İNSANLIĞI TAMİR EMANETİ”Nİ YÜKLENEN

NUMUNE-İ İMTİSAL ADANMIŞLAR

BAMTELİ MÜZAKERESİ:

İSTİFADE EDİLEN KAYNAK: Bamteli: ACIYORUM!.. 30 ARALIK 2018

ÖZETLE;

A-Dünyanın Neden Tamire İhtiyacı Var.

B- Milletin Neden Tamire İhtiyacı Var.

C- İslam Dünyasının  Neden Tamire İhtiyacı Var

D- “İslam Dünyasının/ Dünyanın/ İnsanlığın/ Memleketimizin” Tamire İhtiyacı Olduğu Bu Günlerde;  Hizmetlerimizi Nerede Eda Etmeliyiz?

E- “İnsanlığın Tamir Emaneti”ni Yüklenen Numune-i İmtisal Topluluğun Hedefleri

F- İnsanlığın Tamiri İçin Çoçuklarımızın Şuuraltı Müktesabat Donanımlarını Çok iyi Beslemeli

G- İnsanlığın Tamiri İçin Elimizdeki İnsanları, İmrenilecek Hâle Getirmemiz Lazım!

H- İnsanlığın Tamiri İçin Herkesi Hayran Bırakan Bir Kardeşliğin Temsilcisi Olmalı

I- İnsanlığın Tamiri İçin Miraç’tan Şu Mihnet Yurduna Dönen “Şefkat Peygamberi”nin, Kendine Has O Derin Merhamet Hissini Örnek Alacak İnsanlara İhtiyaç Var .

İ- İnsanlığın Tamiri İçin Gayr-ı Mütecânis Toplumlarda Reçete, Demokrasi Olmalı..

***

A-DÜNYANIN NEDEN TAMİRE İHTİYACI VAR.

(-) Sarsıntı üstüne sarsıntı yaşamış, her tarafından çivileri sökülmüş Dünyanın tamire ihtiyacı var.

(-)  Dünyanın tamire ihtiyacı var. Çivileri sökülmüş her taraftan, kırılma üstüne kırılma yaşıyor dünya; topyekûn dünya.

(-) Dünyanın her yerinde şekil insanlar

(-) Dünyanın her yerinde sûret insanlar 

(-) Dünyanın her yerinde taklidin âzâd kabul etmez köleleri

(-)  İnsanların çoğu -hafizanallah- dünyaya tapıyor; dünyayı put haline getirmişler.

B-MİLLETİN NEDEN TAMİRE İHTİYACI VAR

(-) Şu anda hususiyle sizin o mübarek Toprağını tûtiyâ gibi gözünüze süreceğiniz memleketinizde kapkaranlık bir tablo var.

[ “Memleketiniz ki nasıl bir ülke; Siz, orada neş’et etmişsiniz;

taklidî dahi olsa, yani görmeye uyma şeklinde bile olsa, duymaya uyma şeklinde bile olsa, dininizi-diyanetinizi, Allah ve Peygamber sevginizi hep o ülkede öğrendiniz.

Allah’ın izni ve inayetiyle; Dünyanın değişik yerlerine -çoğunuz itibarıyla- açılırken, o donanım ile açıldınız,

Çünkü neredeyse bin seneden beri orada sizin atalarınız, sizin dedeleriniz, dedelerinizin dedeleri hep hak ve hakikati bir bayrak gibi, bir şehbal gibi dalgalandırmışlar.”

“Hususiyle Kıtmîr açısından meseleye bakacak olursanız, hep aklımdan geçmiştir, uçaktan indiğim an bir avuç toprağını alıp yüzüme-gözüne süreyim, diye; benim nazarımda o kadar kutsaldır. Öyle bir ülke…”]

(-) Fakat Memleketin hâlihazırdaki durumuna bakılınca, şiddetin, hiddetin, öfkenin fokur fokur kaynadığı bir ülke haline gelmiş;

(-) Hatta Memlekete dıştan bakan insanlara, “Aman, Allah içine düşürmesin!” dedirtecek kadar çirkinleşmiş, 

(-) Hatta Memlekete dıştan bakan insanlara, “Aman, Allah içine düşürmesin!” dedirtecek kadar gayzın, nefretin kaynadığı, magmalar gibi köpürüp durduğu, insanı kaçırdığı, etrafındakileri yakıp-yıktığı bir ülke haline gelmiş.

(-) Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir; merhametsiz insanlar, o reçeteyi uygulama yerine hem kendi ülkelerini hem de başka memleketleri kan gölüne çevirdiler/çeviriyorlar.

C-İSLAM DÜNYASININ  NEDEN TAMİRE İHTİYACI VAR

(-) Şu anda İslam dünyasında kapkaranlık bir tablo var.

(-) Ve en acısı da İslam dünyasında yaşanıyor. İslam dünyasında İslam’ın sadece adı kalmış!..

(-) İslam dünyası; Ne tadı var, ne tuzu var!..

(-) İslam dünyasını diline-dudağına değdiren “Aman, Allah göstermesin; bunu bir kere daha tatmayalım!” diyecek kadar, birileri tarafından çirkinleştirilmiş..

(-) O güzel çehre (İslam dünyası), zift püskürtülmek suretiyle çirkinleştirilmiş.

(-) İslam dünyası;Dünyaya âlet ediliyor, dünyevî saltanata âlet ediliyor,

(-) İslam dünyası;dünyayı put haline getirmeye âlet ediliyor.

(-) Âhiret unutturuluyor

(-) Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, kapı ardı, hafizanallah…

D)- “İSLAM DÜNYASININ/ DÜNYANIN/ İNSANLIĞIN/ MEMLEKETİMİZİN” TAMİRE İHTİYACI OLDUĞU BU GÜNLERDE; HİZMETLERİMİZİ NEREDE EDA ETMELİYİZ?

[ “Hani buradaki gençler/sizler, ileride bir daha kendi ülkenize “Bura bizim ülkemiz!” deyip -bir kısmınız itibarıyla- gidebilirsiniz.”

