HEDEFLENEN “AŞIK-I SADIK  YOLCULUĞU” VE ADABI

BAMTELİ MÜZAKERESİ:

Bamteli: AŞIK-I SADIK VE  YOLUNUN ÂDÂBI_ 27/01/2019

 1). İNSAN NE İÇİN YARATILMIŞTIR? MÜMİNİN EBEDİLEŞECEĞİ YOL

1.1). İnsan, muazzez bir varlıktır, heder olup gitmek için yaratılmamıştır.

1.2).  “İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz.”

1.3). “Ebediyete namzet bulunan, ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şey ile tatmin olmayan insan, kendisini bir ucuza/ucuzluğa kurban etmemelidir.” [1]

1.4). “İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar hep bir bekleyiş/ gözleme içinde bulunacaktır.”

1.5). İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar kalb adesesiyle gözleyip duracaktır.

1.6). İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar muhâkeme-i sâlime merceğiyle gözleyip duracaktır

1.6). İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar mantık ve muhakeme dürbünüyle/rasathanesiyle hep orayı gözetlemeye çalışacaktır.

1.7). “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa, budur; bilmiyorum başka çıkar yol!..” Yolunuz, bu.

1.8). “Sefineni gözden geçir; restore edilmesi gerekli ise, tamir edilmesi gerekli ise… Engin denizlere açılman, mukadder senin; dolayısıyla açılacağın bu uzun yolda, gemiyi bir kere daha gözden geçir; ne olur ne olmaz, bakıp onu yenile.”

1.9). Her yol için -esasen- yol erkânı, âdâbı ve azığı vardır.

2). YOLCULUK KEYFİYETİ; URUC VE NÜZUL

2.1). Yol sonu herkesin arş-ı kemâlâtı ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) bir şeydir.

2.2). Herkes bir yere kadar yükselebilir; bunda donanımların tesiri vardır

2.3). Herkes bir yere kadar yükselebilir; insanın sergilediği misyonun/fonksiyonun tesiri vardır.

2.4). İnsanlığın İftihar Tablosu, huzur-i Kibriyâ’ya, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gittiği zaman bile, kalbi insanlık için çarpar; dönüp gelip onların ellerinden tutmayı düşünür. Miraç’ı terk eder; insanların içine, ızdırabın göbeğine avdet eder. Izdırabın göbeğine… [2]

2.5). Tasavvufî ifadesiyle, birincisine “urûc” deniyor. Bir yönüyle, o urûca, kesretten sıyrılma, vahdete erme mülahazası nazar-ı itibara alınarak “urûc” deniyor.

2.6). Birincisine “halvet” deniyor;

2.7). Birincisinde, kendisi olma istikametinde belli bir donanım elde etme adına, seyr ü sülûklar, çileler, ızdıraplar, az yeme, aç içme, hayrete varma, O’nu bulma, o yolda olma söz konusu.

2.8). Her insan için bu yol açık, belli ölçüde; kalbî, ruhî, hissî öyle bir terakkî söz konusu.  

2.9). Geriye dönüşe de “nüzûl” deniyor. Nüzûl’e de yeniden insanlığın elinden tutma maksadıyla geriye dönme manasına…

2.10). ikincisine “celvet” deniyor.

2.10). Dışarıya çıkma; duyduğu, hissettiği şeyleri başkalarına duyurma, bir ezan sesi ile, bir Sabâ sedasıyla başkalarına duyurma bahis mevzuu.

3)- AŞK YOLCULUĞUNUN ADABI

3.1). Yol erkânı, yol âdâbı söz konusu; yolun başında sefer hazırlığı da bu âdâba dâhildir.

3.2). Yolda gerekli olan şeyler yapılmaz ise, insan, sonuca varamaz. “…Azığını tastamam yap; zira yol, çok uzun!..” [3]

3.3). “Seviyorum!” diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak

3.4).  “Seviyorum!” diyebilmek için O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak gerekir.

3.5).  Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.

3.6). İşte böyle bir yolun, muhabbet/aşk yolunun mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; 

***

MEBDE= [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI ]

1-İSTİĞFAR=> 2- TEVBE => 3- İNABE => 4- EVBE => 5- TEYAKKUZ => 6- SABIR =>

MÜNTEHA= [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI ]

 1-AŞK=> 2- ŞEVK =>  3- İŞTİYAK =>   4- ÜNS =>   5- RIZA =>   6- TEMKİN =>

***

4). İSTİĞFAR [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-1 ]

4.1). Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ilk önce “istiğfar” kelimesi söyleniyor, “yarlığanma” deniyor.

