KALB VE RUHUN HAYAT DERECELERİNE YÜKSELEBİLENLER VE CUMA YAMAÇLARI RASATHANESİNDEN CEMÂLULLAH’I MÜŞAHEDE EDECEKLER
İSTİFADE EDİLEN KAYNAK: YENİ BAMTELİ: “KELÂM, KUDRET ve CUMA YAMAÇLARI” (23 ARALIK 2018)
ÖZETLE;
1)- TASAVVUFUN İKİ ERKÂNI: KELAM SIFATI+ KUDRET SIFATI
2)- KELÂM SIFATI: HAZRETİ KELÂM’I DİNLEYİP ANLAMA
3)- KUDRET SIFATI: HAZRETİ KUDRET VE İRÂDE’NİN EMİRLERİNİ DE OKUYUP TEMÂŞÂ ETMEK
4)- NAZARİ TAKLİDÎ İMAN
5)- CENAB-I HAKKI BİLMENİN YOLU
6)- HEDEF: AMELÎ VE TAHKİKÎ İMAN
7)- İŞİN GERÇEĞİNE ULAŞILMASI= İMAN + AMEL
8)- İMAN+ İMANI İZ’ÂN HALİNE GETİRMEK= MARİFET+MUHABBET= AŞK U İŞTİYÂK-I LİKÂULLAH
9)- İMANDAN SONRA SÂLİH AMELE YOLCULUK
10)- İMAN, AMEL-İ SÂLİH VE İHSAN
11)- İSLAM DÜNYASI, MAHRÛTÎ BAKIŞLI HAKİKAT ERLERİNİN KİTAP VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE CİDDİ BİR ADANMIŞLIK RUHUYLA YERİNE GETİRECEKLERİ İRŞAD VE REHABİLİTASYONA MUHTAÇ
12)- DÜNYADA KALB VE RUHUN HAYAT DERECELERİNE YÜKSELEBİLENLER, ÖTEDE CUMA YAMAÇLARI RASATHANESİNDEN CEMÂLULLAH’I MÜŞAHEDE EDECEKLER
***
1)- [ TASAVVUFUN İKİ ERKÂNI: KELAM SIFATI+ KUDRET SIFATI ]
1.1)- KUDRET VE İRÂDE’den gelen Varlık ; Kudret-i Kâhire’nin bir eseri olması ve aynı zamanda o KELÂM SIFATInın farklı bir şekilde tecellîsi
1.2)- Bu İki kitap arasında, bu iki hakikat (KELAM SIFATI+ KUDRET SIFATI ) arasında bir münasebet var.
1.3)- Bu kitapların her ikisi de O’ndan geldiğine göre, bunları birbirinden kopardığınız zaman, çok hakikatin cahili haline gelirsiniz.
1.4)- Bu iki kitap birbirinden koparıldığından dolayı İslam dünyası büyük kayıplara maruz kalmıştır.
1.5)- HAZRETİ KELÂM’I DİNLEYİP ANLAMA
1.6)- “KELÂM SIFATI, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdes’i tanıttırır..
1.7)- HAZRETİ KUDRET VE İRÂDE’NİN EMİRLERİNİ DE OKUYUP TEMÂŞÂ ETMEK
1.8)- KUDRET SIFATI dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle O’nu bildirir.”
1.9)- Biri (HAZRETİ KUDRET) “Tekvinî” şekilde, cansız gibi görülen hâdiseler; Kudret’in tasarrufu ile oluyor.
1.10)- Öbürü ise (HAZRETİ KELAM), bir sergide onları temâşâ eder gibi ediyorsunuz.
1.11)- (HAZRETİ KELÂM), onların mahiyet-i nefsü’l-emriyesini okuyor..
1.12)- (HAZRETİ KELÂM), bir yönüyle onların analizlerini sizin önünüze seriyor..
1.13)- Böylece birinde -belki- meselenin nazarî kısmı daha ziyade; diğerinde de meselenin amelî kısmı…
—
2)- [KELÂM SIFATI: HAZRETİ KELÂM’I DİNLEYİP ANLAMA]
2.1)- “Hazreti Kelâm” deyince daha ziyade Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyânı anlıyoruz.
2.2)-Hazreti Kelâm’ı dinleyip anlama
2.3)- Allah Kelamı, “Mukaddes bir beyan”.
2.4)- Evvelâ onu (Hazreti Kelâm’ı ) anlamak lazım.
2.5)- Allah Kelamı, dediği her şey doğrudur.
2.6)- Allah Kelamı, esasen ona inanmak lazım.
2.7)- Hazreti Bediüzzaman: “Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim.
2.8)- O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim.
2.9)- “KELÂM SIFATI, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdes’i tanıttırır [1]
2.10)- GAYR-I METLÛV VAHYİ, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’tan gelen değişik tecellî dalga boyunda beyanât-ı Sübhâniyeyi anlıyoruz.
2.11)- Ehlullâhın, esasen ehl-i keşfin kalblerine yağan Varidâtı anlıyoruz [2]
2.12)- Bunların hepsini (HAZRETİ KELÂM’dan olmaları açısından) aynı kategoride mütalaa edebiliriz.
2.13)- NAZARÎ olarak bunlara inanırız.
—
3)- [ KUDRET SIFATI: HAZRETİ KUDRET VE İRÂDE’NİN EMİRLERİNİ DE OKUYUP TEMÂŞÂ ETMEK ]
3.1)- ALLAH’A İMAN EDİYORSANIZ, ŞU KÂİNAT KİTÂB-I KEBÎRİ, CENÂB-I HAKK’IN BİR KİTABIDIR
3.2)- KUDRET SIFATI dahi mücessem kelimeleri hükmünde olan sanatlı eserleriyle O’nu bildirir.” [3]
3.3)- “TEKVİNÎ EMİRLER” Cenâb-ı Hakk’ın “İlim” sıfatının plan, program ve projesine göre “KUDRET” ve “İRADE”siyle ortaya konmuş ayrı bir kitap.
3.4)- Her şey O’na verildiği zaman, bir yönüyle gerçek manası ile bir dolunay gibi zuhur eder. TEMÂŞÂ eder ve “Yahu meğer bu, bu imiş!” dersiniz. [4]
3.5)-Kâinat kitâb-ı kebirine öyle bakmak lazım; Kâinatta “Hû” demeyen bir şey yok.[5]
3.6)- KÂİNAT KİTÂB-I KEBÎRİ İLE KENDİNİ (cc) ANLATIYOR.
