliştirip bunların değerlendirmesini yapsak.

Ancak maalesef genellikle aktüel meselelerle meşgul oluyor ve küçük şeylere takılıp kalıyoruz. Tabiî bu esnada çok önemli ve hayatî işlerimiz de arada kaynayıp gidiyor.[1]

Konsantrasyona ihtiyaç var. Esas kulak kesilecek şeylere kulak vermek lazım; göz ile, konsantre olunacak şeylere konsantre olmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak ve dağınıklığa düşmemek… Bir şeylere takılıyorsan, elin-âlemin dediğine takılıyorsan, meclisini ve arkadaşların ile muhaverelerini elin-âlemin meclisleri kirlettiği gibi, sen de onlarla kirletiyorsan, uzaklığını aşamazsın, O’na yaklaşamazsın!.. O, yakındır. Gelin, Allah aşkına, o yakınlığı kendi uzaklığınıza kurban etmeyin!..

Şu enâniyet asrında cinnet hummalarından kurtulmanın yolu, nazar dağınıklığına düşmemek ve her işi Allah için işlemektir.

O’na hasr-ı nazar etmezseniz, nazar dağınıklığına uğrarsınız; nazar dağınıklığına uğrar ve konsantre olmanız gereken mevzuya konsantre olamazsanız. Bütüncül bir nazarla bakamazsınız, analizlerinizde falsolar yaşarsınız, tahlillerinizde falsolar yaşarsınız ve başarılar yolunda hezimetten hezimete yuvarlanırsınız. Dağılmadan, her şeyi O’na müteveccihen götürmek lazım.[2]

İlk dönem sofîleri, imanda yakîn derinliğine, Hakk’a tahsis-i nazarda ihlâs-ı etemme, Allah’la münasebette sadâkate, diyanette istikamete önem verdikleri gibi, ehl-i himmetin himmetine de değerler üstü değer vermiş ve onu da önemli bir vesile-i insibağ saymışlardır. Hatta bazıları daha da ileri giderek, mânevî mücâhede ve gayretlerinin çok çok üstünde Hak erlerinin teveccüh, insibağ ve himmetlerini nazara vermiş, maiyyet-i ilâhiyeye erme konusunda bu hususun fevkalâde ehemmiyetli olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır.

Himmeti; samimi niyet, güçlü irade, mütemâdî gayret ve sürekli çıtayı yükselterek yürüme, dahası “hel min mezîd” deyip zirveleri kollama şeklinde de yorumlamış ve dikkatleri ciddî konsantrasyonlara, gönülden im’ân-ı nazara tevcih etmek istemişlerdir ki, her biri başlı başına birer değer ifade eden bu hususların vesilelikteki payları oldukça büyüktür.[3]

Evet, insan böyle iki çeşit tefekkürle mükelleftir. Kur’ân’da bu iki tefekkür çok defa yan yana anlatılır. Mesela, bir âyette o, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/190) der. Keza, “O kâfirler bakıp da düşünmezler mi: Deve nasıl yaratılmış? Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş? Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler hâlinde dikilmiş. Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?” (Ğâşiye sûresi, 88/17-20) diyerek, insanları böyle kapsamlı bir tefekküre yöneltir. Benzeri âyetler çoğu zaman, “Hâlâ düşünmüyorlar mı? Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?” şeklinde de ifade edilir.

Kur’ân’da çok defa âfâkî tefekküre davetten sonra insan hemen enfüsî tefekküre yönlendirilir ve eliniz, ayağınız, renkleriniz, diliniz, lehçeleriniz, uzuvlarınızdan söz edilir. Böylece o, âfâkî tefekkürün hemen arkasından enfüsî tefekküre geçer. Geniş dairede kâinat kitabındaki tefekkürü müteakip zihnimiz dağılmasın diye daha küçük mikyasta karşımıza koyduğu küçük bir kitap sayılan; kâinat kitabının fihristi insanın iç dünyasında bizi mütalâaya sevk eder. Mesela, “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok ibretler ve dersler vardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/190) dedikten sonra hemen رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلًا “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın…” (Âl-i İmrân sûresi, 3/191) ifadesiyle devam eder ki, bu bütünüyle bir âfâkî tefekkürdür. Bazen de وَفِۤي أَنْفُسِكُمْ “Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır.” (Zâriyât sûresi, 51/21) deyiverir.

