KAMİL NİYET (NİYET-İ TAMME)

BAMTELİ MÜZAKERESİ:

Kaynak:

1- Bamteli: NİYET, HİCRET VE SEMERELERİ  10 Şubat 2019

2- Kamil Niyetin Özellikleri (1)_ 02 Temmuz 2012

3- Kamil Niyetin Özellikleri (2)_ 09 Temmuz 2012

GİRİŞ

Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

“Bugün de siz, kendi çizginize göre bir şey yaptığınız zaman, size hakk-ı hayat tanımıyorlar. Dolayısıyla böyle bir yerden, neye ve nasıl inanıyorsanız, inandığınız şeyleri kendi çerçevesi içinde, kendi dairesi içinde yaşamanız adına, hicret etme var, Allah rızası için. Bu, işte o “niyet hadisi”ndeki manaya irca edilebilir: 

Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.

“Bu mevzuda niyet ettiniz siz, çıktınız ama önünüzü kestiler!.. Fakat siz, sonuçta hedeflediğiniz şey ne ise şayet, onun sevabını alırsınız.”

“Tertemiz duygular ve halis bir niyet ile hicrete koyulan mefkûre muhacirlerinin bazıları Meriç’te ahirete yürüdüler; belki cesetleri bile bulunamadı ama zannediyorum onlar ruhlarının ufkuna ulaştıkları yerde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm tarafından karşılanmışlardır.”

“Şimdi bazıları böyle niyet ediyor fakat o niyetini realize etmeden, önü kesiliyor, zincire vuruluyor, prangaya vuruluyor ve gidemiyor dolayısıyla. Ama hedeflediği şey nedir?Rasûlullah ile beraber olmak… Biliyor ki, Rasûlullah ile beraber olmak, bir yönüyle maiyyet-i İlâhiyeye mazhariyet demektir.”

“Şimdi bu insanlar, niyetlerini öyle ulvî tuttuklarından dolayı, o niyetin mükâfatını görüyorlar ama realize edememişler, çıktıkları yolu tamamlayamamış, hicreti realize edememişler.”

“Şimdi gidilen her yerde böyle bir vicdan enginliği ile karşılaşılıyorsa şayet, bu, Cenâb-ı Hakk’ın hâlis niyete bir lütfu, bir ihsanı, bir teveccühü demektir.

KAMİL NİYETİN (NİYET-İ TAMME) ÖZELLİKLERİ

1). Niyeti “kalbin kastı” olarak tarif etmişler.

2).Kalbin kastından beklenen kâmil niyet ise, insanın bütün amellerinde, Maksudu bi’z-Zat ve Ma’budu bi’l-İstihkak olan Cenab-ı Hakk’a yönelmesi, O’na teveccüh etmesi ve O’nun muradını araştırması demektir.

3). Niyet, insanın ebedî saadeti adına çok önemlidir. Ancak necat vesilesi olan niyet, amele sevk eden niyettir.

4). Kâmil niyet, ameli ikmal eden bir unsurdur ve bu haliyle o, sınırlı dünya hayatında sınırsızlığa kapılar açan esrarlı bir anahtar gibidir.[1]

5).Niyet Hadisi (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1,) Bu hadis-i şerif, her bir amelin niyete göre değerlendirileceğini beyan etmek suretiyle, farklı mülahaza ve beklentilerle eda edilen amellerin, Allah katında bir değerinin olmadığını ifade etmektedir.

6).Bu hadis-i şerife göre Kimin hicreti, Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne olmuş demektir.

7).  Bu hadis-i şerife göre; şayet bir insan, âlemi aldatmak ve Müslüman görünmek için abdest alıp namaz kılıyorsa, ahirette bu amellerin hiçbir karşılığını göremez. (Münafığın tavrı; Onun kalbi Allah’a değil, insanların teveccühüne yönelmiştir)

8). Kişinin niyeti, marifet ufkuyla doğru orantılıdır.