“işler düzeldiğinde, her şey rayına oturduğunda, sistemler tıkır tıkır işlemeye başladığında kendi ülkenize “Bura bizim ülkemiz!” deyip -bir kısmınız itibarıyla- gidebilirsiniz.”]

1)- Yine de siz, o zaman dengeli düşünmeli

2)- Ben, “Acaba nerede daha faydalı olabilirim demeli

3)-  İnsanlık için nerede daha yararlı olacaksam, orada kalmalıyım!” demelisiniz.

4)- “O hâli, o keyfiyeti ihraz ederek, nerede dünyaya numune olunabiliyorsa, insanlığa numune olunabiliyorsa, oraya gitmek lazım.”

5)- “İşler düzelince, her şey rayına oturunca, nerede daha yararlı olacaksak orayı seçmeliyiz”

6)- Yeniden, bir kere daha istişare ederek ona göre tercihte bulunmalıyız. “Orada mı, öbür tarafta mı?” Onu ona göre tercih etmek lazım!..

E-“ İNSANLIĞIN TAMİR EMANETİ” Nİ YÜKLENEN NUMUNE-İ İMTİSAL TOPLULUĞUN HEDEFLERİ

1)- “Gerçekten huzur içinde, sevgiyle kucaklaşabilecek şekilde insanların birbiriyle kaynaşması/bütünleşmesi adına, Dünyanın her yerinde bulunmak, insanlık adına çok önemli bir hizmet olacaktır.”

2)- “Dünyanın şiddetle Müslümanlığın, IŞİD tarafından temsil edildiği gibi, Boko-Haram tarafından temsil edildiği gibi, Murâbıtîn tarafından temsil edildiği gibi olmadığını ve; “Bu, başka bir Müslümanlık!” dedirtecek bir temsile ihtiyacı var!..”

[ Fakat Şu kadar üniversite var, şu kadar hastane var, şu kadar hapishane var; binlerce… Bunların her birinde bir tane, o Müslümanlığı tavır ve davranışları ile aksettirecek şekilde insan olsa]

3)- “Dünyanın bu ıslahının gerçekleşmesi de sebepler planında numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiline bağlı.

4)- Dünyada bir yer örnek hale gelse, çok küçük çapta bile olsa, mikro-planda bile olsa örnek hale gelse

5)- “Dünyanın her yerinde ve hayatın her biriminde, şekil ve suretten sıyrılmış hakiki müminlerden en az biri bulunmalı”

[ Ki insanlık, IŞİD, Boko-Haram ve Murâbıtîn gibi örgütleri İslam’ın temsilcileri olarak görmesin.]

6)- Dünyanın her yerinde bir tane aklı başında insan olmalı; şekil insanı değil, sûret insanı değil, taklidin âzâd kabul etmez kölesi değil.

7)- Dünyanın her yerinde bir tane Her şeyi sindirmiş, içtenleştirmiş insan olmalı

8)- Dünyanın her yerinde bir tane inandığı şeyler tavır ve davranışlarına akseden insan olmalı

9)- Dünyanın her yerinde bir tane kalbi, fokur fokur Allah muhabbeti ile kaynayan, Peygamber sevgisi ile kaynayan insan olmalı.

[ Hadîs-i şerif öyle diyor: “Eğer kalbinde Allah’a karşı saygı/haşyet hissi olsaydı, bu, senin tavır ve davranışlarına da aksederdi!” ]

10)- Dünyanın her yerinde bir tane kalbi; Allah ve Peygamber muhabbeti ile kaynayan, “El-ayak hareketlerine, ses tonuna, vurgulamalarına, gözünün irisine, yüzündeki takallüslere, kırışıklığa, tebessümlerine, oturuş-kalkışına, her şeyine” akseden insan olmalı

11)- “Bu hâli, bu keyfiyeti ihraz ederek, nerede dünyaya numune olunabiliyorsa, insanlığa numune olunabiliyorsa, oraya gitmek lazım.”

12)-Onların mülahazası; “Kaç insan Allah sevgisi ile oturup kalkıyor?!. Kaç insan Peygamber sevgisi ile meşbu; aklına geldiği zaman gözleri doluyor?!. Kaç insan “Acaba Sana ne zaman kavuşabilirim!” mülahazası ile oturup-kalkıyor”

13)-Onların mülahazası; “Dünyada kaldığım sürece başkalarını Sana ulaştırma, Senin ile tanıştırma, Senin ile buluşturma cehd ü gayretinde olacağım; muvaffak eyle beni!” mülahazası ile oturup kalkıyor?

14)-  “Bu açıdan burada ele aldığımız insanlar, ister orta yaşta, ister yaşlı, isterse de çocuk olsun, onlar öz değerlerimizle çok iyi beslenmeli.”

15)- “İnsanlığın tamiri için çocuklarımızın Şuuraltı Müktesabat Donanımları çok iyi beslemeli..”

16)- İnsanlığın tamiri için elimizdeki insanları, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

17)-  İnsanlığın tamiri için herkesi hayran bırakan bir kardeşliğin temsilcisi olmalı…

18)- İnsanların olup-biten şeyler karşısında sarsılmadan, dik durmaları adına sahabenin çektiği şeylere göre bizim çektiğimiz şeylerin çok az/önemsiz olduğunu, onlarınkinin onda biri bile sayılamayacağını ifade etme adına bir gayret lazım..

19)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki -kitap fuarlarında kitapların sergilendiği gibi- Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar birbirini yemekten vazgeçecekler..

20)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar yamyamlığı bir tarafa bırakacaklar..

21)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar kardeş gibi sarmaş-dolaş olacaklar.

22)- İnsanlığın tamiri için Miraç’tan şu mihnet yurduna dönen “Şefkat Peygamberi”nin, kendine has o derin merhamet hissini örnek alacak insanlara ihtiyaç var.

23)- Şefkat ve acıma gurbetinin yaşandığı bu dönemde, o “acıma hissi” yaşatacak insanlara ihtiyaç var.

