“HİDAYET YOLU”
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR
1- “İCAZ HECELEMESİ”
2- “HİDAYET” (ÇAĞLAYAN DERGİSİ-KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ-HAZİRAN 2017)
…
Bamteli: YOL, ÇİLE VE ÂKIBET
İnsanlığın İftihar Tablosu’nu Miraç’tan dönerken düşünün!.. Biraz evvelki Cennet’i yaşıyor O. Miraç’tan dönerken, başkalarının elinden tutmak için dönüyor.
Onlara hidayet yolunu göstermek için, kapı aralamak için dönüyor.
Cenâb-ı Hak, bizi, O’nun şefaati ile serfirâz kılsın, Livâu’l-Hamd’i altında bir araya gelmeye muvaffak eylesin!..
“İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti.” Allah, bunlardan muhafaza buyursun! Akl-ı kâmil ile, hiss-i kâmil ile, rûh-i kâmil ile serfirâz eylesin!..
“Özellikle gençlerin Deizm’e kaydığının söylendiği günümüzde, imanın esasları ve İslam’ın temelleri zamanın dili ve enstrümanlarıyla yeniden ele alınıp değerlendirilmeli ve muhtaç insanlara seviyelerine göre anlatılmalı!..”
—
Bakara Sûresi ile Fâtiha Sûresi arasında çok ciddi bir tenâsüp vardır.
Şöyle ki, mü’minin, Fâtiha Sûresi’ndeki “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.” duasına sanki Cenab-ı Hak, hemen arkasından gelen Bakara Sûresi’ndeki “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Hidayet rehberidir müttakilere.”âyetiyle cevap vermektedir.
Bu âyet-i kerimelerde “hidayet” mevzuuyla alâkalı iki latif nükte daha vardır:
- Cenab-ı Hakk’ın insanlara, iradelerinin dahli olmadan hidayet lütfetmesidir ki, buna cebrî hidayet de diyebiliriz.
- Allah Teâlâ’nın, insanlara iradelerini sarf etmeleriyle hidayet bahşetmesidir ki, “Hidayet rehberidir müttakilere.” ifadesiyle anlatılan hidayet de işte bu hidayettir.
Müslim’de geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ: ‘Namaz (sûresi olan Fâtiha)’yı Kendimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim ve kulumun dilediği şey onundur.’ buyurdu.
Kul, ‘Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır.’ dediği zaman Allah Teâlâ; ‘Kulum Bana hamdetti.’ der. ‘O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.’ dediğinde Allah Teâlâ, ‘Kulum Bana senada bulundu.’ buyurur. ‘Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir.’ deyince de ‘Kulum Benim yüceliğimi ifade etti.’ teveccühünde bulunur. Kul, ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız.’ deyince de Allah, ‘Bu, kulumla Benim aramdadır ve kulumun dilediği onundur.’ diye iltifat buyurur. Kul, ‘Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.’ niyazında bulununca da Allah (celle celâluhu) ‘İşte bu, kulumundur. Kulumun duasını kabul ettim, istediği şeyi verdim ona.”
Bu hadis-i şerif; “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir o müttakilere.”âyetinin, Fâtiha Sûresi’ndeki “Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.” duasına icabet mânâsına geldiği şeklindeki yukarıda mezkûr hükmü teyit etmektedir.
… İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.”175 âyetiyle bu hakikate işaret edilmekte ve Kur’ân’ın hidayetine tabi olanlara iki cihan saadeti vaat edilmektedir.
Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşılmaktadır ki, , ve ifadelerinin hepsiyle anlatılmak istenen mânâ, o Kitab’ın (Kur’ân’ın) büyüklüğüdür.
