ŞUÂLAR’DAN GÜNÜMÜZE  

“ALLAH BİZE YETER. O NE GÜZEL VEKİLDİR!”

RİSALE-İ NUR / KIRIK TESTİ MÜZAKERESİ

İKİNCİ ŞUA ESKİŞEHİR HAPSİNİN SON MEYVESİ

OTUZ BİRİNCİ LEM’A’NIN İKİNCİ ŞUÂI

On altı sene evvel, Eskişehir Hapishânesi’nde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu şuâ; gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamandsa telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.

Said

DÖRDÜNCÜ ŞUÂ

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

`Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.” Çünkü, O öyle bir Vâcibü’l-Vücuddur ki, akıp giden mevcudat, ancak Onun icad ve varlığının tecelliyatının tazelenen aynalarıdır.

Onunla, Ona intisap etmekle ve Onu tanımakla hadsiz varlık nurları kazanılır; Onsuz ise sınırsız yokluk karanlıklarına düşülür ve ayrılık elemleri çekilir.

Bu akıp giden mevcudat, aynalardan ibarettir.

Bunlar, yok oluş ve ayrılıklarındaki itibarı değişiklikle tazeleniyorlar; fakat, altı vecihle baki kalıyorlar.

  • Birincisi: O güzel manaları ve misali hüviyetleri beka buluyor.
  • İkincisi: Suretleri misali levhalarda baki kalıyor.
  • Üçüncüsü: Uhrevi semereleri bakileşiyor.
  • Dördüncüsü: Rabbine yaptığı tesbihatının beka bulması ki, kendisi için temessül ediyor ve bir nevi varlık oluyor.
  • Beşincisi: İlim dairelerinde ve ebedi manzaralarda baki kalıyor.
  • Altıncısı: Ruhlu varlıklar ise, ruhları beka buluyor.

Varlıkların ölüm, yokluk, ayrılık, adem, görünme ve sönmelerindeki farklı vazifeleri ancak esma-i İlahiyenin gerektirdiği vaziyetleri göstermekten ibarettir.

Bu vazife sırrından dolayıdır ki, mevcudat, ölüm, hayat, varlık ve yoklukla dalgalanan gayet süratle akan bir nehri andırır. Bu vazifeden bir daimi faaliyet ve bir sürekli Hallakiyet tezahür eder. O halde benim ve herkesin şöyle demesi gerekir:

Hasbünallahü ve nimel-vekil: Yani, Vâcibü’l-Vücudun eserlerinden bir eser oluşum, varlık olarak bana yeter. Bu nurlu ve ayna olan vücudun bir an-ı seyyalesi, benim için geçici ve neticesiz olan milyonlarca sene yaşamaktan daha iyidir.

Evet, iman sayesinde Allah’a olan mensubiyetimi anlama sırrıyla, bir dakika yaşamak, bu mani intisaptan mahrum olarak binler sene yaşamanın yerine geçer.

Hatta, o tek dakika, mertebelerce, o binler seneden daha mükemmel ve daha geniştir.

Ve keza, benim gökte azameti, yerde ayetleri görünen ve göklerle yeri altı günde yaratan Zatın sanatı olmam, varlık ve değer olarak bana yeter.

Ve keza, benim semayı kandillerle süsleyip aydınlatan ve yeri çiçeklerle bezeyip parlatan bir Zatın sanatı olmam, varlık ve kemal olarak bana yeter.

Ve keza, benim bu kainatın mükemmellik ve güzellikleriyle Onun kemal ve cemaline nispeten zayıf bir gölge, kemalinin alametleri ve cemalinin işaretleri olan bir Zatın mahluku ve kulu olmam, iftihar ve şeref olarak bana yeter.

Ve keza, tohum ve çekirdekler denilen bir avuç latif sandukçaların içerisine kudretiyle ve bir “Ol!” emriyle milyonlarca kantar gıda yerleştiren ve bu latif sandukçalarda sayılamayacak kadar nimetleri depolayan Zat, herşeye bedel bana kafidir.