24)- İnsanlığın tamiri için Şefkat Peygamberinden sonraki Hale gibi şefkatli insanlara ihtiyaç var.

25)- Acıyorlardı, acımışlardı, acıma mecburiyetindeyiz. Yolumuz, Peygamberler yolu ise, Râşid Halifeler yolu ise, Enbiyâ-ı ızâm yolu ise, acıma da tabiatımız olmalı!..

26)- Şefkatı içtenleştirmeliyiz. Onu öyle içtenleştirmeliyiz ki, birinin dediği gibi, karıncaya basmayacak şekilde içtenleştirmeliyiz. Karıncaya acımalıyız; bir arıya şefkat edecek kadar ince olmalıyız; o işi içtenleştirmeliyiz.

F-İNSANLIĞIN TAMİRİ İÇİN ÇOCUKLARIMIZIN ŞUURALTI MÜKTESABAT DONANIMLARINI  ÇOK İYİ BESLEMELİ

1)- Çocuklarımızın şuuraltı müktesebatın donanımı esnasında fikrî beslenmeler, insanın gelecek adına şekillenmesi açısından çok önemli.

2)- Ele aldığımız çocuklar, öz değerlerimizle çok iyi beslenmeli.

3)-  Bir taraftan ona bend olma, bağlanma; bir diğer taraftan da âlemin baktığı zaman hayranlık duyacağı şekilde kâmet-i bâlâ birer insan olma.

4)- Bu beslenme, “büyüdükleri zaman ona, mantığa ve muhakemeye göre, drobu uygun, numarası uygun bir hal, bir keyfiyet kazandırırlar ve o, inandırıcı olur.”

5)- Çocuklar, “daha mekteplerde okuyan insanlar, hususiyle onlar, güzel beslenmeli.”

6)- “Belli bir yaşta o şuuraltı beslenme gerçekleşiyor;  hep böyle şerbet gibi güzel şeyler içirirsek, Allah’ın izni ve inayetiyle şuuraltı müktesebatları/donanımları o olursa, o, inandırıcı olur”

[ “0-5 yaş” diyorlar, 0-7 de olabilir. Fakat Fakîr, dar tecrübelerimle, 15 yaşına kadar o beslenmenin devam ettiğini zannediyorum. ]

7)- Bu beslenme olursa Çocuklarımız Şekilden sıyrılmış olur, sûretten sıyrılmış olur; bir yönüyle hakikatin dilbestesi, dolayısıyla da dilrubâsı olur.

8)-  Bu, o şuuraltı müktesebat döneminde -ki mekteplerde o oluyor- sağlanmalı.

9)- Cenâb-ı Hak, basiretli insanlar ihsan eylesin!…Cenâb-ı Hak, arkadaşlarımızı çocuklarımızı Ona  (cc) bend olma, bağlanma; bir diğer taraftan da âlemin baktığı zaman hayranlık duyacağı şekilde kâmet-i bâlâ birer insan olarak yetiştirme hizmetine muvaffak kılsın; Arkadan gelen nesilleri de o istikamette yetişmeye muvaffak eylesin!..(Amin)

G-İNSANLIĞIN TAMİRİ İÇİN ELİMİZDEKİ İNSANLARI, İMRENİLECEK HÂLE GETİRMEMİZ LAZIM!

1)- Fırsatı kaçırmadan, elimizdeki insanları, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

2)- İmkanları fevt etmeden, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

3)- Elimizdeki insanları, bir heykeltıraşın yontup şekillendirdiği gibi, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

4)- Dünyada bir yer örnek hale gelse, çok küçük çapta bile olsa, mikro-planda bile olsa örnek hale gelse, imrenilecek hâle getirmemiz lazım!

5)-Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. Yani, orada herkes Allah sevdası ile oturup-kalksa..

6)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. “Yani, orada Peygamber!” dediği zaman yirmi dört saat ağlayan insanlar/kadınlar olsa”

7)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. “insanlar namaz vaktinde “Aman kaçırırım!” diye hemen koşuverseler.. ezanı duydukları zaman “ilk tekbir”e yetişmek için âdetâ atlarını mahmuzluyor gibi oraya koşuverseler..”

8)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa..” Ellerini Cenâb-ı Hakk’a kaldırdıkları zaman da O’nun huzurunda bulunuyor olma huzuruyla diyeceklerini deseler.. diyeceklerini derken, kalbleri bir mızrap yemiş gibi, dillerinden-dudaklarından dökülenler, o kalbin çıkardığı ses olsa

9)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa..Helale, harama dikkat edilse..

10)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. arpa kadar kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmese..

11)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. kimse kimseye bir tokat vurmasa..

12)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa.. kimse kimseye ekşi bir yüz ile bakmasa..

13)- Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa..herkes birbiriyle karşılaştığı zaman sarmaş dolaş olsa…

14)- O kadarcık bir yerde, gayet lokal bir yerde, imrendiren bir keyfiyet olsa..

[ Kendi köyümün adı ile ifade edeyim; Korucuk köyü gibi olsa fakat ütopik bir hali olsa… Yani, orada herkes Allah sevdası ile oturup-kalksa.. “Peygamber!” dediği zaman -Kıtmîr’in nenesi gibi- yirmi dört saat ağlayan kadınlar olsa… Yirmi dört saat ağlardı neredeyse, onun ninesi; Peygamberin adını duyunca, “Muhammed!” deyince (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağlardı. Allah ölmüş kalblerimizi bunun ile ihyâ buyursun,]

15)-Çok küçük bir köyde bile olsa, böyle ideal bir toplum olsa… bir köy ölçüsünde bile olsa, inanın bütün insanlık öyle bir sistem kurma adına kümelenecek her yerde, “Yahu biz de böyle bir sistem gerçekleştirelim!” diyecekler.