***
İşte malum, maruf ve kendisinde hiçbir şüphe ve tereddüdün bulunmadığı bu büyük Kitap, ’dir. Yani o Kur’ân, takva dairesi içinde olan, istidat ve kabiliyetlerini heder etmemiş bulunan ve iradeleriyle Cenab-ı Hakk’ın iradesine “lebbeyk” diyenler için sırat-ı müstakime götüren bir mahz-ı hidayettir (hidayetin ta kendisidir, sırf hidayettir). Ayrıca, “İnsanlar için hidayettir.”( Bakara sûresi, 2/185; Âl-i İmrân sûresi, 3/4; En’âm sûresi, 6/91.) âyetinden farklı olarak burada Kur’ân-ı Kerim’in müttakiler için hidayet olmasından bahsedilmiştir.
Evet o, müttakiler için hem mebde hem de münteha itibarıyla ayn-ı hidayettir.
İnsanların hidayete vesileliği, Kur’ân-ı Kerim’in hidayetinin başladığı noktada biter. Söz konusu olan hidayetin mertebelerini üç madde hâlinde zikretmek mümkündür:
- İnsanın şirk, küfür ve dalâletten, rüşd ve sırat-ı müstakime ulaştırılması.
- Bu rüşd ve hidayetin devam ve temadisi.
- İhsan sırrının bütün derinlikleriyle duyulup hissedilmesi.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’in hidayeti, insanın, iradesini kullanması, Kur’ân-ı Kerim’i anlaması ve Kur’ân’ın rehberliğini kabul edip onun diriltici iklimine girmesi ufkunda gerçekleşir. İnsanların hidayet etmesi, daha doğru tabirle hidayete vesileliği işte bu noktada sona ermektedir. Binaenaleyh insanların hidayetinde bir ölçüde sadece irşad etme söz konusu iken, Kur’ân-ı Kerim’in hidayetinde ise kişinin elinden tutup sonsuz ufuklara götürme, erdirme mânâsı söz konusudur.
Burada, “Kur’ân-ı Kerim, kâfirleri de içine alan bütün insanlar için bir mahz-ı hidayet değil midir?” şeklinde bir soru akla gelebilir.
Kur’ân-ı Kerim, –yukarıda da ifade edildiği gibi– sadece müttakiler için bir mahz-ı hidayettir; kâfirler için mahz-ı hidayet değildir. Evet, doğru dürüst yaşamayı ondan ilham alan ve ona göre hayatına çeki-düzen veren, derken ahiret hayatı adına da ümitvâr olabilen; böylece dünyevî hayatında huzura eren herkes Kur’ân’ın hidayetinden bir ölçüde istifade etse de, hakiki mânâda bir müttakinin mazhariyetini elde edemez.
Bu itibarla, “Müttakilere bir mahz-ı hidayettir.” buyrulmakla, muttakilerin hidayeti, kâfirlerin rüşd ve hidayetinden ayrılmış olmaktadır.
Mesela, “Allah kime hidayet verirse onu doğru yoldan saptıracak, kimi de idlâl ederse onu hidayete sevk edecek yoktur.”( Dârimî, nikâh 20; Ma’mer İbn Râşid, el-Câmi’ s.162.) beyanındaki “Hâdî=Hidayet edici” Allah’tır (celle celâluhu) ve buradaki hidayet, kâfirleri dahi içine alan ve bütün insanlar için söz konusu olan bir hidayettir. âyetindeki hidayet vesilesi ise Kur’ân’dır ve ondan tam istifade de ancak müttakilere mahsustur.
…
Burada Kur’ân’ın hidayeti, ittikâ (sakınma) şartına bağlanmış gibi gözükmektedir. Dolayısıyla bir taraftan Kur’ân-ı Kerim’in bizzat hidayet kaynağı olması, diğer taraftan da insanların tedebbür ve tefekkür yoluyla O’nun getirdiği hidayeti elde etmesi hasebiyle bu meselede bir devr-i bâtılın (Mantıkta, bir hükmü ikinci bir hüküm ile, bunu da birincisiyle ispatlamaya çalışma yolu, fâsit daire) söz konusu olduğu zannedilebilir.
Ancak Kur’ân-ı Kerim’de hidayetin farklı farklı mânâlarda kullanılması, bir başka açıdan da hidayetin farklı mertebelerinin olması itibarıyla burada o şekilde bir devirden bahsetmek söz konusu değildir ve meselenin “devir” olarak anlaşılmaması için bu farklılıkların iyi bilinmesi lazımdır.