9). Niyetin Dereceleri: Yani bir insan Allah’a ne kadar inanmış, marifetullahta ne kadar derinleşmiş ve ihsan mülahazası gönlünde ne ölçüde inkişaf etmişse niyeti de ona göre farklılaşacaktır.

9.1)- Allah’a ne kadar inanmış

9.2)- Marifetullahta ne kadar derinleşmiş

9.3)- İhsan mülahazası gönlünde ne ölçüde inkişaf etmişse

10). Marifet ufukları engin olan insanların, ibadetin ilk başlangıcı diyebileceğimiz niyet mevzuunda çıtayı yüksek tutmaları gerekir. [2]

11). Kalbin Kastı: Niyetteki kasd’ül-kalb meselesi, bir şeyi sadece akıl ve kalbden geçirme demek değildir. Bilakis o, insanın niyet ettiği hususta azimli ve kararlı olması ve niyetini hemen amele dönüştürme cehdi içinde bulunması demektir.

12). Allah’a teveccüh, niyetin nazarî yanını oluştururken, onun pratiğe dökülmesi amelî buudunu teşkil eder.

13). Niyet edilen meselenin realize edilmesi ve onun pratiğe taşınmasında kararlı olmak gerekir.

14). Niyetin Realize edilmesi: Niyet, din içinde mütalaa edilmesi gereken bir mesele olmasına karşılık, onun realize edilmesi diyanete müteallik bir meseledir.

15).Niyetteki Ciddiyet: Niyet edilen meselenin nazarî ve amelî yanının birlikte ele alınmasıyla anlaşılır.

16). Niyeti pratiğe dönüştürme: İnsanın bir şeye sadece niyet etmekle kalmayarak, niyet ettiği ameli gerçekleştirme azim ve gayreti içinde bulunması gerekir.[3]

17). Niyet pratikle değer kazandığından, ondaki asıl maksat, amelî buudu itibarıyla ortaya çıkmaktadır. Hazreti Pir’in şu ifadesinden de anlaşılabilir: “Tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder.” [4]

18). Niyet ile yapıp yapmama arasındaki fark: Niyetin amelden daha hayırlı olduğunu beyan ederken, başka bir hadislerinde de, menfi bir işe niyet edip onu yapmaktan vazgeçen kişiyle, bir iyiliğe niyet edip de onu yapma fırsatı bulamayan kimsenin de sevap kazanacağını ifade buyurmuştur.[5]

Örneğin; Siz, Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanına açılarak, nam-ı celil-i İlâhî’yi bayraklaştırma, ruh-i revan-ı Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını sağlama, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri bütün dünyaya duyurma karar ve azmi içinde bulunur ve bu konuda samimi davranırsınız. Hatta böyle bir şey aklınıza geldiği an gözleriniz dolar ve yüreğiniz çatlayacak hale gelir. Aynı zamanda bu mefkûrenizi gerçekleştirme adına elinize geçen bütün fırsatları değerlendirirsiniz.

Fakat şartlar müsait olmadığından, baştaki niyetinizi gerçekleştiremezsiniz.

İşte böyle bir durumdaki mü’min için Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), onun niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu ve bu niyeti sayesinde o kişinin bu ameli yapmış gibi sevaba nail olacağını ifade buyurmaktadır.

19). Kamil Niyete Cenab-ı Hakkın (c.c)  Cevabı: Siz niyet ve tavırlarınızla âdeta diyorsunuz ki, “Ya Rabbi! Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Âciz bir kul olarak benim elimden gelen budur.

İşte sizin bu engin niyetinize mukabil Allah da (celle celaluhu) sizin için âdeta şöyle diyecektir: “Benim bu kulum altmış sene yaşadı ve ömrünü Bana itaat yolunda geçirdi. Eğer o, bin sene, bir milyon sene yaşasaydı yine hayatını aynı istikamette sürdürecekti. Ben de onu bu kadar süre bana ibadet etmiş gibi kabul ediyorum.