 [ Campanella’nın “Güneş Devleti” gibi bir şey, O “Güneş Devleti”ni yazan insan, Osmanlı’ya muttali olunca diyor ki: “Ben, beyhude meşgul olmuşum! Bir yerde adamlar o dünyayı kurmuşlar!” Yani, Kanûnî’ler, Yavuz Cennet-mekân’lar, bir ölçüde Sarı Selim’ler… Sarı Selim, tam öyle miydi? Ama Edirne’deki Selimiye Camii’ni yaptıran, o; Kıbrıs’ı fetheden de yine o; yani düşüklerinden bir tanesi. Atın-katırın sırtında, dünya hakimiyeti tesis etme.. devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma.. problemleri çözmede sihirli bir anahtar gibi, hemen o anahtarı o kilidin içine sokma ve çözme… Böyle bir dönemi yaşadıklarını duyunca, “Ben, beyhude bir Güneş Devleti yazmışım!” diyor, bir yönüyle kendisini suçluyor, israf-ı zaman ettiği üzerinde duruyor. Böyle ütopik bir toplum ve yapı esasen. ]

16)-  “Allah ölmüş kalblerimizi ihyâ buyursun, ölmüş kalblerimizi diriltsin!. Ya Rabbi bizleri, Peygamberin adını duyunca, “Muhammed!” deyince (sallallâhu aleyhi ve sellem) yirmi dört saat ağlayan, namaz vaktinde “Aman kaçırırım!” diye hemen koşuveren, ezanı duydukları zaman “ilk tekbir”e yetişmek için âdetâ atlarını mahmuzluyor gibi oraya koşuveren, Ellerini Cenâb-ı Hakk’a kaldırdıkları zaman da O’nun huzurunda bulunuyor olma huzuruyla diyeceklerini diyen, diyeceklerini derken, kalbleri bir mızrap yemiş gibi, dillerinden-dudaklarından dökülenlerden eyle…(Amin)

H-İNSANLIĞIN TAMİRİ İÇİN HERKESİ HAYRAN BIRAKAN BİR KARDEŞLİĞİN TEMSİLCİSİ OLMALI

1)- Herkesi Hayran Bırakan  imrenilecek numune-i imtisal bir Kardeşlik Tablosu

2)- Dıştan gelmiş insanlar üzerinde en müessir olan şey, arkadaşların kalkarak ağlaya ağlaya birbirlerine sarılması

[Çok az olduğumuz, böyle beş-on kişi olduğumuz dönemde, Kıtmîr Edirne’de imamlık yaparken, hususiyle mübarek gecelerde ders yaptığımız zaman, zannediyorum oraya dıştan gelmiş insanlar üzerinde en müessir olan şey, o idi; örneğini anlatacağım size, arkadaşlar kalkar ağlaya ağlaya birbirlerine sarılırlardı. “Bugün, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif ettiği gün.. bugün de hicret ettiği gün.. bugün Bedir’de muzaffer olarak döndüğü gün.. bugün Hendek’te o kadar insanın yedi-sekiz kat fazla düşman karşısında bir zafer sergilediği gün!..”]

3)- Dıştan gelmiş insanlar, “Sizin kardeşliğinize, birbirinize sarılmalarınıza şahit olduklarında hayranlık duyarak “O incelik, o nezâket, o sarmaş-dolaş olma, o kaynaşma neydi; bu hal nedir?!” dedirdecek bir temsiliyete ihtiyaç var.

[ Hak ve hakikati temsilin sadece şebnemlerini gören insanlar hayranlıklarını dile getiriyorlar; şayet İslam gerçek güzelliğiyle sergileniverse, kim bilir onlar nasıl mesafe alırlar.

Zaten daha şimdiden bunun reşhalarını, damlacıklarını, şebnemlerini görünce -Biliyorsunuz yapraklara düşen şeylere “şebnem” denir.- diyorlar ki: “Hakikaten bugün dünyanın değişik yerlerindeki tiksindiriciliğe karşı Hareket ve Cemaat ümit vaad ediyor!” Ne gösterdik ki öyle diyorlar?!

Gösterilen şey, bellidir. Siz, dünyanın nerelerine gittiniz? Burada binlerce üniversite var, binlerce hapishane var; kaç tane chaplain’iniz (din görevliniz) var, bu hapishanelere giden, hastanelere giden. Değişik devlet kurumlarına giden kaç tane insanınız var?!. Fakat buna rağmen, gördükleri insanlar imrendirici olduğundan dolayı, hayranlıklarını ifade ediyorlar.]

4)- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere, iki kere belki yaptığı gibi, değişik günler değerlendirilmek suretiyle, onlarla alakalı üç-beş tane laf edilip; gönülerin yumuşamasına ve Ondan sonra kalkar namazı kılınıp, dolayısıyla sarmaş-dolaş olup, muânaka yapmaya ihtiyaç var.

5)- O kadarcık bir yerde, gayet lokal bir yerde.. Öyle bir sarılma, öyle bir sarmaş-dolaş olma..

6)- O kadarcık bir yerde, gayet lokal bir yerde örnek olsa.. camiler, ağlamalar ile, iniltiler ile inlese.

[ Camiler, ağlamalar ile, iniltiler ile inlese.. müezzininin -bir yönüyle, belki militarizmden kalma- komutlarıyla “Subhânallah, Subhânallah, Subhânallah!” diyen insanlar değil; doğrudan doğruya “Subhânallah!” dediği zaman, “Allah’ım, Seni kâinattaki zerreler adedince takdis ediyorum!”; “Elhamdülillah!” dediği zaman “Kainatların zerreleri adedince Sana hamd u senada bulunuyorum!..” diyen, bunu vicdanının sesi olarak onu ortaya koyan insanlar… Hazreti Sâhip-kırân, Çağın Sözcüsü, yaparken, öyle yapıyor.

İşte o beş-on insanın öyle sarmaş-dolaş olması, en muannitlere bile öyle müessir olmuştu ki!

