SEVEBİLİRSİN AMA “KULA KUL OLMAMA” YA DİKKAT!

KIRIK TESİ / BAMTELİ MÜZAKERESİ

KULLUK YALNIZ ALLAH (cc) YAPILIR.

“Yalnız Sana kulluk yapar, yardımı Senden isteriz.”

“Evet, ibadet sadece O’na yapılır. Onun için biz orada ne نُطِيعُ ne de نَحْتَرِمُ değil, ancak إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Yalnız Sana ibadet ediyor ve yardımı yalnız Senden bekliyoruz.” diyoruz. Bu arz ettiklerimiz kelimenin şeriattaki izahıdır. Ve biz نَعْبُدُ derken bunu düşünürüz. İbadet bir tapma tapınma karşılığı olmadığı gibi نُطِيعُ “İtaat ediyoruz.” demek de değil ve نَقْرَبُ “Sana yaklaşıyoruz” demek hiç değil. Belki aczini, fakrını, zaafını, ihtiyacını, hiçliğini nazar-ı itibara alarak ferah, refah ve saadeti O’na yaklaşmada bilerek kemal-i tâzim ve tekrimle O’na doğru gitmenin adıdır. Allah’a karşı yapılan bu şekildeki tâzim ve tekrim bir başkasına yapılmadığı ve yapılamayacağı için, başkalarına karşı gösterilen saygı, sözle ve davranışla takınılan hürmet çeşitlerinin hiçbirisine ibadet denemez.”

… 

KÖTÜYE KULLANILAN SEVGİ / MUHABBET 

“Meselenin ilm-i nefisteki, yani bir açıdan psikolojideki tahliline gelince; insan nefsi, insan ruhu, elemlerin, ızdırapların, ümit ve sevgilerin uğrağıdır.”

“Muhabbete gelince, o da belâlı bir musibettir. İnsan öylelerine gönül verir, öylelerine bağlanır, öylelerinin arkasına ümitle düşer ki, onlar onu tanımaz, yüzüne bakmaz ve giderken de “Allah’a ısmarladık” demeden çeker giderler. Evet, gençliğin, gücün, kuvvetin, tâkatin giderken sana “Allah’a ısmarladık” bile demeden çekip gittiler. Hayat arkadaşın, annen, baban, evlâdın da giderken sana “Allah’a ısmarladık” demeden çekip gidiyorlar.”

“Öyle ise, muhabbet dahi belâlı bir musibet oluyor. Kötüye kullanıldığı zaman insanın başına neler neler açıyor. Hele bazen insan, gönül verdiği, ümitle bağlandığı şeye o türlü bağlanır. Ona gönlünü öylesine verir ki, bütün bütün onun kulu-kölesi olur. Ona öyle bağlanmıştır ki, muhabbet onu kör ve sağır etmiştir de mâşuku, mahbubu, mâbudu aleyhinde söylenen hiçbir şeye kulak vermez ve ona ait fena ve zevalden hiçbir şeyi görmez.”

“İşte bütün şirkler, puta tapmalar, Allah’a karşı eş ve ortak koşmalar bu duyguyla meydana gelmiş ve zamanla korkulan ve sevilen şeyler birer mâbud hâline getirilmişlerdir.”

Kalb bir kere fâni şeylere bağlandı mı, insan artık hüsrandadır. Çünkü öylelerine bağlanır ki, o ne bağlandığı insandan evvel gitmeme hususunda teminat verebilir ne de onun bağlandığı ümitleri yerine getirebilir.”

“MUHAMMED ANCAK BİR PEYGAMBERDİR!”

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) herkesin gönülden bağlanması gereken Sultanlar Sultanı’ydı. O Sultanlar Sultanı, sinesinde kalb ve vicdan taşıyan her berrak gönül tarafından sevilirdi. Bununla bereber fâniye gönül bağlamayıp bâkiye gönül bağlama dengesini çok iyi kavramış insanlar O’nun vefatıyla sarsılmadılar.

Evet, Sıddîk-i Ekber’e büyük bir iş düşüyordu. O esnadaki mevcut atmosferi değiştirecek ve yepyeni bir akım hâsıl ederek, orada Bâki kimdir fâni kimdir, onu anlatacaktı.

Sonunda da herkesi içinde bulunduğu uykudan uyaracak şu âyet-i kerimeyi okudu “Muhammed, ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de nice peygamberler gelip geçti.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/144.) Sahabe o anda birdenbire uyanıp kendine geldi.

İşte mü’min نَعْبُدُ derken bunları duyar ve bunları düşünür. Bu bir küçüklük değil, insanın gerçek büyüklük yolunu sezmesinin ifadesidir. Bizler, “Muhammedün abdühü ve Resûlühü” derken bu sırra parmak basıyoruz. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’ın kulu ve resûlüdür. O, önce kuldur ve kulluğu devam eder. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberlik gelmeden evvel kuldu, peygamberlik geldi, kulluğu devam etti. Vefatıyla peygamberlik gitti ama O yine Allah’ın kuluydu. İşte biz Allah’a karşı نَعْبُدُ derken bu şekilde bir kulluk kastediyoruz.

“Gönül verdiğiniz, ümit bağladığınız hangi fâni vardır ki, sizden evvel göçüp gitmeyeceğine, bütün ümit ve arzularınızı yerine getireceğine dair teminat versin? Şimdi, Allah’a verilecek muhabbeti o ölçüde Resûlullah’a dahi vermek caiz olmazsa, sizin bir sürü küçük, fâni mâbudlarınıza ve sanemlerinize göstereceğiniz muhabbet ve alâkayı tevhid şuuruyla yeniden gözden geçirmek gerekecektir.”