4.2). İstiğfar; Cenâb-ı Hakk’ın günahları mağfiret buyurmasını talep etmek oluyor. O niyet ile Allah’a dönüyorsunuz.

4.3). İstiğfar; Belki de meselenin ana kapısı, girişidir bu. İstiğfar ile o kapıdan içeriye adım atıyorsunuz; yani kendinize çeki-düzen veriyorsunuz. [4]

4.4). İstiğfar, kendine çeki-düzen verme, kale kapısı gibi o kapıdan içeriye girme… Zira öyle birine yöneliyor ki orada, tavır ve davranışın çok düzgün olması lazım.

5). TEVBE [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-2 ]

5.1). “Tevbe”, insanın işlediği şeylere nâdim olması… Hazreti Ali efendimiz beş tane şartını söylüyor onun; özü,

5.2). “Ben, bir daha bu işi yapmamaya…” deyip nedamet duymak. [5]

 “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8)

5.3). Mü’min, yeryüzünde emniyet vadeden varlık demektir. Bu tavrını koru!.. Bakın, o ismi size vermiş, Kendi ismidir o; sizi emniyet vadeden insan olarak vasfetmiş.

Tahrîm Sûresi’nde: Ey iman edenler! Emniyet duygusu ile Allah’a yönelenler! Hazreti Mü’min ismine müteveccih olan mü’minler!..

5.4). Dolasıyla, o tavrı koruma mülahazası ile Hazreti Mü’min-i Hakiki’ye teveccüh et.

5.5). Tevbe-i nasûh… fakat bir daha işlememesine.. azm u cezm u kast eylemek[6]

5.6).  “Tevbe”, Cenâb-ı Hakk’a sağlam, yürekten bir dönüş ile dönme demektir.

6). İNABE [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-3 ]

6.1). “İnâbe”, Cenâb-ı Hakk’a o dönüşü bütün ruhu, kalbi, hissi ve vicdanı ile devam ettirmektir;

6.2). “İnâbe”, tevbede temâdîde bulunma ameliyesine denir.

 “Size (artık iman etmenin fayda vermeyeceği) azap gelip çatmadan önce gönülden Rabbinize yönelip inâbede bulunun ve O’na teslim olun. Aksi halde, hiçbir şekilde yardım görmezsiniz.” (Zümer, 39/54) buyuruyor.

“Azap gelip size çatmadan evvel, Cenâb-ı Hakk’a inâbede bulunun!” diyor.

7). EVBE  [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-4 ]

7.1). “İnâbenin bir kademe üstüne de “Evbe” deniyor.

Kur’ân-ı Kerim’de bir-iki peygamber için “O, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” deniyor.

7.2). “Evbe”, öyle ki, hataları bile onların gözünde adeta -bağışlayın- erâcif yığını gibi görünüyor. Altmış sene sonra bile akıllarına geldiği zaman mideleri bulanıyor.

7.3). Cenâb-ı Hakk’a öyle bir teveccühte bulunuyorlar ki, o nezahetlerini sonuna kadar koruyorlar. Ona da “evbe” deniyor.

8). TEYAKKUZ  [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-5 ]

8.1). “Teyakkuz”, Tasavvuf’ta, işin başıdır; uyanık olmak, esasen, gözü açık olmak demektir.

8.2). Teyakkuz, Varlığı ona göre mütalaa etmek..

8.3). Teyakkuz,eşya ve hadiseleri hallaç etmek.. onu bir kitap gibi okumak..

8.4). Teyakkuz, otu, ağacı, yıldızı, bir kitap gibi okumak…

8.5). Teyakkuz, kainat kitabı ile Allah’ın “Kelam” sıfatından gelen Kitap arasındaki mutabakatı temine çalışmak…

8.6). Teyakkuz; uyanık olmak, uyanık davranmak…

Bu mülahazayla, hudutlarda nöbet bekleyen insanlara “uyûn-i sâhire” denir; “hiç göz kırpmadan hep dimdik orada duran insanlar” demektir.