Bir gün karakola celb etmişlerdi. Çend defa Kıtmîr’i derdest edip götürmüşlerdir karakollara; 27 Mayıs’ta da, ondan sonra da, ondan sonra da… Şimdi oraya götürdüklerinde, iki tane polis istintak edebilir, soru sorabilir, cevabı alabilir; fakat Emniyet Müdürü geliyor. Diyor ki, “Seni, şurada, şu odaya alınca, bir Allah bilir, bir de ben bilirim!” “Sen beni oraya alıp, orada üç-beş tokat, üç-beş tekme atabilirsin; öbür tarafa gittiğimiz zaman, sen, göreceğini görürsün o zaman! Kim alçak, kim yüksek, onu o zaman göreceksin!” Bir şey diyemiyor adam, şaşırıp kalıyor. Sonra birisi geliyor, oradaki âmirlerden; “Yahu” diyor bana, “O gün, ben camide sizi seyrettim.” Onlar da kolluyorlar, camide biz ne yapıyoruz diye; namaza gelmiyor ama caminin dışında, pencereden bakıyor, ne yapılıyorsa onu görüyor. “O sarmaş-dolaş hal ne idi, senin bu şimdiki hâlin ne?!.” diyor.]

7)- İnsanların olup-biten şeyler karşısında sarsılmadan, dik durmaları adına sahabenin çektiği şeylere göre bizim çektiğimiz şeylerin çok az/önemsiz olduğunu, onlarınkinin onda biri bile sayılamayacağını ifade etme adına bir gayret lazım..

[ Benim o “şimdiki hâlim” şuymuş: Habbâb İbn Erett (radıyallahu anh) Efendimiz’e gelip diyor ki: “Ya Rasûlallah! Bu belâ, bu musibet ne zaman bitecek?!” Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sıhâh’ta geçen bir hadis-i şerife göre, buyuruyor ki: “Sizden evvelki insanların etleri, kemikleri birbirinden ayrılırdı. Onları kütükte doğruyor gibi doğrarlardı. Onları derin derelere atarlardı. Fakat onlar, yine dinlerinden dönmezlerdi!” Ben, insanların sıkıntı çektiği bir dönemde, bayram tebriği olarak bu hadisi alıp yazdım/yazdırdım. Fakat çok işgüzar, çok akıllı (!), çok vatanperver (!) bir matbaacı, götürmüş, bunu savcılığa vermiş. Dolayısıyla benim oraya celb edilmeme vesile oluyor bu. Şimdi adamın “Bu neydi?!” dediği mesele oymuş; Efendimiz’in mübarek beyanı imiş, o. Oysaki esasen insanların olup-biten şeyler karşısında sarsılmadan, dik durmaları adına sahabenin çektiği şeylere göre bizim çektiğimiz şeylerin çok az/önemsiz olduğunu, onlarınkinin onda biri bile sayılamayacağını ifade etme adına bir gayret idi o. Adam ona itiraz ediyor ama bir hususa hayranlık duyduğunu da ifade ediyor: “O camideki durum neydi?!” diyor, “O incelik, o nezâket, o sarmaş-dolaş olma, o kaynaşma neydi; bu hal nedir?!” falan diyor; yani, onu ters görüyor fakat öbürünü takdirden de dûr olmuyor..]

8)- İnsanlığın o kadar ihtiyacı var ki; meseleleri doğru anlatan birileri olsa, o adamlar çıkarken çıkamayacaklar, bayılıp eşiklere yığılacaklar! Vallahi biz dersimizi aldık!” diyecekler.. Bu kadarcık şeyle ders alan bu insanlar, demek çok güzel bir tablo oluşturulduğu takdirde ne büyük mesafeler kat’ edecekler.

[ Buraya gelen belki yüz tane insan oldu. “Yüz” dedim, az oldu değil mi, belki çok daha fazla oldu ama giderken -Hayret ediyorum ben!- hiçbiri gayr-ı memnun olarak gitmedi. Demek ki benim yerimde aklı başında bir adam olsaydı (Estağfirullah), meseleleri doğru anlatan birisi olsaydı, o adamlar çıkarken çıkamayacaklardı, bayılıp eşiklere yığılacaklardı! Bu kadar dar anlayışlı, dar görüşlü, dar düşünceli, meseleleri ciddî analiz edemeyen bir insanın (Estağfirullah) yanına gelip-giderken bile, “Vallahi biz dersimizi aldık!” diyorlar. Hayret!.. Bu kadarcık şeyle ders alan bu insanlar, demek çok güzel bir tablo oluşturulduğu takdirde ne büyük mesafeler kat’ edecekler.]

9)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki -kitap fuarlarında kitapların sergilendiği gibi- Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar birbirini yemekten vazgeçecekler..

10)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar yamyamlığı bir tarafa bırakacaklar..

11)- Müslümanlık kendi değerleri ile sergilenmeli ki Allah’ın izni ve inayeti ile insanlar kardeş gibi sarmaş-dolaş olacaklar.

I-İNSANLIĞIN TAMİRİ İÇİN MİRAÇ’TAN ŞU MİHNET YURDUNA DÖNEN “ŞEFKAT PEYGAMBERİ”NİN, KENDİNE HAS O DERİN MERHAMET HİSSİNİ ÖRNEK ALACAK İNSANLARA İHTİYAÇ VAR .

1)- “Şefkat Peygamberi, kendine has o derin merhamet hissini” örnek alacak insanlara ihtiyaç var.

2)- “Şefkat Peygamberinin Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusu”nu örnek alacak insanlara ihtiyaç var.

3)- “Şefkat Peygamberinin insanları ebedî saadete yönlendirmek için Miraç’tan şu mihnet yurduna dönüşü”nü idrak edecek insanlara ihtiyaç var.

4)- “Şefkat Peygamberinin kendisi için dünya Cehennem fakat “Olsun!” diyor. O gördüğü şeyleri gördürmek, duyduğu şeyleri duyurmak, tattığı şeyleri tattırmak için Miraç’tan ayrılıyor, geliyor insanlığın içine”; Akın akın Cehennem seline kapılmış, o akıntıya kapılmış, Cehennem’e dökülen insanlar dökülmesin diye, ciddî bir şefkat hissi ile dünyaya dönüyor.Bunu idrak edecek insanlara ihtiyaç var.