3.7)- “HAZRETİ KUDRET” dediğimizde, Cenâb-ı Hakk’ın tekvinî emirler âlemindeki TASARRUFÂT-I SÜBHÂNİYESİNİ kastediyoruz
3.8)- KUDRET’İN TAALLUK ALANI… Esasen Kudret, taalluk alanı itibarıyla öbür âlemde tam tecellî edecek. [6]
3.9)- Kün fe-kân” meselesi tamamen Orada (öbür âlemde tam tecellî edecek)
3.10)- Burada “Kudret” biraz Hikmet eksenli cereyan ediyor [7]
3.11)- Burada Kudret’in taalluku AKIL ile izah edilebilecek gibi bir üslupla mesele ifade ediliyor.
3.12)- Esbâb, niye vaz’ edilmiş? “Umûr-i hasîse” ile Kudret’in mübâşereti doğrudan doğruya görülmesin diye [8]
3.13)- ALLAH’A İMAN EDİYORSANIZ, ŞU KÂİNAT KİTÂB-I KEBÎRİ, CENÂB-I HAKK’IN BİR KİTABIDIR; onun ile Kendini anlatıyor. Her şey, bir cümle, bir paragraf, belki bir sayfa, belki bir kitap; her şey, çok şey anlatıyor.[9]
—
4)- [NAZARİ TAKLİDÎ İMAN]
4.1)- Taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda eder.
4.2)- Taklidi iman ile kazanılanların kalıcı hâle gelmesi Tahkiki İman ile mümkün
4.3)- Meseleyi bu ufka taşımayınca, “taklit”te emekliyorsunuz demek
4.4)- Zât-ı Ulûhiyet nazarî ile tam bilinemez [10]
4.5)- “Nazarîyi bütün bütün kaldır, at ve her şeyi amelîye bağla ve ondan sonra değerleri ona bina et!” böyle dendiği zaman, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in veya Usûlüddin ulemâsının dediği şeyi görmezlikten geliyor demektir. [11]
4.6)- Tashih edilmesi gerekli olan şey: “Bilinmesi gerektiği ölçüde bilinemez!” demek [12]
4.7)- Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlayamazlar marifet ve muhabbeti
4.8)- Siz, o vadide dolaştığınız sürece (nazarî,) sürekli taklit vadilerinde dolaşırsınız.
4.9)- Yetiştiğiniz kültür ortamı size ne telkin etmiş ise, onu yaparsınız. Nazarî’nin size kazandırdığı şey, odur.
4.10)- Allah, Peygamber, haşr u neşir, Mizan, Terazi, Cennet, Cehennem…” Nazarî olarak bunlara inanırız.[13]
4.11)- Nazarî ile Allah İşte sizin yetiştiğiniz kültür zemininin size verdiği kadar bilinir.. onlar ile bir yere varılmaz.
4.12)- Nazarî ile câhil anne ve babanın verdiği kadar Allah bilinir.. onlar ile bir yere varılmaz
4.12)- Nazarî ile marifet adına bir şey vermeyen medresenin verdiği kadar Allah bilinir.. onlar ile bir yere varılmaz
4.13)- Nazarî ile skolastik düşüncenin cenderesi içinde özünü/ruhunu kaybetmiş medresenin verdiği kadar Allah bilinir.. onlar ile bir yere varılmaz
4.14)- Nazarî ile özünü/ruhunu kaybetmiş tekkenin verdiği kadar Allah bilinir.. onlar ile bir yere varılmaz
4.15)- Nazarî ile tamamen kirlenmiş, levsiyât bataklığı haline gelmiş çarşının verdiği kadar Allah bilinir..
4.16)- Nazarî ile bütün bunlardan uzaklaşmış, kendini felsefî akıntılara salmış, yok Natüralizm’dir, yok Materyalizm’dir, yok bilmem nedir düşüncelerine kendini salmış mektebin verdiği kadar Allah bilinir. onlar ile bir yere varılmaz [14]
—
5)-[ CENAB-I HAKKI BİLMENİN YOLU ]
5.1)- Cenâb-ı Hakk’ı bilmenin yolu: İnsan, O’nu tam ihata edemez. O’nu tam ihata edememe, ihata etme demektir; “Seni tam kavrayamadık!” demek
5.2)- Çokları bu mevzuda aczlerini, fakrlarını, zaaflarını, idrak yetersizliklerini ifade sadedinde, “Seni hakkıyla bilemedik, ey Maruf!..” demişler.
5.3)- “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) buyuruluyor.
“Ey basiretlerin idrak edemediği ve basiretleri idrak eden, bilen, ihata eden, kuşatan Allah! Sen, Latîf-i Habîr’sin.”
5.4)- Latîf; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, hissettirmeden nüfuz eden, O’nun lütufları da öyle
5.5)- Habîr’sin; “Her şeyden haberdar birisisin!” Başka kimse öyle olmadığından dolayı, “O, Sensin sadece; o, Sana mahsus bir şeydir.”
—
6)- [ HEDEF: AMELÎ VE TAHKİKÎ İMAN ]
6.1)-Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, [15]
6.2)-Amelî ve tahkikî iman hedeflenmeli
6.3)-Amelî ve Tahkikî İman ile İşi arka planı ile bilmek lazım.”
6.4)- Nasıl amelî kısmı? Bir, fiil ve davranışlarımız ile ortaya koyacağımız amelî kısmı
6.5)-Nasıl amelî kısmı? “tefekkür” ile, “tedebbür” ile, “tezekkür” ile, “teemmül” ile ortaya koyacağımız amelî kısmı
—
7)-[ İŞİN GERÇEĞİNE ULAŞILMASI= İMAN + AMEL]
7.1)- İşin gerçeğine ulaşılması, “amelî” ile oluyor. İman ile beraber amel gerekiyor.
7.2)- İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i rûhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah.
7.3)- Kur’ân-ı Kerim ısrarla bunun üzerinde duruyor
7.4)- Tamamen “iman” edenler..