Yani Cenab-ı Hak, insanın niyetini ameli yerine koyacak ve onun niyetini amelinden daha hayırlı sayacaktır. [6]

20). Başlangıçtaki Halis Niyetin Muhafazası: İnsan, tevbe ve inabe ile hata ve günahlarını silebilir. Fakat günahlar silinmiş olsa da, insanın amel defterinde bazı boşluklar meydana gelir. Bu boşlukları dolduracak olan sırlı sermaye ise insanın halis niyetleri, önemli teveccühleri ve pratiğe geçmeye müheyya gibi görünen azim ve cehtleridir.[7]

21).Kişi başta niyetinde samimi ve halis olabilir. Fakat o niyet, amele dökülürken, bazen işin içine riya, ucb ve kibir karışabilir. Niyet için ise bu mevzuda amelde olduğu ölçüde bir risk söz konusu değildir. Çünkü niyette, kalbin kastı vardır.[8]

22). İçteki duygu ve düşünceler, kendisini delecek, kıracak ve parçalayacak olumsuz mülahazalardan uzak oldukları için, Allah onları yerine getirilmiş birer amel gibi kabul buyuracak, amelle doldurulamayan boşlukları onlarla dolduracak ve onlar karşılığında kişiye ebedî saadeti ihsan edecektir.

23). Niyeti Ortaya Koymaktan Dur Olmama: Eğer niyet, niyet edilen meseleyi realize etme istikametinde Cenab-ı Hakk’ın meşiet ve teveccühüne sunulan bir çağrı ve davet ise, insan hiçbir zaman onu ortaya koymaktan dûr olmamalıdır.

Evet, insanın, yapılacak işlerin çokluğu karşısında, ümitsizlik içinde veya miskin miskin bir kenara çekilip oturması yerine, niyet ederek bir yerden başlaması ve yapabileceği kadarını yapması, Allah Teâlâ’nın nâmütenâhî kudret ve meşietiyle tecelli buyurup insanın gerçekleşmesini arzu ettiği işleri gerçekleştirmesi istikametinde çok önemli bir çağrı ve davettir.

24).Niyet her zaman Âli tutulmalı:  İnsan, hiç olmazsa niyetinde büyüklük yolunda olmalı ve çıtayı hep yüksek tutmalıdır. Bu itibarla niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı ve asla unutulmamalıdır ki, kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millet, hatta daha ötesinde kimin himmeti bütün insanlık ise o kocaman bir insanlıktır.

25). Niyet ve Vakt-i Merhunu Bekleme: İnsanın şart-ı adî planında malik olduğu bu kadar küçük bir işi ihmal etmesi doğru değildir. Bunun yanında arzu edilen şeylerin hepsinin birden realize edilememesi karşısında da, inkisara düşmemeli, âdet-i ilahinin cereyanına saygılı olmalı ve yapılması gerekenler yapıldıktan sonra yapılamayanlar için de vakt-i merhunu beklemelidir.[9]

Görüldüğü gibi, maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı engellerden dolayı istediklerini yapamayan, arzu ettiği işi tam olarak gerçekleştiremeyen kişinin hali Kur’an ve Sünnet nazarında mazur görülmüş ve böyle bir kimse niyet ettiklerini ifa etmiş gibi kabul edilmiştir.

Günümüzde de, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar.

Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâde bulunmaktadırlar.

İşte bu kişiler Allah’ın izniyle her gün mücahede ediyor gibi sevap kazanırlar.

Onların niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar.

***

[1] Mesela bir insan, Cenab-ı Hakk’ın mü’minleri mükellef tuttuğu namaz, oruç gibi ibadetleri eda etmeye çalışıyor ve O’nun izni ve inayetiyle bu ibadetleri elinden geldiğince yerine getiriyorsa, onun yaptığı bütün bu ibadetleri ona, yirmiye, hatta yüze katlasanız Cenab-ı Hakk’ın Cennet’te lütfedeceği nimetlerin öşrüne bile tekabül etmeyecektir.