[ Düşünürseniz, aklınızı kullanırsanız, insanca mantığınız ile meseleyi ele alırsanız, görürsünüz ki, insanın imanının derinliğinin nispeti, şefkati ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) demektir.

Bu mesele ifade edilirken, orada da (Çağlayan Dergisi için yazılan “Acıyorum” başlıklı makalede de) esasen bu ifade ediliyor: İnsanlığın İftihar Tablosu, hiçbir kimseye müyesser olmayan Miraç’a çıkıyor. Aklımız ermez o derinliğe… Hazreti Üstad, “Vücûd-i Necm-i Nurânî” diyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı bir vücut ile Miraç’a yükseldi. Birilerinin dediği gibi “rüya” değil. Bu mevzuda, çok büyük, muhakkik birisi de bu yanlışı yaparak “rüya” dedi. “Rüya” değil esasen, “Vücûd-i Necm-i Nûrânî”si ile yükseldi.

Efendimiz, bütün enbiyâ-i ızâmın bulunduğu göklere uğruyor. Hazreti İsa ile görüşüyor, Hazreti Musa ile görüşüyor; zirvede Hazreti İbrahim (aleyhisselam) ile görüşüyor. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ile şerefyâb oluyor ve Cennet’ler de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağını basmasıyla O’nunla şerefyâb oluyor. O, Cennet’leri şereflendiriyor; aynı zamanda Kendisi de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek ile şerefleniyor ve aramıza öyle dönüyor.

Öyle bir nimet ki, yine Hazreti Pîr’in bu mevzudaki -sizin de çok iyi bildiğiniz- bir sözü ile meseleyi değerlendirmek istiyorum: “Dünyanın binlerce mesûdâne hayatı…” Bakın, “bin-ler-ce se-ne”; bir milyon sene olsun, bir milyon senesi bir dakikasına veya bir saatine mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Bir milyon sene yaşasanız ve birilerinin zırhlı arabalarda, kapkara saraylarda, hayatlarını bilmem kimlerin garantisi altında, arzu ettikleri her şeyi yiyerek, yiyip içip kulakları üzerine yan gelip yatarak yaşadıkları gibi ömür sürseniz… Böyle dünyevî bir mutluluk, hayvanî bir mutluluk, sûrî bir mutluluk… Böyle bir mutluluk içinde geçen binlerce sene, milyonlarca sene bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet hayatı… Cennet hayatının da binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede…

İnsanlığın iftihar Tablosu’nun hayatta en çok sıkıldığı dönemlerden bir tanesi… Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot yaşıyor, üç sene… Belki bir çadır kurmasına bile müsaade etmiyorlar, nasıl çardaklara sığınıyorlar ise, sığınıyorlar oraya… Yoksa güneş, beyinlerine vurduğu zaman, beyin kaynar, delirir insan orada. Tam üç sene orada İnsanlığın İftihar Tablosu, Beni Hâşim ile beraber… Henüz inanmamış amcası Ebu Tâlib de onların içinde; analar anası, mübarek anamız -Canım kurban olsun!..- Hazreti Hadîce de orada.. Yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş. “Büyük” tabirini be-tahsis kullanmıyorum; çünkü insanlar arasında O’ndan daha büyüğü yoktur. Ama yaşta/yaşça Efendimiz’den evvel dünyaya gelmiş, öyle mübarek bir anne… Evliliği kendisi teklif ediyor. Efendimiz, onun ticarî işlerini görürken, tanışma imkânı bulunuyor. Dünya güzeli o görkemli İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), iç derinliği ile ayrı bir güzellik sergileyen o İnsan, onun da dikkatini çekiyor; “Sen!” diyor. Başkalarının bu mevzuda araya girmesiyle O da “Pekâlâ!” diyor. O mübarek validemiz de orada, o üç sene…

Daha Kur’an-ı Kerim’den çok fazla ayet nâzil olmamış, din tamamlanmamış; denecek şeylerin hepsi denmemiş ama denenleri yeterli bulmuşlar; orada O’nunla beraber. Güneşin altında, kumun üstünde, yiyecek şey ya buluyorlar, ya bulamıyorlar. Öyle bir ızdırap içinde kıvranıp duruyorlar… Ama ben o mevzu ile alakalı Siyer’de, Megazî’de, Hadis kitaplarında Efendimiz’den bir buçuk cümle ile bir şey işitmedim; “Şunu çektik, bunu çektik!” dediğini görmedim. Onu, o Siyer’e muttali olan insanlar anlatıyorlar. Ne O, ne de Beni Hâşim’den başkaları…

Fakat orada çok yıpranma oluyor. Dolayısıyla o boykot sona erdirilince… Üç tane vefalı insan, henüz Müslüman olmamışlar ama üç vefalı insan… Cenâb-ı Hak bana öbür tarafta “Bir isteğin var mı?!” dediği zaman, diyeceğim bazı şeyler var. “Ya Rabbî o üç tane insanı bağışla, bahtına düştüm!” de diyeceğim. Bir de Hazreti Ebu Bekir gibi “Ebu Tâlib’i bağışla, ne olur, bahtına düştüm!” diyeceğim. Çünkü benim Efendim’e yapılacak iyi şeylerin kat katını, kat katını yapıyorlar. Ama o sıkıntılı hayat, onları orada öyle yıpratmış ki, boykot sona eriyor fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki şoku birden yaşıyor. Hadîce validemiz, ruhunun ufkuna uçuyor, kanatlanıp gidiyor; tâ başından o güne kadar O’na kucak açmış, himaye etmiş, destek olmuş, her şeyi ile O’nu tasdik etmiş mübarek anamız, analar anası vefat ediyor. Ebu Tâlib de arkadan vefat ediyor. Üzüntü üzüntü üzerine… Mekke’deki temerrüt gemi azıya almış. Günümüzde o zindanlardaki insanlara yapılanların kat katı, biraz önce dediğiniz gibi, kadın-erkek denmeden çilenin kat katı irtikâp ediliyor.