Uyûn-i sâhire… Göz kırpmama, hep âdetâ Cenâb-ı Hakk’ı görüyor gibi;  O’nun tarafından görülüyor ya; görüyor gibi… “Beni görüyor, bak; dolayısıyla ben de O’nu görüyor gibi olmalıyım!” Teyakkuz…

8.7). Teyakkuz; Sarf’ta, “Tefa’ul” kipinden geldiğinden dolayı, “yakazası engin, göbeğini çatlatasıya bir yakaza peşinde, göz kırpmama peşinde” demektir.

9). SABIR  [ SEVGİYE GİRİŞ ESASLARI-5 ]

9.1). Sonra da yapılan şeylerde dişini sıkıp sabretmek.. [7]

9.2). İnsanın başına gelen şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor..

9.3). Yapmakla mükellef olduğu şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor..

9.4). Belâ ve musibetlere karşı sabretme, aynı tesiri icrâ ediyor..

9.5). Haramlara karşı dişini sıkıp sabretme, onlara girmeme, aynı tesiri icrâ ediyor.

9.6). Vakt-i merhûna karşı sabretme…

9.7). Aynı zamanda Likâullah’a karşı sabır; emir O’ndan olursa, ben, öbür tarafa yürürüm “Şeb-i Arûs” diye… Bunlar da aynı tesiri icra ediyor. O da sabır…

10). AŞK [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-1 ]

10.1). Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya “muhabbet ve aşk” denir.

10.2).  Bu azık ile yola çıkan, öyle tedbirli yola çıkan insan, işte rıza faktörünü de -Hazret’in dediği gibi- kullanınca, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir “aşk” hâsıl oluyor.

10.3).   Âşık olunacak Zât’a karşı aşk esasen… Bir yönüyle kalbini, sadece O’na açmak…

10.4).  Aşk; kalbini O’na açmak… Aşk, kalbini O’na açmak… “Leyla’nın hânesi?” sorulunca, Mecnûn sinesini açtı gösterdi, “İşte hânesi!” dedi. [8]

11).  ŞEVK [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-2 ]

11.1). Sürekli köpürüp duran arzu, istek, neşe ve sevince “şevk”;

11.2).  Gönül öyle “aşk” ile şahlanmalı; O’ndan başka bütün mülahazalar, silinip gitmeli!..

11.3). Sonra, aşk olunca onda, iştiyâk-ı likâullah… Şevk ve iştiyak… “Şevk” bir yönüyle o mevzuda şahlanma demektir.

11.4). “Aşk” oluyor ise, bir miktar daha vitesi yükseltme veya atı mahmuzlama ya da kanatları daha gergin hale getirme, üveyikleşme; bir canlı uçabileceği en yüksek zirvelere uçma adına nasıl açılacak ise, öyle açılma, “şevk”.

12). İŞTİYAK  [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-3 ]

12.1). Şevk; onun mutavaatı da iştiyak

12.2). Sonra bunu tabiatının bir derinliği haline getirme, kendisi için olmazsa olmaz haline getirme, ona da “iştiyak” deniyor.  

12.3). Değişik vesilelerle, Kıtmîr’in ifade ettiği gibi, iç dürtülerle ubudiyette bulunma [9]

12.4). Tabiatının bir derinliği haline getirme, emirlerin dürtüsünü nazar-ı itibara almadan veya sevkini nazar-ı itibara almadan, yönlendirmesini nazar-ı itibara almadan, emirler pusulası ile mihrabını belirlemeyi nazar-ı itibara almadan, doğrudan doğruya tabiatın derinliklerine oturmuş, tahtını kurmuş o şevk ve o iştiyak ile hareket etme…

12.5).  O şevk ve iştiyak, seni yönlendirecek sürekli o mevzuda yapman gerekli olan şeylere… Böyle olunca, o meselenin içine -esasen- riya da girmez.

12.6). İştiyak…  Tabiî bir şeyi yaparken, içine nasıl riya girecek ki?!. Tabiî bir şey yapıyorsun!.. Asıl mesele, onu tabiî hale getirme; “Benim için tabiî bir ihtiyaç bu!” diyecek hale getirme.