7.5)- İmanlarını “Marifet” ile taçlandıranlar..
7.6)- Marifetlerini “MUHABBET” ile taçlandıranlar..
7.7)- Muhabbetlerini “aşk u iştiyâk-ı likâullah” ile taçlandıranlar…
7.8)- Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlayamazlar marifet ve muhabbeti [16]
7.9)- “ALLAH MUHABBETİ”; “Ne olur Allah’ım! İman-ı billah’tan sonra marifetullah!.. Bahtına düştüm, marifetullah’tan sonra muhabbet… [17]
—
8)-[ İMAN+ İMANI İZ’ÂN HALİNE GETİRMEK= MARİFET+MUHABBET= AŞK U İŞTİYÂK-I LİKÂULLAH ]
8.1)- AŞK U İŞTİYÂK-I LİKÂULLAH… Ne ile oluyor? İman; evvelâ, iman etmek. Sonra, imanı iz’ân haline getirmek.
8.2)- İZ’ÂN; aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyazî katiyetin üzerinde bir katiyet ile Allah’a inanmak[18]
8.3)- Senin inancında bu ölçüde bile şüphe olmamalı!.. İşte bu “iz’ân” sözü ile ifade edilmektedir.
8.4)- Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, öyle bir kat’iyet ile CENÂB-I HAKK’A İNANMA…
8.5)-Böyle inançtır ki (Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, öyle bir kat’iyet ile Cenâb-ı Hakk’a inanma), bağrında MARİFETİ geliştirir.
8.6)- MARİFETULLAH basamağına ayağını bastığın zaman, Muhabbetullahı düşlersin.
8.7)- CENÂB-I HAKK’I BİLME, BİLİYORSAN, SEVERSİN. Sevmiyorsan, bilmiyorsun demektir. Onun âşıkı değilsen, bilmiyorsun demektir. [19]
—
9)- [ İMANDAN SONRA SÂLİH AMELE YOLCULUK]
9.1)- İman var ise, amel-i sâlih olması lazım; zira amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur. [20]
9.2)- AMEL-İ SÂLİH, İMANI BESLEYECEK…
9.3)- Amel-i sâlih… Esasen “sâlih” demek, sağlam, katışıksız, dupduru, berrak, pırıl pırıl demektir. “Sütten çıkmış ak kaşık!”
9.4)- İçine gıll u gış karıştırmadan Sâlih amel yapmak
9.5)- Riyâ, süm’a, ucub ve fahir ile kirletmeden Sâlih amel yapmak
9.6)- “AMELİNİZDE RIZA-İ İLAHÎ OLMALI. [21]
9.7)- Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. [22]
9.8)- Öyle bir amel-i sâlih; asla içine bir şey karıştırmadan,
9.9)- Öyle bir amel-i sâlih içine kendini karıştırmadan, kendi zevklerini karıştırmadan, cismanî arzularını karıştırmadan,
9.10)- Öyle bir amel-i sâlih içine makam düşüncesini karıştırmadan, mansıp düşüncesini karıştırmadan,
9.11)- Öyle bir amel-i sâlih içine marifet düşüncesini -dünyevî marifet düşüncesini- karıştırmadan,
9.12)- Öyle bir amel-i sâlih içine maharet düşüncesini karıştırmadan,
9.13)- Öyle bir amel-i sâlih içine alkış düşüncesini karıştırmadan,
9.14)- Öyle bir amel-i sâlih içine Riya düşüncesini karıştırmadan, süm’a düşüncesini karıştırmadan…
9.15)- “TAABBÜDÎLİK” = Allah, Allah olduğu için Allah’a ibadet etmek.
—
10)- [ İMAN, AMEL-İ SÂLİH VE İHSAN ]
10.1)- O meseleyi arka planı ile biz bilemeyiz; fakat Cenâb-ı Hak emrettiği için o meseleyi yapma mecburiyetindeyiz.
10.2)- Ve yaparken de onu ihlas ve ihsan ruhuna bağlı olarak yapmalıyız.
10.3)- Cibrîl hadis-i şerifin: İman, amel-i sâlih ve ihsan…: İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” [23]
10.4)- Yeni bir amele, esasen sâlih amele ihtiyaç var. … Amel-i sâlih ile insan, işte orada Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla bilecek..
10.5)- “Nazarî ile bilinmez, amelî ile bilinir.” sözünü öyle anlamalı; o noktada kabul etmek lazım.
—
11)- [ İSLAM DÜNYASI, MAHRÛTÎ BAKIŞLI HAKİKAT ERLERİNİN KİTAP VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE CİDDİ BİR ADANMIŞLIK RUHUYLA YERİNE GETİRECEKLERİ İRŞAD VE REHABİLİTASYONA MUHTAÇ]
11.1)- “Skolastik düşünce bataklığına saplanmış medrese… Bunlar ile anlaşılmaz mesele…
11.2)- Bin sene evvel, hakikat-i İslamiye’nin üç esası boşanmış. Tekvinî emirler, pozitif ilimlere esas teşkil eden hususlar, kalbî ve ruhî hayata bakan meseleler ve aynı zamanda medresenin esas aldığı İslamî İlimler; bunlar, talak-ı selâse ile birbirinden boşanmış.. [24]
11.3)- Medrese fonksiyonunu kaybetmiş [25]
11.4)- Tekke ruhunu kaybetmiş [26]
11.5)- Dünyevî ilimler veya pozitif ilimler tamamen dinin dışında [27]
11.6)- Belli dönemlerde, kısmen canlandırılmağa çalışılmış, belki kalb masajı yapılmak suretiyle canlandırılması gibi bir şey; yoksa esasen kalb durmuş..[28]
11.7)- Mahrutî bir bakış ile bakmadığınız zaman, Zât-ı Ulûhiyete veremezsiniz.. Zât-ı Ulûhiyete vermediğiniz zaman da o kadar boşluk bırakırsınız ki [29]
11.8)- Bir şey yaparsınız bu mevzuda, fakat yaptığınız her şeyin altı boş olur. Altını doldurmanın yolu, Cenâb-ı Hakk’a nispet etmeye bağlıdır.