Mesela kişinin, küfürden vazgeçip imana gelmesi, imanda derinleşip rüsuh kazanması, sonra onu tabiatına mâl etmesi; meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn yollarından geçerek kemale ermesi… evet, işte bütün bu mertebeleri cüz’î ve küllî dairede duyup zevk etmesi, Kur’ân’ın hidayetinin çeşitliliği adına ortaya konabilecek farklılıklardandır.
Yine kişinin iradesini tedebbür ve tefekkür istikametinde kullanıp, Kur’ân’ın hidayetinden istifade adına ona teslim olup onun himayesi altına girmesi; daha sonra içten bir teslimiyetle kendini o “menhelü’l-azbi’l-mevrûd’a” salması… gibi hususlar hep bu hidayet farklılığını işaretlemektedir.
Evet insan, Kur’ân’ın kullandığı üslup, kelimeler ve bu kelimelerin ihtiva ettiği mânâlar üzerinde tefekkür ettiği nispette; Cenab-ı Hak, hidayeti arayan bu kulunun gözünü açar ve ona Kur’ân’ın hidayetinden istifade etme imkânları bahşeder.
Bundan sonradır ki Kur’ân, hidayet dairesine giren bu kişinin elinden tutar ve onu, o yanıltmayan rehberliğiyle, yukarıda bir kısmı arz edilen farklı hidayet seviyelerinden biriyle taçlandırır.
Zira Kur’ân-ı Kerim, ibtida (başlangıç) ile intihayı (sonu) cem etmiş bir mukaddes kitaptır. Bu itibarla, hidayeti, hem ibtidası hem de intihasıyla Kur’ân’da görmek mümkündür. Hidayetin başlangıcını, Allah ve ibadet telakkisiyle İslâm dairesine giren bir bedevinin çok basitçe iz’an ve kabulü şeklinde görürsek; zirvesine de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhar olduğu hidayet diyebiliriz.
Bazı sosyologların da ifade ettiği gibi şimdiye kadar hiçbir fikir, doktrin ve kitap, Kur’ân-ı Kerim’in toplum bünyesinde meydana getirdiği inkılabı gerçekleştirememiştir. Zira böyle seviyeli bir inkılabın meydana gelmesi, onun çeşitli devrelerden geçmesine ve bu mevzuda birkaç neslin fedakârane çalışıp didinmesine vâbestedir.
Tarih de şahittir ki, inkılaplar tahakkuk ederken ilk nesil, çok defa çeşitli medeniyetlerin tesiri altında taklitçiliğe düşmüş; ikinci nesil ancak onların ortaya attıkları fikir, doktrin, sistem veya mezhebi realize etmeye muvaffak olmuştur. Hatta bazen bu fikir, sistem veya mezhepleri bunların arkasından gelen nesiller ancak istikrara kavuşturabilmişlerdir. Sadece Nebiler Serveri’dir ki Kur’ân-ı Kerim sayesinde üç neslin mevcudiyetine vâbeste onca inkılabı tek bir nesille tamamlamıştır.
Evet, vahşi ve bedevi bir toplum, vahşet ve bedeviyetin en korkuncunu yaşarken, Kur’ân ve İnsanlığın İftihar Tablosu sayesinde –hem de daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken– en medeni ve en yüce milletlerin varabileceği son ufka ulaşmıştır. Dahası bu hayretengiz inkılap, gerek içtimaî, gerek siyasî ve gerekse akidevî olarak hayatın hemen her karesinde böylesine baş döndürücü bir hızla gerçekleşmiştir.
…
Kur’ân’ın hidayetinden istifade etmek, sadece gayba iman etmeye bağlı değildir. Evet, onun hidayetinden istifade edebilmek için gayba imanın yanında, iman edilen hakikatlerin pratik hayatta uygulanması da önemli bir esastır.