12.7). Sevgi derinleşe derinleşe “aşk u iştiyak”a inkılap eder. Öyle ki artık sizi ateşe koysalar bile, zaten öyle bir ateşte yanıyorsunuz ki, diğer ateşin tesirini duymazsınız. Evet, sevgi, öyle bir şey…

13). ÜNS [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-4 ]

13.1). Sonra, Üns… Onun da üstünde bir şey oluyor ki, ona “Üns billah” deniyor; yazılarda ifade edildiği gibi; Cenâb-ı Hakk’ın enîsi oluyor.

13.2). “Hazîratü’l-Kuds” postnişini olma… Zât-ı Ulûhiyete ait, bî-kemm u keyf, önemli bir mahall-i tecellî, nüzûl veya tezâhür olan Hazîratü’l-Kuds…

13.3). Maiyyet-i İlâhiyeye erme…

13.4). Bunu “ihsan” mülahazası ile değerlendirecek olursanız; “görülüyor olma” mülahazasını bir dürbün gibi, bir projektör gibi, bir rasathane gibi kullanarak, hep “O’nu görme” sevdası ile oturup-kalkmak… [10]

13.4).  “Üns billah”, böyle bir şey; o iştiyakın da üstünde. “Enîs u celîs” tabirini kullanırlar. Celîs, oturan demektir; enîs de yoldaş, en yakın, sırdaş demektir.

14). RIZA [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-5 ]

14.1). “Rıza”;  Sevgili’nin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılama

14.2). “Sevgi… İmam Gazzâlî hazretleri bahsederken, “Rızâ”yı, Allah’tan râzı olmayı, sevginin çok önemli basamaklarından biri olarak anlatıyor.Belki de “mancınığı” olarak diyebilirsiniz; belki de bugünkü ifadesi ile “roket atar”ı diyebilirsiniz. Öyle görüyor rızayı.

14.3). Cenâb-ı Hak’tan râzı olunca, gönlünüz O’ndan hoşnutluk ile, sürekli o ritme dem tutunca, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine yönelirsiniz.

14.4).  Sonra “Rıza” ufku… Bu, “Rü’yet”in önünde midir, sonunda mıdır? O mevzuda bir şey söylemek zor. Rıza, bir yönüyle Rü’yet duygusunu tetikleyen faktör gibi.

14.4).   İnsan, Cenâb-ı Hak’tan razı olur ise, Allah da “Ben, sizden razıyım!” diyor. [11]

14.5). Şimdi bu, bir yönüyle belki “Rü’yet” ile hemdem gibi bir şey, hem-âhenk gibi bir şey.

 14.6). bir mülahaza ile bakınca, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek, Cennet’in binlerce sene hayatına muadil geliyor. Ee bunun ötesinde midir Cenâb-ı Hakk’ın rızası, “Hoşnut oldum!” demesi; yoksa o “Hoşnud oldum!” demesi esas, Rıza kapısının açılması adına bir anahtar mı? Her ne ise, o mevzuyu çok kurcalamamak lazım.

15). TEMKİN [KONUMUNUN HAKKINI VERME HUSUSLARI-6 ]

15.1). “Temkîn” duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranma [12]

15.2). Allah, nerede dolaştırırsa dolaştırsın, nerede sizi gezdirirse gezdirsin, suda batmadan yürüyün, kuşlar gibi kanatlanın, yine de ubudiyet dairesinin edebine riayet etmeniz gerektiği vurgulanıyor. [13]

15.3). Ve bütün bunları beklentisiz yapma… “Bir dikili taşım olsun!” mülahazasına bağlamama… Zira çıkara ve menfaate bağlanarak yapılan şeyler, devamlı değildir, bir yerde kesilir onlar.

15.4). Şimdi böyle zirveleştiği zaman bile kendisini bir şey görmeme… İşte şöyle-böyle kendi ile yüzleşme konusunun ele alındığı yazılarda anlatıldığı gibi…

16). HEDEFLENEN YOL,  AŞIK-I SADIK YOLCUSU VE YOL ADABI

16.1). Yol sonu herkesin arş-ı kemâlâtı ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) bir şeydir. Herkes bir yere kadar yükselebilir; bunda donanımların tesiri vardır ve insanın sergilediği misyonun/fonksiyonun tesiri vardır.

