ÜMİT PENCERESİNDEN DAÜSSILA EDALI

BİR YIKIK RÜYA-ÇATLAYAN RÜYA” 

OKUMASI

 

BAŞYAZI MÜZAKERESİ

İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR 
1- BİR YIKIK RÜYA BAŞYAZI 31 OCAK 2020

2-ÇATLAYAN RÜYA BAŞYAZI 1 NİSAN 2001 

MÜZAKERE TARİHİ: 08 MART 2020 

BİR YIKIK RÜYA

 Oturmuş ruhumu dinliyorum;

(+) realiteleri aşkın oluşumlar bekleyen bir hâli var.

Zannediyorum içimin sesini dinleyebilenler de bu intizarı duyabilirler.

Gerçi sinem her zaman gamla çarpıyor;

şimdilerde bir damla yetecek gibi taşmasına.

Ama ben, yıllar var ki her sabah gerçekleşeceğini umduğum emellerimin üzerime düşen gölgeleriyle uyanıyorum.

Hiç düşünmedim/düşünmek istemedim hülyalarımda tüllenen aydınlık günlerin gelmeyeceğini ve abes saymadım intizarda geçen günlerimi.

(+) Her gün ufuklar aydınlanırken, yorgun gözlerimle uzaklarda beliren nice karaltılarda bıkıp usanmadan emellerimi, ideallerimi heceleyip durdum ve ne tedâilerle ürperdim;

(+) hem de her gün biraz daha hisli, biraz daha gergin, biraz daha daüssıla edalı…

Elbette dünyada gam yükünü çeken sadece ben değildim; ne var ki ruhumdaki ızdırapları da en iyi bilen yine bendim.

Bir ömür boyu yutkuna yutkuna ne hicranlar, ne hafakanlar yaşadığımı başkaları daha iyi bilemezdi ki; başkalarının yaşadıklarını ben bilemediğim gibi.

Aslında ne hafakan yaşamak mutlak kerametti, ne de teessür duymamak bir fazilet.

Heyecan ve hassasiyetin kendine göre bir yeri vardı,

(+) dertten âh edip inlemenin de kendine has bir değeri.

(+) Neyin bir şey ifade edip etmediğini ancak Allah bilirdi. Bunu da insanın niyet ve mütemadi duruşu gösterirdi.

Meş’ûm bir zaman diliminde maruz kaldığımız şeylerin pek çok muzdarip gibi ruhuma her çarpıp geçişini sineme saplanan bir zıpkın gibi hissettim.

Ürpermek istedim ürperemedim; zira benimle beraber büyük çoğunluğun da gırtlağına kadar ızdıraplar içinde bulunduğunu gördüm,

(+) râşelerimi sineme gömdüm.

O gün bir baştan bir başa dünyamızda korkunç bir çözülüş yaşanıyordu;

(+) duyabiliyordu bunu ölmemiş vicdanlar

(+) ve henüz kendi değerleriyle ayakta durabilenler;

ne var ki olup biten fezâyi ve fecâyii

kendi cereyan çerçeveleriyle duymak biraz da iç derinliğine ve vicdan genişliğine bağlıydı;

vicdanın vüs’atine göre ruha çarpan âlâm ve ızdırabın şiddeti de değişiyordu.

Bundan dolayı da ruh ve gönül insanları hafakanlarla kıvrım kıvrım kıvrandıkları dönemlerde bile,

duyma, görme, hissetme kabiliyetlerini köreltmiş kimseler sezemediler

  • her şeyin künde künde üstüne devrildiğini;
  • millî ve dinî değerlerimizin tıpkı seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi şuraya-buraya sürüklendiğini;
  • bütün bir geçmişi her şeyiyle yakıp yıkan ifritten yangınları.
  • Kimileri yorgun ve bitkin,
  • kimileri olup bitenden habersiz ve şaşkın,
  • kimileri de serâzad ve çakırkeyf,
  • ne o korkunç yıkılış dehşetini duydular
  • ne de duyup hissedenlerin âh u efgânını;
  • duymadılar duymadığı kadar mezardaki ölülerin.