Çünkü Cennet, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan aklının tahayyül edemeyeceği nimetlerle donatılmış bir mekândır. Hazreti Pir de, dünya hayatının binlerce senesinin Cennet’in bir saatine mukabil gelmeyeceğini ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılan Cennet nimetleri de, üzerinde az buçuk düşünebilmesi ve bize bir fikir vermesi açısından bir vahid-i kıyasî ve mikyas nevindendir. Yoksa oradaki nimetler tasavvur ve tahayyülleri çok aşkındır. İşte sizin yaptığınız ibadet ü taatinizle böyle bir Cennet’i peylemeniz, ona istihkak kesbetmeniz mümkün değildir

[2] Hanefi fıkhında, namaza başlarken niyetin ağızla söylenmesi müstehab görülmüştür. Fakat fakih olarak meşhur olmasa da, mânâ erlerinin abidevî şahsiyetlerinden biri olan İmam Rabbanî Hazretleri, ağızla niyeti mahzurlu görmüştür. Zira ona göre niyet kalbin kastı olduğundan, insanın bütün masivayı gönlünden silip, maksut olarak sadece ve sadece O’na yönelmesi ve O’nu düşünmesi gerekir. Niyetin ağızla telaffuz edilmesi ise insanın zihnini meşgul edebilir. Dolayısıyla onun böyle bir ikilemden sıyrılarak tam olarak Allah’a teveccüh etmesi zor olur. İşte hazretin namaza niyet mevzuunda böyle derin ve engin bir mülahazası vardır.

Şahsen, namaza dururken dille niyette bulunsam bile, onun bu görüşünü tercih ederim. Çünkü niyeti ağızla söyleme, bazen insanı aldatabilir. İnsan bu durumda dille niyeti yeterli bulup hem zahir hem de batın letaifiyle birlikte Cenâb-ı Hakk’a yönelemediğinden dolayı, tam bir kalbî konsantrasyonu yakalayamayabilir.

Kalbinin ses ve solukları, ağzından çıkan kelimelere eşlik etmemiş olabilir. Hâlbuki sadece ağızdan çıkan sözler, niyet için muteber değildir. Onlar, ancak kalbin ses ve soluğu olurlarsa, bir değer ifade ederler.

Ne var ki, herkesi böyle bir seviyeye mecbur tutmak, insanların hepsinin aynı kalb ve ruh ufkunda olmasını isteme mânâsına gelir ki, bu da objektif bir talep olmasa gerek.

Bu açıdan halis bir niyetle Allah’a teveccüh eden bir insanın namazının da, zekâtının da, orucunun da, haccının da kabul olacağına inanmak en doğrusudur. Aynı zamanda böyle bir yaklaşım hem Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin kuluna teveccüh edeceğini hesaba katmanın, hem dinin ruhundaki kolaylık prensibinin, hem de insanlar hakkında hüsnüzanda bulunmanın bir ifadesidir. Unutulmamalıdır ki, hüsnüzan da ibadet şubelerinden bir şubedir

[3] İfade etmeye çalıştığımız bu husus, sadece namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerde değil, hasenat kategorisine giren bütün amellerde geçerlidir.

[4] Tevazu kanatlarını yere kadar indirme, ahlâk-ı âliye-i İslâmiye’den kabul edilen önemli bir özelliktir. Fakat “Ben, biraz mütevazi görüneyim.” düşüncesi, onu değersizleştirir. Çünkü bu durumda, o kişinin takdir edilme, alkışlanma, parmakla gösterilen bir insan olma gibi arzu ve heveslerin peşinde koştuğu ve niyetinin de tevazudan başka bir maksada yöneldiği anlaşılmış olur. Tekebbüre niyet de onu izale eder. Mesela mütekebbir bir adamın karşısında izhar edilen tekebbür, tekebbür değildir. Çünkü o kişinin buradaki maksadı farklıdır.

[5] Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Buna göre kötü bir fiil irtikâp etmeye niyet eden ve onu yapma azim ve kararlılığı içinde bulunan bir kimse, Allah için onu gerçekleştirmekten vazgeçerse kendisi için bir hasene yazılır. Ve yine bir iyilik yapmaya niyet ettiği halde, onu yapma imkânı bulamayan kimse için de bu niyetine binaen sevap yazılır.