16.2).  Âşık-ı sâdıklar, ne naz bilir ne de kuruntu tanırlar;

16.3).  Âşık-ı sâdıklar, iradelerinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayet edip gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduklarını ortaya koyarlar. [14]

16.4).  Âşık-ı sâdıklar, böyle zirveleştiği zaman bile insan, kendi konumunu çok iyi belirlemeli;

16.5).  Âşık-ı sâdıklar, orada naza-maza girmeden, saygısızca Cenâb-ı Hak’tan bir şeyler istiyor gibi tavırlara girmeden, Allah’a karşı hep saygısını korumalı!.. [15]

16.6). Dolayısıyla temkin, insanda, niyaz duygusunu tetikler; insan, niyaz ile şahlanır. Temkîn duygusunu kaybeden, kendisini naza salar. Bu da yine kendisi ile yüzleşme mevzuunda ifade edilen hususlardandı.

***

Meselenin kabuğunda dolaştık, cevizin kabuğuna takılıp kaldık, özüne inemedik. Dolayısıyla da cevizin özünü size sunamadık, onu size tattıramadık; hele doyurma meselesine gelince, zaten o, bizden çok uzak bir şey. O mevzuda, o meselenin şakasını bile yapmak, saygısızlık olur. Dolayısıyla deyip-ettiğim şeylere -deyip-ettiğim şeyler arasındaki kutsal konular müstesna, onlar münezzeh; meselenin bana ait kısmana ve ifade tarzıma- “dırıltı” diyeceğim; dırıltılarım ile sizi tasdi’ ettim ve başınızı ağrıttım ise, siz kusura bakmayın, Allah da affetsin!.. (Est)

***

[1] Bütün dünyanın anahtarlarını ona verseler, şarktan garba gûna-gûn, penguenlerin ülkesinden en kuzeyde gecelerin gündüzlerin bitmediği yerlere kadar getirip dünyanın bütün anahtarlarını verseler, ebediyet mülahazası çağlayanına kendisini salmış bir insan, buna iltifat etmeyecektir; elinin tersi ile itecek ve “Anahtarlarınız sizin olsun!” diyecektir.

[2] Hâşâ, o tabiri O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında kullanmak doğru değil; bir başkası olsaydı, “kan kusturulur kendisine” denebilirdi.

Ama O, ne kan kusmuştu, ne de tükürük kusmuştu; engin gönlü ile, engin vicdanı ile bütün bunları eritmişti, Allah’ın izni-inayeti ile… Bir kere daha, -bağışlayın- çoğu itibarıyla zehir-zemberek o toplumun içine dönmüştü, “Acaba kaç tanesine daha söz geçirebilirim?!. Ve gezdiğim, uğradığım, dolaştığım, gördüğüm, ettiğim, bildiğim şeyleri onlara da gösteririm, bildiririm, tanıttırırım; onları da zevk ile şahlandırırım!” diye.

Kendisinin zevk ile şahlandığı bir dönemde, hemen geriye dönmeye karar verdi; Allah da müsaade etti, Miraç’tan geriye döndü, gittiği gibi geriye döndü insanların içine.

[3] Berzah yolculuğu var ki, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, elli bin sene, hafizanallah… Başkasının onu ifade ettiğini bilmiyorum da ben, Üstad’ın yaklaşımıyla, “teheccüd” bir yönüyle, o Berzah yolculuğunda insanlar için yolu aydınlatan projektör; bilmiyorum ondan daha yüksek aydınlatıcı şeyler neler ise, işte o.

[4] Ama öyle birine yöneliyorum ki ben… Hani şimdi insanlar halkın karşısına çıkarken, ayna karşısında yakasını elli defa düzeltiyor; kravatını, papyonunu elli defa gözden geçiriyor; ondan sonra…

[5] İmamlarımız, Türkiye’de -bilenler bilirler bunu- “İlahî! Elimden, dilimden, ağzımdan, gözümden, kulağımdan, daha başka bütün âzâ vü cevârihimden şimdiye kadar her ne ki vâki ve sâdır olmuşsa, ben onların -ânların- (eskilerin ifadesiyle) cümlesinden tövbe ettim, nâdim oldum, pişman oldum. Bir daha işlememesine azm u cezm u kast eyledim!” derler. Evet, şimdi “tevbe”, bu demektir.