… 

KULLUK NEŞVESİ VE HUZURU

“Bir tarafta burnunu dikip gezen kibirliler, korku nedir bilmeyen nikbinler, her şeyi Bektaşî iyimserliği içinde görenler, kuruntulara bağlananlar, diğer yandan da ümitsizlik içinde yaşayan me’yuslar, kulluk şerefindeki ulviyetin ne demek olduğunu idrak edemeyen zavallılar hiçbir zaman bu neşve ve bu huzuru duyamazlar.”

İşte bu sırra akıl erdiremeyen zavallılardır ki, bir kısım ağaçları, çayları, ırmakları, ineği, öküzü ilâh edinmişlerdir. Maniler gibi zulmete ve nura tapmışlar; “Yezdan” ve “Ehriman” diye ilâhlar uydurup arkalarından gitmişlerdir. Mâbud-u Mutlak’a kulluk zevkine eremeyen ve bu hazzı elde edemeyen kimseler binlerce mâbuda gönül vermiş, binlerce mahbuba bağlanmış ama daima sukut-u hayale uğramış, ümitleri yıkılıp gitmiş ve perişan olmuşlardır.

Allah Teâlâ ile irtibatta olmanın yerini hiçbir şey tutamaz. İnsan için en güzel nimet ona karşı kulluk vazifesini tastamam yerine getirebilme gayretidir. Her an,

Bulduğumu sende buldum,
Bâtıl şeylerden kurtuldum;
Gelip kapında kul oldum;
Rabb’im sana döndüm yüzüm!      
Dünyalar seninle cennet,
Nimet senden kime minnet?
Gel kuluna merhamet et!
Rabb’im sana döndüm yüzüm!

diyerek acz-u fakr şuuruyla ona yönelmek, onun rahmetinin enginliğini duymak, onunla doymak, ondan gayrı hiçbir şeye gönül vermemek Allah’ın bir kula bahşedeceği en büyük lütuftur. İşte daima bu duyguyu yakalamaya çalışmak, yapılan iyi işlerde kat’iyen kendine pay çıkarmamak, kendi nefsini yok saymak ve şahsî kredi peşine düşmemek Müslümanın şiarı olmalıdır.

Mü’minlere gelince onlar, her şeyden önce Allah’ı severler ve başkalarına karşı alâkayı da O’nun sevgisine bağlarlar, sevgileri O’ndan ötürüdür. İnananlar, her şeyden evvel ve her şeyin önünde, mutlak Mahbub olarak Allah’a gönül verir; sonra da O’ndan ötürü, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere bütün nebîleri ve velîleri severler. Nebîleri ve velîleri severler; çünkü onlar, Cenâbı Hakk’ın maksatlarını takip ve temsil ederler ve O’nun yeryüzündeki halifeleri olarak dünyanın imar ve tanzimine nezarette bulunurlar. Mü’minler, nebîleri ve velîleri severken meseleyi Allah sevgisine bağladıkları gibi anne-baba, gençlik, bahar gibi şeylere karşı sevgilerini de onların Allah’la münasebetlerine bağlarlar.

Allah sevgisi ve Allah’tan dolayı sevme de böyledir; O nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna duyulan alâka darmadağınık ve neticesiz bir sevgidir. Mü’min en evvel O’nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O’nun isim ve sıfatlarının değişik birer tecellisi olarak alâka duymalı ve her temâşâ ettiği şeye “Bu da O’ndan” deyip bakmalıdır.

O (cc) NUN YOLUNDA BÜTÜN BAŞKA SEVGİLERİ FEDA EDERİZ.

Evet, hürriyetimizi dünyaları verseler başkalarına vermeyiz. Allah’tan gayrısı için esareti kabul etmeyiz. O’ndan gayrısı için ne kulağımıza halka, ne de boynumuza tasma takmayız. Ancak bizi yaratan, sonra da varlığını vicdanlarımıza duyuran Allah için, bin canımız ve başımızdaki saçlarımız adedince başımız olsa, seve seve hepsini feda ederiz. O’nun uğrunda bütün korkulara göğüs gerer, O’nun yolunda bütün başka sevgileri feda ederiz.

Şu kısacık ömrümüzde, şahsımızın bilinmesi, iyi olarak tanınması ve böylece bize hürmet edilmesi şeklinde gayeler taşımak ya da dünya nimetlerinden istifade etme türünden bazı sevdalar ardına düşmek Rabb’e karşı çok büyük bir ayıptır. Onu anlatmak ve dinimizin i’lâsına çalışmak gibi bir kulluk vazifemiz varken dünyevî başka hedefler edinmek Allah’a karşı vefasızlıktır.

İnsan her zaman bu çizgisini koruyamayabilir; fakat temelde böyle bir duyguya bağlı olursa asla kaybetmez. Evet, insan bazen hata edebilir. Hata etmemek değil, bağlandığı kapıya sıkıca yapışmak ve oradan ayrılmamak esastır.

Zaten Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de “Her insan hata edebilir. Hata işleyenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir” buyurmuyor mu? Cenâb-ı Allah, günah işleyenleri kapısından kovmamış; tevbe etmeleri için onlara fırsatlar vermiştir. Bir anlık sürçmesine rağmen tekrar doğrulup kulluk yoluna râm olanlar, rahmet kapısının kendilerine daima açık olduğunu görmüşlerdir; fakat verilen bu fırsatları değerlendiremeyip hata ve günahta ısrar edenler, onun rahmet kapısından kopup gitmiştir.