Mevzua bir kısım mütefekkir ve filozofların tasnifleri çerçevesinde nazarî-amelî ayrımı perspektifinden bakacak olursak, ile ifade edilen gayba iman meselesi, henüz imanın ve iz’anın pratik hayata intikal etmediği safhaya bakar. Aslında pratik hayata intikal etmeyen imanın kalbde derinleşip kökleştiği de söylenemez. Kalbinde o gaybî imanın rüsuh bulmadığı bir insan da Kur’ân’ın hidayetinden tam istifade edemez. Öyleyse Kur’ân’ın hidayetinden hakkıyla istifade edebilmek için başta müttaki olmak gerekmektedir. Müttaki olmak ise bir taraftan gayba inanmaya, diğer taraftan da hem ibadet hayatına hem de daha şümullü bir takva mülâhazasıyla âyât-ı tekviniye ve âyât-ı Kur’âniye’den istifade etmeye bağlıdır.
Öyleyse o müttakiler, “Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler.”( Bakara sûresi, 2/3.) Zira namaz, gayba imanın nazariyattan çıkıp pratiğe dökülmesi adına en câmi ibadetlerden biridir.
Filozof Kant, “Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir.” diyerek herhâlde, Allah’ı hakkıyla tanıyabilmek için o imanın gereklerini yerine getirmenin zaruri olduğuna işaret ediyordu. Evet insan, nazarî akılla “inandım” demekle –biz onu mü’min kabul etsek de– kâmil mânâda mü’min sayılmaz. Bu sebeple kişinin hakiki iman sahibi olabilmesi için mutlaka imanını nazarîden pratiğe dönüştürmesi, nazariyi sürekli güçlendirmesi ve aralıksız bir ubûdiyetle onu derinleştirmesi iktiza eder.
İşte bu şekildeki bir donanım ve gayretle iman zamanla o kişinin kalbinde kökleşecek ve –Allah’ın inayetiyle– sarsılmaz bir hâl alacaktır.
Ayrıca burada, imanın, amelden başka bir şey olduğunu ve onun amelden bir cüz olmadığını da söylemekte yarar var. Evet, bir şeyi nazarî olarak bilmek ile onu hakkıyla tanıyarak pratik hayata dönüştürmek birbirinden ayrı meselelerdir.
…
İsimlerdeki devam ve sebat mânâsı da nazar-ı itibara alınınca müttaki: “Zamanın ve kâinatın değişik hâdiselerine karşı himayeye girme lüzumu duyuldukça devamlı korkan ve Allah’ın himayesine giren” demek olur.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, hidayetteki devamlılık ve terakki, aynıyla ittikâda da müşâhede edilmektedir.
Binaenaleyh ittikâdaki korkma, sakınma ve tevakki etme, sadece kuru bir korkmadan ibaret değildir; onun yanında, bir hamle ve aksiyonda bulunma mânâsını da taşımaktadır.
Yani bir yönüyle emredildiği şeyleri yerine getirerek ve yasaklardan da uzak durarak Allah’tan korkma, diğer yönüyle de Allah’ın himayesine girme.. O’na iltica etme.. yalnız O’na sığınıp dua ve istiğfarda bulunma.. O’ndan alıkoyan şeylerden uzak durma ve O’na götürecek iyilik ve güzelliklere sımsıkı tutunma, demektir.
Binaenaleyh ittikâda, hem bütün şirk, masiyet ve “mâsivâ”dan iç dünyasını temizleme mânâsına gelen hem de kâmil iman ve hasenâtın bütün çeşitleriyle mamur hâle gelme demek olan vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim,
“Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı; en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü de yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”( Nahl sûresi, 16/90.) âyetiyle ittikânın her iki yönünü birden hatırlatmaktadır.
…
KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİNDE “HİDAYET”
Hak yolunun talebinde bulunma, onu isteyip dileme ve Ruh-u Seyyidi’l-Enâm aleyhi ekmelüttehâyâ’ya ittiba ve iktida etme mânâlarına gelen “hidayet”; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ beyan-ı sübhânîsiyle ifade buyurulan hayır ve şer yollarını bilip birincisine tâlib ü râgıp olmanın, ikincisinden de sakınmanın, uzak durmanın; Kitap’ta, Sünnet’te kırmızı-çizgilerle belirlenmiş bulunan hayır ve saadet-i ebediye yolunda yürümenin, o istikamette derinleşmenin ve ayn-ı hidayet hâline yükselmenin unvanı olagelmiştir.