[6] Menkıbeler de var o mevzuda; fakat bir daha işlememesine -biraz evvel imamların tevbesini örnek olarak verdim- azm u cezm u kast eylemek… “Bir daha yapmayacağım.” Ama beş on saat sonra, yine şeytan, oyunlarından bir oyun ile, bir çelmesi ile, bir kündesi ile, bir el-ensesi ile, hafizanallah, yine aynı şeyleri işletebilir. Eli ile, ayağı ile, gözü ile, kulağı ile, dili ile, dudağı ile… Gıybet ettirir, harama baktırır, haramı dinlettirir, olmayacak yerlerde olmayacak şeyleri -bir yönüyle- onun kafasının içine sokar.

[7] Cuma günü -min vechin- bahsedildi burada. Sabır -esasen- çölde biten bir ot, bir ağaç; fakat meyvesi zehir-zemberek… Dolayısıyla, yendiği zaman insana çok ağır gelecek, zehirleyecek bir şey olması itibarıyla, onun ismi verilmiş sabra.

[8] “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde. // Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil / Ko gafleti, Dildârdan bari utan gecelerde.” Sen, utan ve kalbini O’na tevcih et ki, tecellileri ile O da senin gönlüne misafir gelsin!.. Vakıa Zât, -bir yönüyle- oraya geliyor gibi ifade edilmiş; müteşâbih bir beyan bu! Onun yerine “tecelli” kelimesini kullanıyorum ben; müteşâbih, yanlış anlamalara sebebiyet verir diye.

[9] Değişik vazife ve sorumlulukları edâ etme adına emirler var: أَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namaz kılın!..” شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ “…Oruç tutsun!” Emir, bu… وَأَقِيمُوا الصَّلاَةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namazı ikâme edin; zekatı verin!” Emir, bu… Ve diğer emirler de bunlar gibi birer emir. Bu emirleri nazar-ı itibara almadan… Bunlar tabiatın öyle bir derinliği haline gelmiş ki, yemeğe, içmeye ve sâir beşerî mukteziyata ihtiyaç duyuyor gibi, onlara ihtiyaç duyma; mevsimi/miadı gelince, hiç o emirleri düşünmeden hemen o meseleye koşma demektir iştiyak.

[10] “Tamam, bak, görülüyorum ben! Bu görülmeden iki büklümüm; ayakta durmaya gücüm yetmiyor, rükûa eğiliyorum. Onu da yetersiz buluyorum, secdeye kapanıyorum. اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ ‘Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran Yaratan’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.’ diyorum. Beni Ahsenü’l-Hâlikîn olan Allah, böyle güzel yaratmış. Ne yapsam acaba?!. Daha ötesinde gidecek bir yer var mı, O’nun büyüklüğünü ifade etme, O’nu duyduğumu ifade etme, O’nun tarafından görülüyor olmayı ifade etme adına…” Bütün bunlar, hep o görme iştiyakı ile yanıp tutuşmanın ifadesi…

[11] Hadis-i şerifte ifade ediliyor: “Ben, size verdiğim şeyleri verdim, başka bir isteğiniz var mı?” diyor ehl-i Cennet’e. -İstidradî dua: اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، بِفَضْلِكَ الْمَخْتَارِ، بِكَرَمِكَ الْمُخْتَارِ، يَا رَحِيمُ يَا رَحْمَانُ، يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, fazl ü keremin hürmetine!.. Ey Hannân, ey Mennân, ey Zül-celali ve’l-ikram.”- “Başka bir isteğiniz var mı?” buyuruyor. “Ya Rabbi, öyle şeyler verdin ki artık, ne isteğimiz olabilir?” mukabilinde, “Ben, sizden razıyım, hoşnut oldum!” buyuruyor. “Öyle mest-sermest olur, öyle kendilerinden geçerler ki…” Hani dünyada bir misal arıyorsanız buna, sizin kafanızı alıp götürecek, beyninizi alıp götürecek, sizi mest u mahmur hale getirecek bir şey; onu yudumlamış gibi kendinizden geçeceksiniz. Artık başka görecek, başka düşüneceksiniz: “Yahu varsa da bu imiş, yoksa da bu imiş!” İliklerinize kadar öyle bir zevk duyacaksınız ki, olmazsa olmaz o!..