11.9)- İslam dünyası, isim-müsemma birliği içindeki tekke, mektep, medrese ve mabet gibi yerlerde, mahrûtî bakışlı hakikat erlerinin Kitap ve Sünnet çerçevesinde ciddi bir adanmışlık ruhuyla yerine getirecekleri irşad ve rehabilitasyona muhtaçtır. [30]
11.10)- Biz, bunu üçe ircâ ediyoruz; “DİNÎ İLİM” + “KUR’ÂN-I MU’CİZU’L-BEYÂN +“SÜNNET-İ SENİYYE” [31]
11.11)- Dinî ilimleri doğru anlamak
11.12)- Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyânı doğru okumak.
11.13)- Ondan sonra Sünnet-i seniyyeye doğru vâkıf olmak.
11.14)- Hatta Sünnet-i seniyye üzerinde dururken, nakd-i ricâlde bulunmak, nakd-i metinde bulunmak…O dinî ilimleri öyle bilmek…
11.15)- Gelin, bu ekânim-i selâseyi (üç temel unsuru, üçlü sacayağını) birleştirmek suretiyle, kendi çadırımızı veya kendi binamızı, kendi bünyânımızı inşâ etmeye çalışalım.
11.16)- Meselenin tamamiyeti buna bağlı… Allah’ın izni ve inayetiyle… bunun statiği Allah’tan; blokajı, Rasûlullah tarafından ikâme edilmiş; selef-i sâlihîn tarafından korunmuş, desenleri ona göre yapılmış. Eski güzelliğine ulaştırmaya çalışalım..
—
12)- [ DÜNYADA KALB VE RUHUN HAYAT DERECELERİNE YÜKSELEBİLENLER, ÖTEDE CUMA YAMAÇLARI RASATHANESİNDEN CEMÂLULLAH’I MÜŞAHEDE EDECEKLER ]
12.1)- Dünyada kalb ve ruhun hayat derecelerine yükselebilenler, ötede Cuma Yamaçları rasathanesinden Cemâlullah’ı müşahede edeceklerdir.
12.2)- Tasavvufa giden yol ve sûfîlik, esasen din-i mübîn-i İslam’ın emirlerini bilmekten, mezkûr iki kitabı beraber okumaktan ve kalb ve ruh ufkuna seyahatten geçiyor. [32]
12.3)- ilk basamak…“Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” diyor. Bu, Kalb ve ruhun derece-i hayatı…
12.4)- “SIR” IŞIK TAYFLARI ; O basamaklara çıkınca, bir yönüyle içinizde bir iştiha hâsıl olacak. Çünkü uzaktan uzağa, yeni yeni ışık parıltılarını/şualarını, yeni ışık tayflarını göreceksiniz; o da “Sır” ışık tayfları…
12.5)- “HAF” IŞIK TAYFLARI ; O ufka ulaştığınız zaman da “Hafâ” ışık tayflarını temâşa etmeye başlayacaksınız, “Sıfât”ların ufku olacak.
12.6)- AHFÂ BUUDU Bir de oraya ulaştığınız zaman, nâ-kâbil-i idrak, hakikat-ı Baht -ne ise şayet- bir yönüyle onun mest u mahmuru olarak “Acaba O’nu da görecek miyiz?!” diyeceksiniz. Ahfâ buudu deniyor, ism-i tafdîl sigası ile; yani, Hafî’nin ötesinde Hafî.
12.7)- NÂ-KÂBİL-İ İDRÂK… ‘İşte burası duracak nokta!’ deyin, durun.. O’nun görülmesi, orada olacak; tam müşahede edilmesi, Cuma Yamaçlarında; o, Cennet’e girmeye vâbeste. [33]
12.8)- Demek öyle bir ufka ulaşması lazım ki, bu, Cennet yamaçları olmalı.
12.9)- CUMA YAMAÇLARINDAN TEMÂŞÂ ; belli bir ufka işaret ediyor= zılliyet planında “Kâb-ı Kavseyn”, (“vücub ve imkân arası”, “fenâ âlemini bekâ âleminden ayırma noktası)
12.10)- Orada insanın kalbi tam açık bir mir’ât haline geliyor.
12.11)- Ve yine herkes, KALBİNİN İNKİŞAFINA GÖRE Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi müşahede ediyor; yani, kendine akseden şekliyle müşahede ediyor. [34]
12.12)- Kalbinin de inkişafı ölçüsünde öyle yüksek bir ihâtâya sahip oluyor ki, orada temâşâ ediyor
12.13)- Cenâb-ı Hakk’ı temâşa ettiklerinde bütün Cennet nimetlerini görmez oluyorlar. [35]
12.14)- Cenâb-ı Hak, o şeref ile şereflendirsin!.. orası öyle bir rasathane… Cuma Yamaçları öyle bir rasathane haline geliyor ki, nâ-kâbil-i idrak olan Cemâlullah’ı, oradan herkes -kabiliyetine göre- temâşa etme imkânına sahip oluyor.
***
DUAMIZ ODUR Kİ;
“Ey basiretlerin idrak edemediği ve basiretleri idrak eden, bilen, ihata eden, kuşatan Allah! Sen, Latîf-i Habîr’sin.”
“Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.”
“Seni hakkıyla bilemedik, ey Maruf!..”
“Ne olur Allah’ım! İman-ı billah’tan sonra marifetullah!.. Bahtına düştüm, marifetullah’tan sonra muhabbet… Oturup-kalkayım, bir yönüyle Leylâ’nın Mecnûn’u olayım; Şirin’in Ferhat’ı olayım; Azra’nın Vâmık’ı olayım; bilmem kimin kimi olayım!.. Daha doğrusu Allah’ın, Hazreti Muhammed’i olayım, (sallallâhu aleyhi ve sellem)!” Cenâb-ı Hak, öyle eylesin!..
O’nun görülmesi, orada olacak; tam müşahede edilmesi, Cuma Yamaçlarında; o, Cennet’e girmeye vâbeste. Cenâb-ı Hak, bizi o lütuf ile şereflendirsin!..
Cenâb-ı Hak, o şeref ile şereflendirsin!.. Cuma Yamaçları orası öyle bir rasathane ki nâ-kâbil-i idrak olan Cemâlullah’ı, oradan herkes -kabiliyetine göre- temâşa etme imkânına bizleri nasip eylesin.
“Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, kurtar ve koru!.. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, Efendimiz ve dayanağımız Hazreti Muhammed’in şefaati, feyzi, bereketi ve rehberliğiyle. O’na da salât ü selam eyle!..”
DİPNOTLAR
[1] Evet, bir kitap, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor. Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kudret, Kelam; bir de Maturidîler “Tekvîn” sıfatını bunlara ilave ediyorlar; o zaman sekiz oluyor. Kelâm ve Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor; Allah’ın beyân-ı Sübhânîsi… Anlayabilecek bir insan için aynı zamanda -benzetmek olmasın- tıpkı şifreler halinde geliyor.
Yanında oturanlar da duymuyorlar; sadece O’nun üzerindeki tesiri ile, O’nun kış gününde bile buram buram ter döküşü ile anlıyorlar. Âişe validemiz -Canım kurban olsun mübarek annemize!- öyle diyor: “Kış gününde bile buram buram ter döküyordu; tir tir titriyordu, zangır zangır titriyordu, o vahiy geldiği zaman.” Kelâm-ı İlahî, bu; bir yönüyle o, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından geliyor.
[2] Hazreti Pîr, onu “Hutûr etti!” falan tabiriyle ifade ediyor, başkaları doğrudan doğruya “ilham”dan bahsediyorlar; hatta bazıları, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi, açıktan açığa Cenâb-ı Hak ile mükâlemeden bahsediyorlar.
Tâbir-i diğerle, o “Kün fe-kân” meselesi tamamen orada; o tezgâh ve o sistem işleyince, her şey oluveriyor,hiçbir sebep yokken.
[3] Diğer “tekvinî emirler”e gelince, onlar da aynı Zât’tan geliyor; onlar da yine Cenâb-ı Hakk’ın “İlim” sıfatının plan, program ve projesine göre “Kudret” ve “İrade”siyle ortaya konmuş ayrı bir kitap. “Bir Kitâbullah-ı azâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası ‘Allah’ çıkar!” diyor Recâîzâde. Bir ağacı yokladığınız zaman, O’na ircâ etmeyince makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Bir karıncayı O’na nispet etmeyince, makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Aklınızla neler bulursanız bulunuz, o kadar çok boşluk bırakırsınız ki!.. Mesela, Anatomi ile alakalı; ciddî baktığınız zaman, o mevzuda sizin diyeceğiniz analizleriniz filan, hepsi boşa çıkar, Zât-ı Ulûhiyete verilmeyince.
[4] Yine Gazzâlî’de ve Hazreti Pîr-i Mugân’ın eserlerinde, ezcümle Münâcaat’ında okuduğumuz gibi, her şey O’na verildiği zaman, bir yönüyle gerçek manası ile bir dolunay gibi zuhur eder. Temâşâ eder ve “Yahu meğer bu, bu imiş!” dersiniz.
Burada bir şeyi söylemek, belki bencillik adına bir ifade olur; kusura bakmayın. Yarım yamalak, onda bir nispetinde bile, o mevzudaki düşünmeyi, tedebbürü, tezekkürü, tefekkürü İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan alacak, anlayacak kabiliyetim yok benim; ama Çağın Sözcüsü’nün dediği şeyden anlayabildiğim kadarıyla, bazen o mülahazalara kendimi saldığım zaman, yeşilliklere abanıp, “Sizler de benim Rabbimin kitabının sayfalarısınız; O’nun yazdığı şeylersiniz!” diyerek üzerlerinden öpesim geliyor. O otları öpesim geliyor. Karıncalara basmak şöyle dursun… Hani, çevreme bakmadan yürüdüğümü bilirsiniz, “Aman bir karıncaya basarım!” diye. Onun için benim yanımda kıyametler kopsa, bir yolda yürüyorsam, ben ayağımın önüne bakarım, “Aman, bir karıncaya, bir böceğe basarım!” diye. Çünkü Allah’ın sanatı, o da…
Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz isminin ona göre değişik tecellîleri vardır; o tecellîlere bir meclâ olması itibarıyla, çok yönleri açısından mecâlî olması itibarıyla, onu hafife almak, doğrudan doğruya o tecelliye karşı bir saygısızlık olur. Evet, Ekosistemciler, bu meselenin yanında emekler dururlar; anlayamazlar bunu.
[5] Binaenaleyh, bu da -bir yönüyle- Kudret’in kelimeleri oluyor. Kudret-i Kâhire’nin ve İrâde-i Bâhire’nin ilim programına, ilim planına göre, o da O’nun (celle celâluhu) öyle bir kitabı oluyor.
[6] Ama öbür tarafta, o Kudret-i Kâhire ve İrâde-i Bâhire, böyle şu esasa dayandırılacak, bu esbâb ile izah edilecek gibi değil, doğrudan doğruya oluyor taalluk ettiği zaman.
[7] Burada “Kudret” biraz Hikmet eksenli cereyan ediyor; yani, bir yönüyle aynı zamanda o işin içinde bir kısım maslahatlar, faydalar, hikmetler mülahazası da oluyor.
[8] Üstadın yaklaşımı ile, “İzzet ve azamet ister ki; esbâb, perdedâr-ı dest-i Kudret ola aklın nazarında; Tevhid ve Celal ister ki; esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Esbâb, niye vaz’ edilmiş? “Umûr-i hasîse” ile Kudret’in mübâşereti görülmesin diye, doğrudan doğruya. Öyle şeyler var ki, o türlü kötü fiillerde özne olarak Zât-ı Ulûhiyeti mülahazaya almak, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık olur.
[9] Hazreti Pîr’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, sivrisinekten, karıncadan alın da sistemlere kadar, mikro-âlemden normo-âleme, normo-âlemden makro-âleme kadar, her şey kendilerine mahsus lisanları ile O’nu anlatıyorlar.
[10] Antrparantez şu: Alman Filozofu Kant, “Saf Aklın Kritiği” kitabında, aklı ikiye ayırır; amelî ve nazarî. Bana vaizlik/müftülük imtihanında sorulan sorulardandı bu: Aklı ikiye ayırıyor: Amelî ve nazarî akıl. Nazarî ile Allah’ın bilinemeyeceğini söylüyor; ancak amelî ile bilinebileceğini söylüyor. Soru bu idi: Bu türlü ifadelerin eğri veya doğru yanlarını izah ile, Kant gibi bir filozofa nasıl cevap verirsiniz? Şimdi, bir yönüyle doğru esasen; nazarî ile Zât-ı Ulûhiyet, tam bilinemez; siz, o vadide dolaştığınız sürece, sürekli taklit vadilerinde dolaşırsınız. Yetiştiğiniz kültür ortamı size ne telkin etmiş ise, onu yaparsınız. Nazarî’nin size kazandırdığı şey, odur.