[6] Fakat diyelim ki siz dünyada ömrünüz vefa ettiği sürece Allah’ın emirlerini yerine getirip nehiylerinden içtinap etmeye çalışıyor; namaz kılıyor, oruç tutuyor, doğru söylüyor, istikamet içinde bulunuyor, zekât veriyor, hacca gidiyor ve din-i mübin-i İslam’ın i’lası istikametinde elinizden gelen gayreti ortaya koyuyorsunuz. Cennet’in kıymeti açısından bakıldığında, bütün bunlar Cennet’i kazanma yolunda çok küçük amellerdir.

[7] Evet, öyle ümit ediyoruz ki, Allah (celle celaluhu) bütün bunları bir amel gibi kabul buyurup defterin boş kalan hanelerini bunlarla dolduracak, böylece kulunu ötede utandırıp mahcup etmeyecektir. Bu açıdan büyükler niyete çok önem vermişlerdir.

[8] Buna da kimsenin muttali olması mümkün değildir. Mesela bir insan, “Cenab-ı Hakk’ın bin kere canımı almasına razıyım, yeter ki, şu beldelerde nam-ı celil-i Muhammedî dalgalansın.” diyebilir. Fakat onun en yakın arkadaşları bile kalbdeki bu hissiyat ve heyecanı tam olarak bilemezler. Evet, O’nsuz dünyanın her yerini karanlık görme, her yerin O’nunla aydınlanacağına inanma, âdeta sinesine bir hançer saplanmış gibi bunun ızdırabıyla kıvranıp durma, “Sana karşı vefalı davranamadım Ya Resûlallah!” deyip inleme ve sürekli bunun derdiyle dertlenme… İşte kalbdeki ihlas mahfazasıyla örtülü bu niyet ve mülahazaların içine riya, süm’a, ucb, fahir ve kibir giremeyeceğinden dolayı, Allah katında bunların değeri çok büyüktür.

[9] Tasarladığı işleri, aşamayacağı meşru bir kısım mazeretlerden dolayı gerçekleştiremeyenlere gelince onlar niyetlerinin enginliğine göre muamele göreceklerdir. Mesela Kur’ân-ı Kerim, imkân bulamadıklarından dolayı Tebük Seferi için infakta bulunamayan sahabî efendilerimizin durumlarını şu ifadelerle takdir ve tebcil buyurur:

“İnfak edecek bir şey bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gittiler.” (Tevbe Sûresi, 9/92) Bir yönüyle verenler verdiklerinden dolayı takdir edilirken, bunlar da niyetlerinin safveti, gönüllerinin derinliği ve hislerinin enginliğiyle takdir edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, ya özürlü olduğundan ya bineği bulunmadığından ya da geride bakıma muhtaç yakınları olduğundan dolayı kendisiyle sefere iştirak edemeyenler için, “Medine’de geride kalan öyle kimseler var ki, siz hangi yolu geçseniz, hangi vadiyi aşsanız onlar da (niyetleri sebebiyle) sizinle birlikte gibidirler.” (Müslim, İmâre, 159) buyurarak, geride kalanların da sevap, mükâfat ve ilahî teveccühte sefere çıkanlarla müşterek olduğunu müjdelemiştir. Diğer bir ifadeyle, hadis-i şerifte geride kalanlar için şöyle bir kanaat serdedilmiştir: Sizin sahip olduğunuz imkânlara sahip olsa ve sizinle aynı şartları paylaşsalardı, onlar da sizinle beraber koşturacak ve pratikte sizin elde ettiğiniz şeyleri elde edeceklerdi. Hatta bu açıdan Asr-ı Saadet’e bakıldığında şöyle bir uygulamayla karşılaşıyoruz: Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), bir mazeretinden dolayı Bedir Gazvesi’ne katılamayarak Medine’de kalan Hazreti Osman için ganimetten pay ayırmış ve böylece onun nam-ı celili de Ashab-ı Bedir arasına girmiştir.