[12] Temkîn… Allah (celle celâluhu), öyle lütuflarla serfirâz kılıyor ki!.. Hatta bazıları Cemâl-i bâ-kemâlini müşahededen bahsediyorlar. Hazreti Muhyiddin gibi… Mebde-i hayatı itibarıyla imrenmeler yaşıyor. O, görülüyor olma mülahazasını çok iyi değerlendiriyor. Hayatının müntehâsı itibarıyla “görme”den bahsediyor. Değişik şeylerden bahsediyor, kendisini silip atıyor.

[13] Hani yine Hazreti Gazzâlî’nin ifade ettiği gibi, bazı kimseler Cennet’e girerken, bir yönüyle Berzah’ı görmeyecekler, çünkü kanatlanıp üzerinden geçmiş gibi olacaklar. Cenâb-ı Hak, öyle eylesin! Münker-Nekir’in yanından geçerken, onlar gelip bakacaklar: Tecessüm/temessül etmiş namaz.. temessül etmiş oruç.., temessül etmiş hac.. temessül etmiş irşad duygusu.. temessül etmiş dünyanın dört bir yanına yayılma, kendi temel değerlerimizi başkalarına duyurma.. yayılma-duyurma, yayılma-duyurma, yayılma-duyurma…

[14] O yazılarda, belki başta seyyidinâ Hazreti Âdem’den bahsedilmesi icap ederdi ama ilk defa varlığın çekirdeği, mübarek nurânî çekirdeği, Hazreti Ahmed hakikati olması itibarıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile başlandı. İnsanlığın İftihar Tablosu kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Âdem, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Nuh, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Zekeriya, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Mesih, kendisi ile nasıl yüzleşiyor? Yakub (aleyhisselam) kendisi ile nasıl yüzleşiyor, kendini nasıl yerden yere vuruyor? Yusuf (aleyhisselam) kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve ondan sonra Râşid Halifeler; Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali, kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve sonra bu hâleye müteveccih Zeynülâbidîn ve Üveys el-Karnî gibi büyükler kendileriyle nasıl yüzleşiyorlar? Ondan sonra Hasan Basri Hazretleri geliyor; Usbûiyye’si var; yani, haftanın her günü için okuduğu evrâd ü ezkârı; o kendini nasıl yerden yere vuruyor. Zannedersiniz ki hayatları hep günah çağlayanı içinde geçmiş! Oysaki hayallerini bile kirler kirletmemiştir, hayallerini kirletmemiştir.

[15] “Ben, O’nun boynu tasmalı bendesiyim, kölesiyim; üstümde istediği gibi tasarrufta bulunabilir. Gayrı O’nun istekleri dışında herhangi bir istekte bulunmak, yakışmaz bana!.. Sadece aczimi-fakrımı dillendirerek, muhtaç olduğum şeyleri yine O’ndan isterim!” mülahazası, temkînin ifadesi… Nazlanmama bu mevzuda, nazlanmama…

Hani biliyorsunuz, bir-iki şeyi biraz değiştirdim: Mesela, “Zulmet-i hicrinle…” deyince, özne olarak burada Zat-ı Ulûhiyetin anlaşılması da söz konusu; sözden anlayanlar anlarlar, Edebiyattan anlayanlar anlarlar. “Zulmet-i hicrinle…” Niyaz-ı Mısrî ki muktedâ bih zatlardan birisi… Öyle deme be sultanım!.. Vezin bozulmuyor, aruz bile bozulmuyor: “Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, Yâ Rab meded! / İntizâr-ı subh-i dîdâr olmuşum, yâ Râb meded!” de. Çünkü Zât-ı Ulûhiyete olumsuz bir şeyi nispetten sakınmak lazım.

Bir diğeri: “Kerem kıl, kesme Sultanım, keremin bî-nevâlardan.” Şimdi Hazret diyor ki… Büyük bir zat, benim nazarımda kutup. “Keremkâne yakışır mı, kerem kesmek gedalardan!” Zât-ı Ulûhiyetin icraatında, O’na “Yakışır mı?!” denir mi? Efendim… “Sezadır Sana kerem kılmak gedâlara.” Evet, bu, Zât-ı Ulûhiyetinin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı… “Senden beklenen budur!..” O’na yol gösterme, bir yönüyle “Şunu yapman daha isabetli olur!” falan deme; bunlar, saygısızlık olur ve temkîne aykırıdır.