[11] Ama işte o kaydı koyuyoruz; yani onun dediğine bakılırsa, “Nazarîyi bütün bütün kaldır, at ve her şeyi amelîye bağla ve ondan sonra değerleri ona bina et!” filan diyelim. Böyle dediği zaman, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in veya Usûlüddin ulemâsının dediği şeyi görmezlikten geliyor demektir.
[12] Meseleyi bu ufka taşımayınca, “taklit”te emekliyorsunuz demektir. Dolayısıyla bu yönüyle Kant doğru söylüyor. Filozof doğru söylüyor, “Nazarî akıl ile bilinemez!” Ama tashih edilmesi gerekli olan şey: “Bilinmesi gerektiği ölçüde bilinemez!” demektir. Ve zaten çokları bu mevzuda aczlerini, fakrlarını, zaaflarını, idrak yetersizliklerini ifade sadedinde, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Seni hakkıyla bilemedik, ey Maruf!..” demişler.
[13] Şimdi zannediyorum, Kant’a bir yönüyle hak veriyorsunuz burada; nazarî ile Allah bilinmez. Ama ne kadar bilinir?
[14] Onun ile bir yere varılmaz, onlar ile bir yere varılmaz; yeni bir amele, esasen sâlih amele ihtiyaç vardır. Amel-i sâlih… Amel-i sâlih ile insan, işte orada Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla bilecek.
[15] Nice hafızlar var; Kur’ân-ı Kerim’in manasını bilenler de var; fakat “ihsan şuuru”ndan fersah fersah uzaklar, “ihlas şuuru”ndan fersah fersah uzaklar. Daha ötesinde, aklın, kalbin ve Rûh’un ufkuna ulaşma, Sırr’ın ufkuna ulaşma, Hafâ’nın ufkuna ulaşma, Ahfâ’nın ufkuna ulaşma, onlar için söz konusu değil; bir yerde emekleyip duruyorlar. Dolayısıyla buna “Bilindi!” denmez; fakat belli bir yaş, belli bir başa göre bu -bir yönüyle- kabul edilmiş. Onun için Usûlüddin ulemâsı da “Taklidî iman, makbuldür.” demişler. Bazıları da makbul saymamışlar; “İşi arka planı ile bilmek lazım.” demişler.
[16] Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlayamazlar marifet ve muhabbeti; onu Leylâ’nın Mecnun’una, Azra’nın Vâmık’ına, daha doğrusu Cenâb-ı Allah’ın (celle celâluhu), Hazreti Muhammed’ine (aleyhisselam) sormak lazım!..
[17] Hazreti Gazzâlî de İhyâ’da son okuduğumuz bölümlerde, onun üzerinde, “Allah muhabbeti” üzerinde duruyor. Mecâzî muhabbetler vadisinde yürüyor; “Şunu, şundan dolayı seversiniz; şunu, şundan dolayı… Cemâle meftûnsunuz, kâmete meftûnsunuz, edâya meftûnsunuz, endâma meftûnsunuz, söze meftûnsunuz, bakışa meftûnsunuz, bilmem neye meftûnsunuz… Bütün bunlar esasen insanı bağlayan ve sevgi vadilerine sevk eden şeylerdir.” diyor. Sonra, “Ama düşünün ki, bunların hepsi, o Güzeller Güzeli’nden gelen tecellinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nasıl O’nu sevmezsiniz?!. Nasıl O’na karşı aşk u iştiyak duymazsınız?!.” sualini tevcih ediyor.
Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlamaz bunu. Fakat insan ona tâlip olmalı: “Ne olur Allah’ım! İman-ı billah’tan sonra marifetullah!.. Bahtına düştüm, marifetullah’tan sonra muhabbet… Oturup-kalkayım, bir yönüyle Leylâ’nın Mecnûn’u olayım; Şirin’in Ferhat’ı olayım; Azra’nın Vâmık’ı olayım; bilmem kimin kimi olayım!.. Daha doğrusu Allah’ın, Hazreti Muhammed’i olayım, (sallallâhu aleyhi ve sellem)!” Cenâb-ı Hak, öyle eylesin!..
[18] Aşk u iştiyâk-ı likâullah… Ne ile oluyor? İman; evvelâ, iman etmek. Sonra, imanı iz’ân haline getirmek. İz’ân sözcüğü ile ifade edilen mana, sözlüklere bakılacak olursa, aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyazî katiyetin üzerinde bir katiyet ile Allah’a inanmaktır. İki kere iki dört eder; bunda kimsenin şüphesi yok. Ama benim şüphem var; çünkü kemmiyette adetler birbirine müsâvî değildir; bazen biri diğerinden onda bir farklı olabilir; o zaman yan yana getirdiğinizde tam dört yapmaz iki tane iki, bazen üç buçuk yapabilir, bazen de fazla gelir dört buçuk yapabilir. Bunda bile şüphe vardır. İki kere ikinin dört etmesinde şüphe olabilir; fakat senin inancında bu ölçüde bile şüphe olmamalı!.. İşte bu “iz’ân” sözü ile ifade edilmektedir.
[19] Dolayısıyla ona, o basamağa ayağını bastığın zaman, hemen marifetullaha sıçrarsın. Marifetullah basamağına ayağını bastığın zaman, muhabbetullahı düşlersin. Çünkü biliyorsun artık; biliyorsan, seversin. Sevmiyorsan, bilmiyorsun demektir. Onun âşıkı değilsen, bilmiyorsun demektir.
Ha burada antrparantez: Bu, “Kurtulamayacaksın, tepetaklak Cehennem’e gideceksin!” demek değildir. Usûlüddin ulemâsı, mukallidin imanını da kabul etmişler. Onlara da arkadan dahi olsa “Yahu siz de girin; haydi yaramazlar, siz de girin!” denecektir. Öyle olacak; “Sırât’ı öyle geçin, Mizan’dan öyle geçin!..”