Ve keza, her güzellik ve iyilik sahibine bedel, o sonsuz güzellik ve rahmet sahibi olan Zat bana kafidir. Ki, bu güzel masnuat, mevsim, asır ve devirlerin geçmesiyle Onun cemal tecellilerinin tazelenmesi için birer ayna vazifesi görür.

Bahar ve yaz mevsimlerinde birbiri ardı sıra gelen meyveler ve peş peşe devam eden nimetler, ancak Onundur. Mahlukat, günler ve yıllar gittikçe sürüp giden ihsan mertebelerinin yenilenmesi için birer mazhardır.

Ve keza, benim ölüm ve hayatın yaratıcısı olan Allah’ın isimlerinin cilvelerine bir harita, bir fihriste, bir özet, bir ölçü ve bir mikyas olmam, hayat ve mahiyetleri bakımından bana yeter.

Ve keza, benim kudret kalemiyle yazılmış Kadir-i Mutlak, Hayy-ı Kayyum ve Esma-i Hüsna sahibi Fatırımın zati şuunatına hayatımın ayinedarlığıyla delalet edip anlatan bir kelime oluşum, hayat ve vazife olarak bana kafidir.

Ve keza, benim vücuduma giydirilen süslü elbiseler, fıtratıma yerleştirilen hilatlar ve İlahi rahmetin süslü hediyelerinin dizildiği bir gerdanlığı andıran hayatımla beni böylece teçhiz eden Halıkımın isimlerinin cilveleriyle süslenişim, kainat Halıkının nazar-ı şuhuduna ve kardeşlerim olan mahlukata yaptığım ilan, teşhir, hayat ve hakk-ı hayat olarak bana kafidir.

Ve keza canlıların hayatı veren Zata sundukları hayat hediyelerini anlamam, bunu görüp şahitlik etmem, hakk-ı hayatım olarak bana kafidir.

Ve keza, Ezel Sultanımın nazar-ı şuhuduna imani bir şuurla arz etmek için, Onun ihsanının sanatlı cevherleriyle süslenmem, böylece nazar-ı dikkatleri üzerime çekmem, hakk-ı hayatım olarak bana kafidir.

Onun kulu, masnuu, mahluku olduğumu, Ona muhtaç bulunduğumu; Onun ise bana karşı Rahim, Kerim, Latif ve Münim olduğunu, rahmet ve hikmetine yaraşır şekilde beni terbiye ettiğini bilmem, anlamam, hissedip iman etmem, hayat ve lezzet-i hayat olarak bana kafidir.

Ve keza, sonsuz kudret sahibi Kadirin kudret mertebelerine, sınırsız rahmet sahibi Rahimin rahmet derecelerine, mutlak kuvvet sahibi Kavinin kuvvet tabakalarına mutlak acz, fakr ve zaafım gibi özelliklerimle bir ölçü oluşum, hayat ve kıymet-i hayat olarak bana kafidir.

Ve keza, cüz ı ilim, irade ve kudretim gibi cüz’i sıfatlarımla Halıkımın muhit sıfatlarını anlamam, mesela Onun herşeyi kuşatan ilmini kendi cüz’i ilmimin mizanıyla idrak etmem, bana kafidir. ·

Ve keza, İlahımın sonsuz kemal sahibi, kainattaki bütün kemallerin de Onun kemalinin delilleri ve işaretleri olduğunu bilmem, kemal olarak bana kafidir.

Ve keza, Allah’a olan imanım, bende kemal olarak bana kafidir.

Çünkü, insan için iman, bütün kemalatın kaynağıdır.

Ve keza, çeşitli organlarımın türlü dilleriyle, istediğim bütün enva-ı çeşit ihtiyaçlarımı karşılayan, bana yedirip içiren, beni terbiye edip idare eden ve kemale erdiren, güzel isimler sahibi olan Allahım, Rabbim, Halıkım ve Musavvirim bana kafidir. Onun şanı ne yüce, ihsanı ne geniştir.