Görüldüğü gibi burada Cenâb-ı Hak, semaları nazara verip, Allah’ın vaat ve vaîdlerinin oradan geleceğini, her şeyin oradan başladığını, insanların başına kıyametlerin oradan kopacağını söyledikten hemen sonra; “Nefislerinizde de basîretinizi açıp derinleşmek, im’ân-ı nazar etmek istemiyor musunuz hâlâ?” denilmektedir ki bu da âfâkî ve enfüsî tefekkürün ne kadar iç içe olduğunu gösterir.[4]

“Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.

“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa, yine bu işe yetmez!” diyor işin sahibi;  dört elimiz de olsa, sekiz elimiz de olsa, bu işe yetmez. Bu açıdan da bütün himmetimizi kendi meselelerimize teksif etmeliyiz.”

Hissizlere yazık!.. Hissizlere yazık!.. Kenetlenmeli!.. Olup biten şeyleri umursamamalı; onlara kulak tıkamalı, sadece kendi meselemize im’ân-ı nazar etmeli!.. Kuvvetimiz bizim, bir şeye yetecek mahiyette; başka şeylere onu dağıttığımız zaman, kendi işimizde kusur etmiş oluruz. [5]

İşte âyet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.

Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alâkalı hususların gereğini tam edâ etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor. Âyeti böyle anlamazsak, hâşâ Kur’ân’ın kelimelerinde haşiv (lüzumsuz ve fazlalık söz) var zannederiz. Her ne kadar meâl verirken meseleyi belli kısaltma ve tasarruflarla ifade ediyorsak da âyetten asıl anlaşılması gereken “Eğer tebliğ vazifesinde bulunmazsan, tebliğini yapmamış olursun.” demek değildir; “Tebliğ vazifesinin bütün gereklerini yerine getirmezsen, konumunun hakkını, peygamberlikle donanmış olmanın hakkını vermemiş olursun.” demektir.

Yani, “Sen bazı endişelerden tam tecerrüd etme ve bazı şeylere de im’an-ı nazarda bulunma konumundasın.

Öyleyse, “Rabb’inin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız ona yönel.” (Müzzemmil, 73/8). Bu, “Seçimini her şeyi terk etmeye ve sadece Allah’a yönelmeye bağla” demektir.[6]

Tebettüle, mebde’de iradenin hakkını vererek Hakk’a hasr-ı nazar ve hasr-ı himmette bulunup bütün mâsivâdan kat’-ı alâka yoluyla O’nu tam bilme, bulma, hatta bilmeler ötesi bulmaya kilitlenme de denmiştir ki; bu zirveyi ihraz eden kimseye de “betûl” denir.

Hazreti Meryem’e “Betûl” unvanı bundan dolayı verilmiştir. Zaten o muallâ validemiz, tebettülle tebtîle ermişlerin başında gelenlerden biri olarak kabul edilir. O, her şey var olduğu hâlde Allah’tan başka hiçbir şey görmemiş, O’na im’ân-ı nazar etmiş, yoğunlaşmış, konsantre olmuş; bütün mâsivâdan kat’-ı alâka ederek mihraba kapanmış ve bu sayede âdeta ahiretin semeratı ile beslenmeye başlamıştır.[7]

Böyle bir tecellî bazen kulun teveccühünün önüne geçer; bazen de ciddi bir im’an-ı nazar ve kararlı bir konsantrasyonu takip eder; ne var ki, her iki durumda da, zihin, his ve şuur üstü bir ekstra teveccüh söz konusudur.