[20] Evet, amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur; susuz, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş, karbondioksiti olmayan bir zemindeki ağaç gibi, kurumaya mahkûmdur. Amel-i sâlih, İmanı besleyecek…
[21] İman… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ Sonra sâlih amel yapmak, içine gıll u gış karıştırmadan; onu riyâ, süm’a, ucub ve fahir ile kirletmeden. “Amelinizde rıza-i İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok.
[22] O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” İhlas Risalesinde geçen zebercet beyanlardan bir beyan…
[23] Cibrîl hadis-i şerifinde deniyor mu denmiyor mu? İman, amel-i sâlih ve ihsan… “İhsan” derken de onu tarif buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu: اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.”
[24] Sonra başka kapıların tokmağına dokunulmuş. Gitmişler bazen Kant’a sığınmışlar, bazen Dekart’a sığınmışlar, bazen Pascal’a sığınmışlar, bazen başkasına sığınmışlar. Bazen de tâ gitmiş Aristo’ya sığınmışlar; sonra Meşşâîliğine karşı bir de “İşrâkiye yapalım bunu!” demişler. Eflatun’a sığınmışlar, Sokrat’a sığınmışlar; sığınmışlar… Böylece mektep, bir şeyi öldürmüş; tekke ve zaviye bir şeyi öldürmüş; medrese de bir şeyi öldürmüş. Ben buna “talâk-ı selâse ile boşanma” diyorum.
Burası da espri: Bunca zevc-i âherden sonra, zannediyorum, yeniden eski kocalarına dönme zaman ve imkânı gelmiştir; ekânim-i selâsenin, bu üç uknûmun, üç unsurun bir araya gelme zamanı gelmiştir. “Dokuz asırdan beri çalmadığımız kapı, dokunmadığımız tokmak kalmamış; elli defa zevc-i âher yapmışız. Yahu Allah aşkına, yeter artık, bırakalım zevc-i âher yapmayı!..” demenin zamanı gelmiştir.
[25] Medreseye ait fonksiyon, buydu; fakat medresenin fonksiyonu sadece bu değildi. Beşinci asra kadar, o medreselerde yetişen insanlar çift kanatlı yetişiyorlardı. Bir Harizmî’yi düşünün; uzun zaman Endülüs’te onun sistemleri kullanılıyor. Bir İbn Sinâ’yı düşünün; Gazzâlî, bir yönüyle onu tenkit ediyor; zannediyorum o Nur ayeti münasebetiyle: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ Elli beş (bazı rivayetlerde 57-58) yaşında vefat ediyor. O dönemde ortaya koyduğu şeylere bakınca, günümüzün tababetinin çok önünde şeyler ileriye sürüyor, insanın aklı durur. Medrese’de yetişmiş; dinî ilimleri öğrenmenin yanında, aynı zamanda Tıpta da zirve yapmış bir insan, müşârun bi’l-benân (parmak ile gösterilir) olmuş bir insan. İmam Gazzâlî’nin bahsettiği şeylere bakıyorsunuz… Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan. Kaç asır evvel!.. Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan; bakıyorsunuz Tıptan bahsettiği şeylere, Felsefeden bahsettiği şeylere, zannediyorsunuz her şeyi adam tetkik etmiş, gözden geçirmiş. İşte, bütün bunlardan uzaklaşan bir medrese esasen skolastik bataklığa balıklamasına gitmiş, aborda olmuş.
[26] “Tekke” ruhunu kaybetmiş. Bir taraftan İslamî ilimlerden uzaklaşmış; diğer yandan, atadan evlada miras bırakılacak şekilde “hilafet”ler icat edilmiş, “Ben ölüyorum, oğlumu halife tayin ediyorum; bundan sonra gelirsiniz, onun ile… Nakşî iseniz, sadece Hatm-i Hâcegân yaparsınız.. Kadirî iseniz ve başka tariklerden, mesela Şâzilî iseniz, halka-i zikirler yaparsınız. Cehren: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ Çocukluğumda her ikisine de şahit oldum bunların; hem Kâdirîliğe, hem de Nakşîliğe. Hatta konsantrasyon adına, belki “görülüyor olma” mülahazasını o şekilde ifade etme adına, Alvar İmamı merhum -Kutup gibi bir insandı.- ışıkları söndürürdü. Karanlıkta konsantrasyonu sağlamak için, O’nun (celle celâluhu) tarafından görülüyor olmayı o şekilde temin etmek için… “Elem neşrah leke-i şerîf!” derdi. Bir de sesi, o mevzudaki ciddiyetini ifade ederdi. “Fâtiha-i şerife” derdi, böyle. “Salavât-ı şerife!” derdi. Millet de o süre zarfında bir sürü salât ü selam okurdu, bir sürü Fâtiha-i şerîfeyi tilavet ederdi, bir sürü “Elem Neşrah leke” tilavet ederdi. Kâdirîliği de vardı; dolayısıyla bazen de el ele tutarlardı, yine ışıklar söndürülürdü, o serzâkir olarak ortada dönerdi, ritim katardı onlara, bir senfoniyi idare ediyor gibi. O ritim, insana ayrı bir lezzet verirdi. Belli bir dönemde… Ama bu, bizim ölüm dönemimizdi, musallaya doğru gittiğimiz dönemdi. Tevârüs edilmiş bir şey yaşatılıyordu; atalarımız onu yaşamışlardı, tevârüs edilen bir şey kırıntıları ile yaşanıyordu. Kıtmîr, kırıntıları ile yaşananları gördü; o bile bayıltıcı idi. Evet, antrparantez; o bile bayıltıcı idi.