ALLAH BİZE YETER

KIRIK TESTI: 26 KASIM 2012

Soru: Bütün peygamberler başlarına gelen musibetler karşısında Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmış ve muvaffakiyetin yalnız Allah’tan olduğunu ifade buyurmuşlardır. Pek çok sıkıntıyla ve yer yer başarısızlıklarla karşılaşan hizmet yolcularının hayatında “hasbiyelerin” yeri ne olmalıdır?

Cevap: Âciz, fakir ve muhtaç durumda bulunan bir insan ancak Kadir-i Mutlak ve Ganîy-yi ale’l-Itlak olan Allah’a sığınmak suretiyle her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Bu açıdan insanın maruz kaldığı belâ ve musibetler karşısında

“Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” diyerek Allah’a sığınması çok önemlidir.

Haddizatında “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” diyen bir insan şuna inanmaktadır:

İşimizi O’na havale ettik. Vekilimiz yalnız O’dur. Kendisine teveccüh ettiğimizde O, asla bizi kendimizle baş başa bırakmayacak ve bizi yalnızlığa terk etmeyecektir.

SİKA UFKUNUN EŞSİZ KAHRAMANI                    

Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûre-i Celilesi’nde insanların kendisinden yüz çevirmeleri karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyurmuştur:

Eğer yüz çevirir, Seni dinlemezlerse ey Resûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben yalnız O’na dayanıp O’na güvendim. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe Sûresi, 9/129)

Hz. Pîr de bu âyeti izah ederken şöyle der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz edip Kur’ân’ı dinlemeseler, merak etme.

Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir; ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar.”

Konuyla alakalı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah akşam yapılmasını tavsiye buyurduğu bir dua da şu şekildedir:

“Yâ Hayy u yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Hâkim, el-Müstedrek, 1/545)

Bunu biraz daha açacak olursak şöyle de diyebiliriz:

“Allah’ım! Ne olur, Senin yolunda bulunurken, meselenin ruhuna dokunacak, tadını tuzunu karıştıracak fısk u fücûr gibi şeyler işin içine hiçbir zaman girmesin! Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa beni nefsin ve şeytanın vekâletine bırakma! Zira vekâleti onlar alırlarsa, beni hangi gayyaya sürükleyecekleri belli olmaz. Nefs-i emmareye itimat edilmeyeceğinden, işe onun vaziyet ettiği bir yerde ben yenilmiş sayılırım. Vekilim Sen olursan, ancak o zaman doğru yolu bulur ve o yolda yürüyebilirim. Çünkü Senin havl ve kuvvetinin olduğu yerde, işin içine ne nefsin ne de şeytanın parmağı karışabilir.”

NUR-U TEVHİD İÇİNDE SIRR-I EHADİYET

Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hz. İbrahim ve ona inananların da Allah’a dayandıklarını görüyoruz. Onlar öncelikle,

Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız.” (Mümtehine Sûresi, 60/4) diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardır.

Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdir.

Daha sonra ise çaresiz bir insan hâliyle nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini seslendirmek suretiyle şöyle demişlerdir:

Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)

HASBİYE RİSALESİ

Hz. Pîr de, ehl-i dünyanın kendisini her şeyden tecrit ettikleri bir vakit iç içe beş çeşit gurbete düştüğünü, ümit meşalesinin sönmeye yüz tuttuğu bir hâlde başını önüne eğmişken âyetinin birden imdadına yetişerek, “Beni oku!” dediğini, müteakiben bu âyeti günde beş yüz defa okumaya başladığını ve neticede iç dünyasında çok farklı inkişaflar yaşadığını ifade etmiştir.

Öyle ki, o, bu âyetten aldığı dersle elde ettiği kuvve-i mâneviyeyi, “Değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettim.” ifadeleriyle dile getirmiştir.

Zaten kalbi böyle bir inşiraha kavuşan bir insana, ne gam ne keder tesir eder, ne zindanlar ne de tazyikler onu yolundan alıkoyar.

Artık onun için zindanlar bir Medrese-i Yusufiye hâlini alır ve o da vazifesini orada yapmaya başlar. Hatta zindandan çıkması bahis mevzuu olduğunda, o, yaptığı bereketli işi yarıda bırakmama ve orada bulunan insanlara faydalı olma adına zindanda kalmayı bile tercih edebilir.

İşte asıl inşirah, asıl enginlik ve genişlik de budur. Yoksa kalb ve ruh dünyasında bir darlığa maruz kalan kişi, öyle stresler, öyle hafakanlar yaşar ve öyle anguazdan anguaza sürüklenir ki, bütün dünya kendisinin olsa yine de derdine çare bulamaz.

Evet, iç dünyası itibarıyla inkişafa eremeyen bir insan, her gün fabrikalarından bin tane yat, bin tane ferrari çıkarsa, dünyevî her türlü imkâna kavuşsa, yine de, yaşadığı sıkıntı ve kalb darlığından kurtulamaz.

Asıl rahatlık ve mutluluk ise Allah’ın insan kalbine verdiği inşirahtır.

Böyle bir inşiraha eren insanın başına dağlar cesametinde belâlar gelse, o, bunları kalbinde eriterek maytaplar haline getirir ve etrafındaki insanlara da maytap zevki yaşatır.

Aslında yaşadığımız sıkıntıların sarsıntı emareleri hayal ufkumuza çarptığı, tasavvur ve taakkullerimizi hırpaladığı esnada, Hz. Pîr’in kalbine ilka buyrulan tecellîler bizim kalbimize de gelebilir.

Bilhassa iman-ı kâmil ve ihlâs-ı etemm peşinde koşan ve her zaman Allah’la sağlam bir irtibat gayreti içinde bulunan bir insan, daha çok bu türlü tecellîlere mazhar olabilir.

Fakat çoğumuz içimizin sesini dinlemediğimiz veya aklımıza gelen bu tür mevaridi her insanın aklına gelen sıradan şeyler gibi algılayarak önemsemediğimizden dolayı bu türlü tecelliyatı görmezden gelebiliyoruz.

Büyük zatlar ise kendilerine gelen değişik tecellî dalga boyundaki mevaridin başıboş ve sıradan olmadığını görmüş, “Bunların mutlaka bir mânâsı ve bir hikmeti vardır” diyerek onları önemli birer ihtar ve ikaz kabul etmişlerdir.

İşte Hazreti Pîr de kalbine ilka buyrulan o cevheri çok kıymetli bularak hemen o mevzua yoğunlaşmış ve günde beş yüz defa hasbiye çekmeye başlamıştır.

Hz. Pir, günde beş yüz defa bu âyeti okuduysa, demek ki o meseleyi derinden derine duyma adına tekrarın kendine göre bir kerameti vardır.

O hâlde, biz de, düşmanların şerrinden muhafaza adına Allah’ın havl ve kuvvetine iltica ederek himmetimizi âli tutup günde beş yüz, belki bin defa demeliyiz.

Bu hedefi gerçekleştirme adına şöyle bir usul de takip edebiliriz:

Nasıl ki, Tefriciye Duası’nı, Âyete’l-Kürsî’yi, Nasr, Fetih ve İnşirah Sûresi gibi sureleri iştirak-ı a’mal-i uhreviye esprisini tahakkuk ettirme adına, aramızda bölüştürerek okuyoruz; aynı şekilde hasbiye duasını da aramızda paylaşarak okuyabiliriz.

Mesela on arkadaş aramızda bölüşerek yüzer hasbiye okuduğumuzda, her birimizin amel defterine bin hasbiyallah akacaktır.

Rabbim, hayatımızın her anını, sünnet-i seniyyenin nurdan atkılarıyla örgülememizi nasip eylesin!