Hayrı-şerri ilk taklidî biliş ve temyizden, onun tabiatın bir derinliği hâline getirilmesine ve murad-ı ilâhîdeki matlup zirveye ulaşma gayretinden, ulaştırıldıktan sonra da o konumda sabit kalabilmeye kadar merâtibi vardır hidayetin.
Hayır ve şer, hidayet ve dalâlet birbirinin zıddı şeylerdir.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan “Biz ona -insana- hayır ve şer yollarını göstermedik mi?!.” (Beled Sûresi, 90/10) ferman-ı sübhânîsiyle bu iki yola işarette bulunarak, -çerçevesi vahy-i semavî, akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim ve önyargısız vicdana emanet- in’âm ve minnet sadedinde o beliğ üslubuyla
- hayır yolunu salıklar
- ve sadece o aydınlık ufka adım attırmakla da bırakmaz, kabul salonunun yolunu gösterir..
- harem dairesine girme aşk u iştiyakını hem şahlandırır
- hem de adabını işaretler..
- derken taklidî hidayetten muzaaf rüşde, ondan da mük’ab maiyyete açılma ima ve işaretinde bulunma lutf u keremiyle, “Hidayeti o ilk kabul edenlerin Allah hidayetlerini derinleştirdikçe derinleştirir ve onları hakiki takva zirvesine ulaştırır.” (Muhammed Sûresi, 47/17) buyurarak, hidayetin farklı mertebelerini nazara vermenin yanında, gerçek hidayet taliplerine o konunun zirvesini de gösterir.
Hidayet erbabınca hidayet-i âmme ve hidayet-i hâssa şeklinde ikili bir taksimle ele alınmıştır ki, bu da iman ve iz’an farklılığıyla alakalı gibi görünmektedir.
İman, mertebeleri itibarıyla, avam, havâs, ehass-ı havâs ve daha fâik bir seviyede nebi ve resul imanı ve iz’ânı olmak üzere farklı derinlikleri bulunan bir inanma, bir teslim, bir tevekkül, bir tefviz ve bir sika farklılığıyla çok merâtibi haiz bir hakikat-i uzmânın unvanı kabul edilegelmiştir.
Bu açıdan, avam ufku itibarıyla olan hidayete hidayet-i âmme, onun üstünde ve daha ötesinde olanlara da hidayet-i hâssa, havâs ve ehass-ı havâs hidayeti denmiştir.
Ayrıca hem hidayet-i âmme hem de hidayet-i hâssa kendi içlerinde de bir kısım farklılıklar arz ederler ki, bunlar da şöyle sıralanmıştır: Min veçhin karîb olanların hidayeti, akreb olanların hidayeti ve akrabü’l-mukarrabîn olanların hidayeti…
Bu tür derece farklılıkları çerçevesinde her mühtedî, duyulup hissedilecek hakâiki ve Hakikatü’l-Hakâik’i ufkunun elverdiği ölçüde duyar, zevk eder ve davranışlarında o ufkun varidâtı görülmeye başlar.
Hangi seviyede olursa olsun, mümin; konum, pozisyon ve idrak ufkuyla alakalı kendisine lütfedilen hidayeti bir ilk mevhibe bilip “Hel min mezîd?!.” diyerek gözü hep ötelerde, ötelerin de ötesinde olduğu takdirde, verene minnet, şükür ve saygı, verileceğe de çağrı ve talepte bulunmuş olur.
Cenâb-ı Erhamü’r-râhimîn ve Ekremü’l-ekremîn bizim de hidayet ufkumuzu böyle verâlar verâsına müteveccih kılarak, hayal ve tasavvur dünyalarımızda şatahat ve naza giden köprüleri yıkıp bizleri “insıbağ-ı etem”le munsabiğ eylesin!..