[27] Ne tekke ile, zâviye ile, dervişlik ile, kalbî-ruhî hayat ile, Sır hayatıyla, Hafî hayatıyla, Ahfâ hayatıyla alakaları var; ne İslamî ilimler ile alakaları var; ne de Allah’a iman ile alakaları var. Ekânim-i selâse, birbirinden koparılmış. Kaç asırdan beri? Beşinci asırdan bu yana…
[28] Beyin ölümü olmadığından dolayı, demişler “Hele bir zorlayalım bunu, belki canlandırırız!” Azıcık canlandırmışlar. İşte Ali Kuşçu’yu, Fatih (Cennet-mekân) Asya’dan çağırtmış, getirtmiş; “Ne öğrenebiliriz ondan? Daha başkalarından ne öğrenebiliriz?” demiş. Fakat asıl meselenin gurubu, beşinci asır ile başlamış; neredeyse bin sene evvel. Tevakkuf…
[29] Ve diğerlerinin felsefî mülahazaya göre yorumları… “Kâinatın mahiyeti şundan ibarettir.. insan anatomisi şundan ibarettir.. gözün fonksiyonları, kulağın fonksiyonları, ağzın fonksiyonları, dilin fonksiyonları, tat alma duygusunun fonksiyonları, kalbin aktiviteleri, kolonların aktiviteleri, diğer his ve organların aktiviteleri… Bütün bunlara mahrutî bir bakış ile bakmadığınız zaman, Zât-ı Ulûhiyete veremezsiniz bunları.
[30] Kudret ve İrâde’den gelen o varlık da Kudret-i Kâhire’nin bir eseri olması itibarıyla, aynı zamanda o Kelâm sıfatının farklı bir şekilde tecellîsidir. Bu iki kitap birbirinden koparıldığından dolayı İslam dünyası büyük kayıplara maruz kalmıştır.
[31] Bir: “Dinî ilimler” diyoruz. Dinî ilimleri doğru anlamak için Sarf, Nahiv, Meân, Beyân, Bedî ve aynı zamanda belki Usûl diyebileceğimiz şeyler… Ondan sonra Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyânı doğru okumak. Ondan sonra Sünnet-i seniyyeye doğru vâkıf olmak. Hatta Sünnet-i seniyye üzerinde dururken, nakd-i ricâlde bulunmak, nakd-i metinde bulunmak; erbâbı bilir bunların ne demek olduğunu
[32] Hazreti Bediüzzaman onu ifade ederken de “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyor. Yani, insanın bir hayvanî ruhu var, normal; biz uyurken de o yine otağını kurmuş, ayrılmıyor, duruyor. Esasen bizim insanî ruhumuz, Berzah iklimlerinde dolaşıyor gibi dolaşıyor ve rüyalar âlemine de işte o insanî ruh gidiyor.
[33] Nâ-kâbil-i idrâk… Bu tabiri Şemseddin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ’sında kullanıyor; Goethe’den naklen kullanıyor: “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idraktir.” Yani; Zât-ı Bârî’yi idrak etmek, mümkün değildir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek beyanı da o meselenin üzerinde duruyor: “Tekvinî emirleri didik didik edin, hallaç gibi savurun onları; fakat Zât-ı Ulûhiyet mülahazasına gelince, ‘İşte burası duracak nokta!’ deyin, durun; çünkü insan idraki, O’nu ihata edecek güçte değildir.” Ama O (celle celaluhu), eserleri ile, ortaya koyduğu şey ile, beyân-ı Sübhânîsi ile, peygamber mucizesi ile, veli kerameti ile, sizi insan yaratması ile, Kendini öyle ifade ediyor ki, artık bu beyanın üstünde beyan olamaz. Dolayısıyla saygılı olun O’na karşı. “Bir de Seni görelim!” falan demeye kalkmayın!.. O’nun görülmesi, orada olacak; tam müşahede edilmesi, Cuma Yamaçlarında; o, Cennet’e girmeye vâbeste. Cenâb-ı Hak, bizi o lütuf ile şereflendirsin!..
[34] Burada yine antrparantez bir şeye geçeceğim: Cuma yamaçlarında Cenâb-ı Hakk’ın temâşâsı sözü ile, Zât-ı Ulûhiyetin müşâhede edileceğini ifade ediyoruz. Dünyada Cenâb-ı Hakk’ı, insanın görmesi, ihata etmesi, mümkün değil. Demek öyle bir ufka ulaşması lazım ki, bu, Cennet yamaçları olmalı. Orada insanın kalbi tam açık bir mir’ât haline geliyor. Ve yine herkes, kalbinin inkişafına göre, Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi müşahede ediyor; yani, kendine akseden şekliyle müşahede ediyor. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müteşâbih beyanları ile buyuruyor ki: “Milyarlarca insan temâşâ edecek O’nu, fakat izdiham (birinin görmesi, birinin görmesine mâni) olmayacak; dolunay gibi, ufukta dolunay gibi.” O, meselenin görünür/görülür olmasına mâni olmamasını ifade etme sadedinde müteşâbih bir beyan… Yoksa hâşâ Cenâb-ı Hak, dolunay değil, güneş de değil, bin tane güneş de değil, bir trilyon güneş de değil; onlar, sadece O’nun nurunun gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi; olsa olsa öyle olur..
[35] Ve orada ehl-i tahkikin ifadesine göre, Cenâb-ı Hakk’ı temâşa ettiklerinde bütün Cennet nimetlerini görmez oluyorlar. Hani Cennet nimetlerini Kur’ân-ı Kerim çok yerde ifade ediyor; öbürü üzerinde çok durulmuyor. Çünkü öbürü, “nâ-kâbil-i idrak” bir şey. Hurîlerden, gılmanlardan, köşklerden, villalardan bahsediliyor orada.. ırmaklardan bahsediliyor, ırmakların çeşitlerinden bahsediliyor.. karşılıklı koltuklara oturup dünyevî olan şeyleri muhavere etmekten bahsediliyor… Bir insanın hoşuna gidebilecek, bir insanı bayıltabilecek şeylerden bahsediliyor ki, bunlar, lezzet ihataları itibarıyla dünyanın binlerce sene hayatına mukabil gelecek şeyler. Fakat Zât-ı Ulûhiyeti müşâhede ettikleri zaman, bir Cuma’da… -Onun için o meseleye de terminolojide “Cuma Yamaçları” deme lüzumunu duyuyoruz.- Cuma Yamaçları”nda, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ Cennet nimetlerini unuturlar, O’nu gördükleri zaman. Rü’yet-i İlahî’yi inkâr eden Mutezile’ye de bir “Yuf!” çekiliyor: فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Hüsran size, haybet size, kaybetme size!” deniyor, Bed’ü’l-Emâlî’de, nazmen.