Ancak bir kudsî hadiste, şart-ı âdi plânında kulun cehdi önde gösterilerek “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” buyurulmaktadır ki, bu da Hak nezdinde insanın irade ve tercihlerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaktadır. “Müridden gayret, mürşidden nefes.” sözü farklı bir dairede buna iyi bir örnek; “Virdin inkıtaı, vâridin kesilmesine sebeptir.” beyanı ise Hakk’la münasebetlerimizde kulak ardı edemeyeceğimiz ciddi bir tenbihtir. Evet, yağmur duası rahmetin gelmesine vesile olduğu gibi vird u ü zikir de bârân-ı vâridâtın en önemli sebeplerinden sayılmıştır; evet, “Çocuk ağlamazsa meme vermezler.” kabîlinden, insan da âh u enîn etmezse gök kapıları ona açılmaz.

İnsanların Hakk’a teveccühlerinde herhangi bir beklentiye girmemeleri, O’na karşı saygılarının gereği ve amelde muhlis olmanın da iktizasıdır. Ancak, Cenâb-ı Hakk, iltifat ve teveccühlerini şöyle veya böyle kullarının kendisine yönelmesine bağlamışsa, o zaman bütün mevhibe ve vâridlerin sihirli anahtarı da işte böyle bir teveccüh olsa gerek…[8]

Câhillerden, elden geldiğince, sarf-ı nazar edin!.. Çünkü, sürekli onlara döner, onlara bakar, onlara kulak verir, onları dinler, hep bir şeyleri onlarda okumaya çalışırsanız, çok rahatsız edici şeyler gelir çarpar size.. onlardan gelen şimşekler, çarpar.

Dolayısıyla da, esas konsantre olmanız gereken meseleye konsantre olamazsınız.. hizmetinizde aksamalara sebebiyet verirsiniz. Onun için Hazret-i Pîr-i Mugân, “Çoktan beri elime gazete almıyorum, başkalarından duydum!” diyor Lahikalar’da. Neden? Çünkü o dönemde de, aynen zift medyası gibi, hep iftiralar, tezvirler savuruyorlar. Onlarla meşgul olunca, Kur’an-ı Kerim’in içine, deryalara derinlemesine dalan bir dalgıç gibi, dalıp da oradan inci-mercan çıkarmak mümkün olmaz. Benim kafam, sokakta ayağa düşmüş laflarla meşgul olduğu takdirde, ben konsantre olmam gereken hususlara yoğunlaşamam; im’ân-ı nazarda bulunmam gerekli olan şeyler -bir yönüyle- tâlî derecede kalır.

Oysa iki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, esas, sarılıp ikame etmeye çalıştığımız dâvâya yetmez! Diyor ya: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” Önemli ölçüler bunlar.[9]

Bu iş ise, çok ciddî konsantrasyon ister, im’ân-ı nazar ister, onun üzerinde bakış teksîfi ister; ister ki o marifet, muhabbete dönüşüversin.

Muhabbet de zevk-i ruhânîyi doğurur bağrında. Âdetâ, قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ * كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي اْلأَيَّامِ الْخَالِيَةِ “Salkım salkım meyveleri elle koparılacak mesafededir. Kendilerine şöyle denilir: Artık geride kalmış günlerinizde işleyip de, buraya gönderdiğiniz güzel işlerinizden dolayı afiyetle yiyin, için!” (Hâkka, 69/23-24) İsterseniz burada alabilirsiniz o zevk-i ruhânîyi.[10]

Her an ayrı bir im’ân-ı nazarla, görülüyor olma rasathanesinden, görüyor olma ufkuna müteveccih gerilim içinde bulunan, akrabü’l-mukarrabîn olan latîfe-i rabbaniye erbabı ki, bunlar zirvelerde tayaran ettikleri halde temkin ufkunun gereği, müşahede derinliğinin mehâbeti, arkalarındakilere teyakkuz dersi… gibi mülahazalarla hâlden hâle girer.. haşyet ve heybet nöbetleri geçirir.. kurbetin hâsıl ettiği saygıyla titrer.. ve يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım, kalbimi dininde sabit kıl.” [3] der, inlerler. Kendilerine bu hassasiyetleri sorulduğunda da إِنَّ الْقُلُوبَ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ يُقَلِّبُهَا كَيْفَ يَشَاءُ “Kalbler, “beyne isba’ayni min esâbi’ı’r-Rahmân”dır, onu istediği gibi evirir çevirir.” [4] şeklinde temkin edalı bir beyanla cevaplandırırlar.

Bu tür hususlar O’nun için asla söz konusu olmasa da, başkaları için her zaman bahis mevzuu olabilir. “Bel’am”ların, “Bersîsa”ların ciğersûz akıbetleri meydanda ve bu tepetakla gidiş onlara mahsus da değil; tarihin kirli sayfalarına bakıldığında, bu menkıbe kahramanları türünden bir hayli dalalet rekortmenine rastlamak mümkündür. Hâsılı, selamet-i akıbet ve selamet-i ahiret ancak ve ancak kalb-i selime vaadedilmiştir. Evet, يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ ’da açılmaz kapıları açacak bir sırlı anahtar varsa o da kalb-i selimdir.[11]

Bu seviyedeki bir zâhid, sahip olduğu şeylerin varlığını-yokluğunu bir bilir; ne dünya ve mâfîhâ adına elde ettiği şeylere gönül kaptırır, ne de onların yok olup gitmeleri karşısında teessür duyar; “O verdi, O aldı!” mülahazasıyla kalb balansını hep bu ayarda tutma ihtisaslarıyla oturur kalkar. Bu zâhidlerin dünyevîliklere karşı duruşları böyledir ama onlar Cennet ve hûri-gılmânla da alakalıdırlar.

Bu mevzuda nihai hududa im’ân-ı nazar ve konsantrasyon, âşıklara Hakk’ın hususi atiyyesidir. Âşık,

Cennet Cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç hûri,

İsteyene ver ânları,

Bana Seni gerek Seni.

(Yunus Emre)

der, duygularını böyle dillendirir ve görülmeyi görüyor olma rasathanesine çevirme heyecanıyla çırpınır durur.[12]

Sen, o kadar konsantre olunca, tepeden tırnağa sende bir ihtizaz hâsıl olacak, kalbinin ritmi değişecek ve ellerine de âdetâ bir şeyler yağıyor gibi olacak.

Objektif değil. Zorlayın kendinizi!..

Allah huzurunda durduğunuz mülahazası ile, ciddî bir konsantrasyon ile, eskilerin ifadesiyle “im’ân-ı nazar” ile, O’nun tarafından görülüyor ve O’nu görüyor olmaya tâlip olma mülahazasıyla yaptığınız zaman, Allah (celle celâluhu) duayı kabul buyuracak…[13]

DİPNOTLAR

[1] BAMTELİ: Sohbetlerimizin yörüngesi: Sohbet-i Cânan_ 05 Eylül 2013

[2] BAMTELİ: Mahpuslar, Mazlumlar, Muhâcirler Ve Himmet_ 05/02/2017

[3] SIZINTI BAŞYAZI_Himmet

[4] KENDİ RUHUMUZU ARARKEN_ Âfâkî ve enfüsî tefekkür

[5] BAMTELİ: Kenetlenmeliyiz!_ 03 Şubat 2019

[6] KIRIK TESTİ_ Tebliğ vazifesi ve Allah’ın koruması_ 09 Ağustos 2002.

[7] Hakk’a Tam Yönelmenin Unvanı: Tebettül_ 10 Temmuz 2011.

[8] KAVRAMLAR: Vâridat ve Mevhibenin Devamının Şartları_ 29 Aralık 2003

[9] BAMTELİ:Eziyetler, hüzün ve İlâhî emirler_ 28 Ağustos 2016.

[10] BAMTELİ: İmandan aşka_ 14 May 2017

[11] ÇAĞLAYAN DERGİSİ_ Kalb veya latîfe-i Rabbâniye_  10 Ekim 2017.

[12] ÇAĞLAYAN DERGİSİ_ Âbid, zâhid, âşık (2)_ 12 Şubat 2018.

[13] BAMTELİ: Allah’a Sığınıyoruz_ 28 Ekim 2018