Doğrusu, her gün ayrı bir zevk u sefa şöleniyle mest ü mahmur yaşayanların –ona da yaşama denecekse– bunları duymasıda mümkün değildi. Duyamazlardı da, zira o gün

  • her yanda ürperten bir bohemlik yaşanıyor;
  • çoğu kimse heva ve hevesinin güdümünde bir oraya, bir buraya yalpa yapıp duruyor;
  • sürekli “akıl akıl” dendiği hâlde doğru dürüst onun kurallarına da hiç mi hiç riayet edilmiyor;
  • böylece çözülmeleri çözülmeler takip ediyor
  • ve toplumda mütemadi kırılmalar ve yıkılmalar yaşanıyordu.
  • Buna karşılık “çare” diye ortaya atılan düşünce ve mülahazalar ise, adeta bu süreci daha da hızlandırıyor
  • ve çoklarının yeniden dirilme ümitlerini de alıp götürüyordu.

Bir de bütün bu olanları bir cemad hissizliğiyle seyreden şaşkın bir güruh vardı ki bunların durumu tamamen yürekler acısıydı;

  • neyin ne olduğunu bilemeyen bu insanlar olup bitenleri görüyor fakat bir türlü anlayamıyor,
  • bir yere sürüklendiğini hissediyor ama akıbetini kestiremiyor,
  • yer yer bazı oyunlarda kullanılıyor ancak hiçbir şeyin niçin ve nedenine akıl erdiremiyordu..
  • Kur’ân’ın: “Kalbleri var ama onunla bir şey idrak edemiyorlar, gözleri var fakat göremiyorlar, kulakları var ancak onunla işitilecek şeyleri işitemiyorlar.”[1] dediği gibiydi bu güruhun hâli;
  • bunlar, her şey altüst olurken durduğu yerden alık alık bakıyor,
  • sonra da kahreden bir tevekkülle –zannediyorum buna tevâkül demek daha uygun olacaktır– hissiz, hareketsiz, olduğu gibi kalakalıyorlardı.
  • Ne güneşin gurub ettiğinin farkında
  • ne ayın husûfa uğradığının
  • ne de zulmet zulmet üstüne her yanı saran karanlıkların.
  • Her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyormuş,
  • karanlığın çocukları ışığın yenik düşmesinin keyfini çıkarıyormuş,
  • fırsattan istifade dört bucakta şeytanlar cirit atıyormuş onların umurunda bile değil…

(+) Her zaman güzel görüp güzel düşünen ve hüsnüzanna kilitlenmiş gönlü aydınlık ve ağzı dualılar,

(+) bu kapkaranlık atmosferin bir gün mutlaka yağmur bulutlarına dönüşeceği ümidiyle el açıp niyaza durmaya devam etsinler;  –Cenâb-ı Hak bizi hiçbir zaman Kendine teveccühten dûr etmesin–

bu ürperten senaryoyu hazırlayanlar ve asırlardır birbirinden mel’un oyunları sergileyenler

  • ne yeni yeni senaryolar hazırlamadan
  • ne de o haince düşüncelerinden asla vazgeçmeyeceklerdir, şimdiye kadar vazgeçmedikleri gibi.

Yıllar var biz

  • hep çevremizden yükselen iniltilerle ürperdik.
  • Söndürülen ışıklarımızın, solan renklerimizin hasret ve hicranlarıyla oturup kalktık.
  • Sağdan da soldan da esen rüzgarları hep bir gurub hitabı gibi duyup dinledik.
  • Kendimizi ve çevremizi her zaman yarı dumanlı, yarı karanlık, yarı kâbuslu, yarı değişik fâcialarla kıvranırken gördük.
  • Hiç mi hiç rahatla tanışmadık,
  • huzur nedir bilemedik,

(+) imanın vaad ettikleriyle teselli olduk

(+) ve “yarınki nesillere bin ömür feda olsun” diyerek Allah’ın bize lütfeylediği zaman, imkân ve fırsatların kesesini dahi çözmeden onlara armağan ettik…

(+) Tabii bu arada, görüp işittiklerimizden, duyup değerlendirdiklerimizden ruhumuza akan mânâlar bizi,

(+) geçmişi yeniden yorumlamaya

(+) ve geleceğe karşı da hazırlıklı olmaya sevk etti;

bunlardan biri mâzimiz öbürü de âtimizdi.

Ne birincisini kafamızdan silip atabilirdik ne de ikincisine lâkayt kalabilirdik.