İnsan nihayet.. hadisenin şokunun yaşandığı ân.. O da insan… İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar ediyorum: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!” Tekme yiyorsun, çifte yiyorsun, yumruk yiyorsun… Hırpalanmış İnsanlığın İftihar Tablosu, en âlî bir şey ile şereflendiriliyor, pâyelendiriliyor, taçlandırılıyor.

Cenâb-ı Hak diyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu’na, “Sen, yeryüzünde bunca şeye maruz kaldın. Ben şimdi Seni huzuruma almak ve nikâbı kaldırmak istiyorum. Senin kalb aynanda Sana tecelli etmek için Seni huzuruma çağırıyorum, misafir ediyorum; mihmandârın oluyorum!” Cennet’i dedim; sonra Cemâlullah’ı da demeye çalıştım. Cennet’in binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen… İnsanlığın İftihar Tablosu bütün bunları ihraz ediyor. Ama geride de sıkıntı var, ızdırap var, elem var.. boynunu sıkan, öldürmeye teşebbüs eden insanlar var.. işkembeyi, sırtına koyan insanlar var.. geçtiği yollarda önünü kesen insanlar var.. Ashâb-ı kirâmı -çarmıha geriyor gibi- çarmıha gerenler var.. Bilal-i Habeşîleri, Sümeyye’leri, Yâsir’leri, Ammâr’ları kumun üstüne yatıran, kayaları onların üzerine koyan insanlar var…

Bir Hak dostu diyor ki: “O, öyle pâyeleri ihraz etti ki, Allah’a yemin ederim, ben o noktaya ulaşsaydım, vallâhi, billâhi, tallâhi geriye dönmezdim!” Allah Rasûlü, çile yurduna neden dönüyor? Akın akın Cehennem seline kapılmış, o akıntıya kapılmış, Cehennem’e dökülen insanlar dökülmesin diye, ciddî bir şefkat hissi ile dünyaya dönüyor.

Hani biraz evvel Kıtmîr… Sen kimsin ki, Ebu Tâlib’i istiyorsun!.. O üç tane insanı, Mekke’deki o fermanı yırtan insanları, Efendimiz’in o boykottan kurtulması adına… Evet, arzumu Cenâb-ı Hakk’a öyle arz etmeyi düşünürüm ama benim gibi bir mücrime orada öyle bir konuşma hakkı verirler mi, vermezler mi, o mevzuda da bir şey diyemeyeceğim. Ama o şefkat, o acıma duygusu, O’nun Miraç’tan dönmesine vesile oluyor.]

4)- “Şefkat Peygamberi gibi “Şefkat” diyecek; Acıyor; acıma hissi ile “Ben, o yanmaya dayanamam!” diyecek, “İnsanların yanmasına dayanamam!” diyecek insanlara ihtiyaç var.

[“Mekkelinin yanmasına dayanamam! Bunların hepsi Hazreti İsmail’in torunları ama bir zaman gelmiş, bunlardan kimisi ‘Lât!’ demiş, ‘Menât!’ demiş, ‘Uzzâ!’ demiş, ‘İsâf!’ demiş, ‘Nâile’ demiş; bir kısım taşa-toprağa tapmaya başlamışlar. Bu gidiş iyi bir gidiş değil, Ben buna dayanamam!” diyor.]

5)- Acıma hissi” ve “şefkat duygusu” çok önemlidir. Şefkat ve acıma gurbetinin yaşandığı bir dönemde, o “acıma hissi” çok önemli.

[ “Acıma hissi” ve “şefkat duygusu” çok önemlidir. Hazreti Sâhib-i zaman, Çağın Sözcüsü, “acz, fakr, şevk, şükür” dedikten sonra bir de meseleyi “tefekkür” disiplinine bağlayarak, sonra onu “şefkat” ile taçlandırıyor.]

6)- Ne kadar imanınız (şefkatiniz) varsa o nispette de şefkatiniz (imanınız) var demektir. İnsanlığın İftihar Tablosu gibi…

7)- İnsanlığın tamiri için Şefkat Peygamberinden sonraki Hale gibi şefkatli insanlara ihtiyaç var. O Hâle’dekiler de aynı ruh hâletini paylaşıyorlar; “Acıyorum!” duygusunu, “Acıyorum!..”

[ Kendinden sonradaki “Hâle” de öyle şefkatli. “Hâle” diyoruz; ayın etrafındaki o ışık çemberine “hâle” deniyor. Nâbî bir şiirinde şöyle der: “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O, “Kamer-i Münîr”, Mehtap; etrafındakiler de esasen yıldızlar. Yıldızlara Nur ayetini tefsir ediyor. O, bir vâiz için söylüyor; Nâbî’nin o sözünü vâiz için fazla mübalağalı buluyorum. Muhatabı belirleyememiş; o muhatap, İnsanlığın İftihar Tablosu. “Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme Nûr ayetin tefsir eder mehtap!” O Hâle’dekiler de aynı ruh hâletini paylaşıyorlar; “Acıyorum!” duygusunu, “Acıyorum!..”

Burada yine antrparantez bir şey arz edeceğim: Devr-i Risâletpenâhi’de onca savaş içinde Müslümanlardan ölen insanların sayısı yüz yetmiş küsurdur. Şimdi “Müslümanım!” diyen insanların o Müslümanca, samimi (!), derin (!), engin gayretleri (!) sayesinde ülkesini terk edip kaçan insanlardan Meriç’te ahirete yürüyenler yüz yetmiş küsuru çoktan geçti. Evet, bir kandırma ile Türkiye’ye geldiler; tatmin edici bulmadıklarından dolayı, “Biz de Yunanistan’a!..” dediler, onlar da “Meriç’i geçelim!” dediler; Suriyeli mü’minler de orada sulara karıştı. Sayılarını Allah bilir. Ve orada insanlar, birbirine karıştı; yanlış diplomasi ile, yanlış politikalar ile, ülke karıştırıldı. Oysa demokrasiye gitme yolu vardı…]

İ-İNSANLIĞIN TAMİRİ İÇİN GAYR-I MÜTECÂNİS TOPLUMLARDA REÇETE, DEMOKRASİ OLMALI..