(+) Zaten yıllar ve yıllar boyu içinde bulunduğumuz mağduriyet ve mazlumiyetler de bize

(+) yeniden kendimiz olarak dirilme,

(+) yitirdiğimiz millî ve dinî değerlerimizi ihyâ etme yolunu gösteriyordu.

(+) Evet, çektiğimiz sıkıntılar, bizi kendimizce bir şey olmaya zorladığı aynı anda bugüne kadar şu tarafa-bu tarafa çekilerek istismar edildiğimizi şöyle böyle sezmemiz dahi, millî infiallerimizi tetikliyordu.

Artık, asırlar ve asırlar boyu hep bize ait hayatın ganimetini dermiş her şeye açık ellerimiz ve altın çağlarımızın en nefis fotoğraflarından albümler hazırlamış zihinlerimiz, hayallerimiz bizi

(+)  daha yüksek mefkûrelere çağırıyordu.

(+) Bu çağrıya vaktinde ve usulüne göre icabet edildiği taktirde,

  • geçmişin onca mahrumiyet ve mağduriyetlerine rağmen kazançlı sayılabilirdik..

  • o zaman kararan ümitlerimizin, aşklarımızın, ideallerimizin bir gün dönümüyle yeniden aydınlanacağına

  • ve bizden koparılıp atılan değerlerimizin dönüp geriye geleceğine de inanabilirdik.

Gerçi böyle ciddi bir dönüşün emarelerinden söz etmek henüz mümkün değildi ama,

(+) tarihî tekerrürler devr-i daimi açısından bakabilenler için emareler ötesi emarelerin varlığı da bir gerçekti:

  • Her şeyden evvel bütün değişenlere ve dönüşenlere rağmen değişmeyen bir kanun-u ilâhî vardı: Canlılardaki rejenerasyon türünden, toplumlarda da ne olursa olsun kendi değerleriyle var olma temayülü diyeceğimiz bu kanun kendini hissettirmeye başlamıştı bile..
  • ayrıca, eskime hususiyeti olan şeylerin eskimesi, belli yorum ve belli gerekçelerle öne çıkan ve rüçhaniyet kazanan mevsimlik değerlerin onların kabulüne vesile teşkil eden şartların, konjonktürün değişmesiyle değersizleşmesi gibi bir durum da söz konusuydu.

Şimdi eğer ümit ve emellerimize bu zaviyeden bakacak olursak,

(+) bize imkânsız gibi görünse de, hesaplarımıza sığmayan Kudreti Sonsuz’un o her zamanki mütemadi takdir ve tasarruflarıyla beklenmedik şeyler olabilir ve olacakları da kimse önleyemez.

(+) Elverir ki birkaç asırdan beri tamamen durgunlaşmış ve enerjisini kullanamaz hâle gelmiş yığınlar kendi potansiyel güçlerini harekete geçirerek Hakk’ın inayetine çağrıda bulunabilsinler.

Zannediyorum işte o zaman

(+) dünyanın rengi birdenbire değişecek;

(+) ağlayanların ağlamaları dinecek

(+) ve yeryüzü son bir kez daha umumi matemhane olmadan kurtulacak;

(+) dün yokluğa ve hiçe yürüdüğümüz yollar

(+) bir şehrâha dönüşerek bizi ebedî varoluşa götürecektir.

 

[1]      A’râf sûresi, 7/179.

-O-

ÇATLAYAN RÜYA’DAN

Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.!

Aslında ettirilmemesi için zahiren hiçbir sebep de yoktu. Yoktu ama, doğrusu biz

  • bu konuda ümit ve hayallerimizin çok çok gerisinde kalmıştık;
  • kalmış ve her şeyi iyimserlik, hoşgörü ve hüsnüzanna bağlı değerlendirerek pusuda fırsat kollayan kini, nefreti, gayzı, öfkeyi, bağnazlığı, yobazlığı bütün bütün düşünemez olmuştuk;
  • mâzur da sayılabilirdik; zira bizler medenî bir dünyada, aydınlar arasında tarihten kalma bu mel’ûn düşüncelerin bütünüyle ölüp gömüldüğünü; iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin ve evrensel değerlerin peşi peşine “ba’sü ba’de’l-mevt”lerinin yaşandığı bir dönemde bunların bir daha da hortlatılamayacaklarını sanıyorduk..
  • keşke yanılmamış olsaydık!.
  • Ne var ki biz, insanlara saygıya ve hüsnüzanna takılarak yanılmıştık…