1)- İnsanlığın tamiri için Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasi olmalı..

2)- Herkes kendi inandığına ölesiye inanmalı.

3)- Toplumu ayakta tutabilmek için Herkesin anlayışına, duygusuna, düşüncesine, hayat felsefesine, dünya görüşüne saygılı olmak lazım.

[Gayr-ı mütecânis toplumlarda reçete, demokrasidir. Herkes kendi inandığına ölesiye inanmalı. Bırak… Birisi Karl Marks’a inanır.. birisi Engels’e inanır.. birisi Efendimiz’e inanır.. birisi Ebu Hanife’ye inanır.. birisi Şafiî’ye inanır.. birisi Hazreti Ali’ye inanır, “İnandım!” der ve “İnandım”ı aynı zamanda Aleviliğe bağlar, Şiîliğe bağlar… Toplumun yapısı bu ise, buna “gayr-ı mütecânis toplum” diyoruz. Bence onun için herkesin anlayışına, duygusuna, düşüncesine, hayat felsefesine, dünya görüşüne saygılı olmak lazım. Toplumu ancak böyle ayakta tutabilirsiniz.]

4)- “Acıma hissi” ni temsil için “Herkes benim gibi düşünmeli, benim gibi düşünmeyenler yerin dibine batsın!” mülahazasıyla hareket etmemelisiniz..

[ “Herkes benim gibi düşünmeli, benim gibi düşünmeyenler yerin dibine batsın!” mülahazasıyla hareket ederseniz, tam o “acıma hissi”ne ters bir şey olur. Başta geçtiği gibi, esasen kin, nefret, garaz, intikam hissi… “Herkes ölmeli, sadece ben kalmalıyım!” marazı… Hatta “Bana zarar verecek, villalarımı elimden alacak, filolarımı elimden alacak!” paranoyası… “Elimden alacak!” mülahazası… “Yüzde bir ihtimal, binde bir ihtimal elimden alacaklar!.. Bunları bile ben yok etmeliyim! Bu türlü ihtimallere bile kapıları kapamalıyım!” filan…]

5)- Acıyorlardı, acımışlardı, acıma mecburiyetindeyiz. Yolumuz, Peygamberler yolu ise, Râşid Halifeler yolu ise, Enbiyâ-ı ızâm yolu ise, acıma da tabiatımız olmalı!..

6)- Şefkatı içtenleştirmeliyiz. Onu öyle içtenleştirmeliyiz ki, birinin dediği gibi, karıncaya basmayacak şekilde içtenleştirmeliyiz. Karıncaya acımalıyız; bir arıya şefkat edecek kadar ince olmalıyız; o işi içtenleştirmeliyiz.

[ Acıyorlardı, acımışlardı, acıma mecburiyetindeyiz. Yolumuz, Peygamberler yolu ise, Râşid Halifeler yolu ise, Enbiyâ-ı ızâm yolu ise, acıma da tabiatımız olmalı!.. Onu öyle içtenleştirmeliyiz ki, birinin dediği gibi, karıncaya basmayacak şekilde içtenleştirmeliyiz. Karıncaya acımalıyız; bir arıya şefkat edecek kadar ince olmalıyız; o işi içtenleştirmeliyiz.

“Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı kendime de acıyor, içten içe hayıflanıyor ve sinemde derin bir keder hissediyorum!..

Bu mülahazalarla (Çağlayan Dergisi’ne başyazı olarak kaleme alınan makalede) “Acıyorum, acıyorum, acıyorum!..” deniyor. Ondan sonra da şu mazmunla devam ediliyor: “İnsan, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” “Hak!” derler, “Adalet!” derler, hakkı ayaklarının altına alırlar, adalet üzerinde de raks ederler. Ama sen, o sözlerine bakarak inanırsın.

“Hak!” dediler, “Adalet!” dediler, “Müslümanlık!” dediler, “Hazreti Muhammed!” dediler, “İslamiyet!” dediler; sen de inandın. Hususiyle, karşısında bunun tersini söyleyen insanlara mukabil, “ehvenü’ş-şerreyn!” diye tercih ettin. “Ehvenü’ş-şerreyn” deniyor, Mecelle’de de bir disiplindir; iki şer söz konusu olduğu zaman, bu şerlerin ehveni, en hafif olanı tercih edilir.

Yapmadık şey bırakmadınız iyilik adına. Onlar da yüzsuyu döktüler, ayağınıza kadar geldiler; size yalvardılar o mevzuda. Fakat sonra yapacaklarını yaptılar, dünya kadar insanın canına kıydılar, ettiler.

“Bunu göremediğimden dolayı, kendime de acıyorum! Münafığı, mü’min-i hakiki gördüğümden dolayı kendime acıyorum! Yapacakları şeyleri bir firâset ile sezemediğimden dolayı kendime acıyorum!.. ‘Yuf olsun bana!’ diyorum. Onları doğru okuyamadığımdan dolayı kendime acıyorum! Bunca acınacak şeylere sebebiyet vereceklerini baştan sezemediğimden dolayı kendime acıyorum! Acınacak durumdayım!..” Bu muhteva da var o yazıda; “Acıyorum!”

O yazıların çoğunda kâğıtların bazıları gözyaşları ile ıslanmıştır; bazılarını yırtmış atmışsınızdır, bazılarını da öğütme makinesine atmışsınızdır, kadimden bu yana.

O mülahazalar ile, o hisler ile hissiyatınızı ifade etmişsiniz. Tabii kendi dar ufkum itibarıyla… Siz -belki- böyle bir meseleyi ele alsaydınız, çok daha derince şeyler söyleyebilirdiniz; uyarıcı, tenbih edici şeyler söyleyebilirdiniz, hatta mezardakileri ayağa kaldıracak şeyler söyleyebilirdiniz.

Cenâb-ı Hak, o duygu ile, sizleri de serfirâz kılsın! Vaktinizi çok aldım, siz bağışlayın, Rabbim de affeylesin!.. Vesselam.]