Bir daha dirilmez sandığımız

  • bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlamış
  • ve birer gulyabâni gibi her köşe başını tutmuştu;
  • işte bu duygu ve tutku sergerdanları, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırıyor,
  • bir Hâricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip-biçiyor;
  • bir anarşist tavrıyla her şeye tecavüz ediyor;
  • kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koşuyor;
  • sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıkıyor,
  • yolları harap edip yürünmez hâle getiriyor,
  • seven ruhları sindiriyor,
  • sevgiyle çarpan sînelere şiddet, hiddet aşılıyor;
  • çevresine şefkatle bakan çehrelerdeki tebessümleri karartıyor
  • ve değişik çevre ve kesimlerin birbirleriyle olan iltisak noktalarını kırıyor,
  • yıkıyor; onlar arasındaki birlik ruhunu kesiyor, biçiyor, parçalıyor ve ulaşabildiği bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçıyorlardı..

Evet, bunlar, önce,

  • toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarsıyor;
  • milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçıyor;
  • sonra da hoşgörü temsilcileri hakkında akla-hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip-çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundaklıyorlardı.
  • En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyarıyor;
  • diyalog adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar arıyor;
  • en yararlı sözleri, beyanları sağa-sola çekiyor,
  • bölüyor, parçalıyor,
  • montajlarla farklı kalıplara ifrağ ediyor ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiliyorlardı.

İşte bu şeytanî gayretler,

  • millet çoğunluğu üzerinde müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetmişti.
  • Ayaklandılar ve “hoşgörü”, “diyalog”, “sevgi”, “herkesi kendi konumunda kabul etme” ve “kavgasız bir dünya”.. gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler.
  • Yüreklerdeki ümitleri sarstı,
  • insanların birbirine karşı güven ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine bağlayan esasları parçaladı, dağıttı ve yerle bir ettiler.

….

Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum.

Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim hâlde zihnime akan bu meş’ûm bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, “Rabbenâ feracen ve mahracen.” deyip sızlanıyorum…

…  ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum.

Sanki, gelecek adına görülen rüyalar bitmiş, birlik-beraberlik hülyaları yıkılmış, sînelerdeki ümit ışıkları sönmüş, emniyet soluklayan nefesler susmuş/susturulmuş, -Allah bu garip sessizliği bir daha göstermesin- her şey endişe verici bir sükûta teslim olmuş gibiydi…

Ben her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrediyor ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa-sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama… gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oluyor ve inliyorum..

Ne var ki, olup biten bunca kemlik, bunca kötülük ve bunca vefasızlığa rağmen

(+) hâlâ o günlerin avdet edeceğini gösteren ve onları bize geri veriyor gibi görünen saatlerin emâreleri de başımızın üstünde.

(+)Yarısı uçurulmuş bir bina veya eksik kalmış bir mısra gibi imara azmi şahlandıracak,

(+) kalemi bir kere daha coşturacak bir hayli ışık var geçtiğimiz yollarda.

(+) Yıkılıp giden, sökülüp atılan o ümit dünyasından geriye kalan her parça bize: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…/Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (Âkif) diyor gibi.

Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen hâliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama

(+)yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım,

(+) başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız.

(+) Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek,

(+) yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.

Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika hâline getirse de,

(+) hâlâ her tarafta salınıp duran yeşillikler,

(+) gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları,

(+) insanî duygularıyla diyaloğa açık sîneler;

(+) el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları;

(+) günahını bilen vicdanlar,

(+) hatalarına pişmanlık duyan ruhlar,

(+) geleceği mantık ve muhâkeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece,

(+) ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve “yeni baştan” deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz.

Şimdilerde hemen her yanda duyulan o sun’î ağıtların, solgun nefeslerin pörsüttüğü duygular, düşünceler,

(+) mevsimi gelince yeniden canlanacak

(+) ve her yanda bir kere daha bahar nârâları duyulacaktır.

(+) Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü’l-hâcât dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum.